Genesis’ten Hikayeler; “Kızıl Ölüm Çiçeği (+18)”
Altıncı Bölüm: Diken
Biz yamaçtan aşağıya inerken Ayhan altımızda tedirgin ve gittikçe daha net anlaşılan bir sesle “Vahdet! Dilek! Yukarıda neler oluyor? Görkem! Neredesiniz?” diye bağırıyordu, sonra “Aman Allah’ım burada neler olmuş böyle!” dediğini duydum. Dönüp el fenerimi aşağıya tuttuğumda, onu yamaçtaki bir kaya yığınının üzerinde, şaşkın bir ördek yavrusu gibi sağa sola koşarken gördüm. Yanına ulaştığımızda Vahdet ona bir şey görüp görmediğini sordu ve o da şöyle cevap verdi:
“Buradan yaklaşık üç yüz metre aşağıya indiğimde orada durup sizin bana cesedi sarkıtmanızı bekledim. Yukarıdan aşağıya doğru gelen bir sürüklenme sesi duyduğumda el fenerimi yukarı tuttum, fakat ışığım o mesafeyi aydınlatmaya yetmedi. Sonra birtakım sesler daha duymaya başladım. Önce siz olduğunuzu sandım ama sonra hırlama ve kükreme sesleri duyunca ters giden bir şeyler olduğunu anladım. Size seslendim ama sizden yanıt alamadım. Bağrışmalarınız aşağıya kadar geliyordu. Sonra parçalanan etin ve kütürdeyen kemiklerin sesini duyunca yukarı çıkmaya başladım ve buraya ulaşınca da şu yerdeki kan izlerini gördüm.”
Ayhan’ın bahsettiği kan izlerini, o el fenerini o noktaya çevirip bunu söyleyene kadar fark etmemiştik. Kan, kahverengi kayaların üzerine akıp düz yüzeyleri boyunca süzülmüştü ve dikkatli bakılmadığı sürece taşların üzerindeki ıslaklıklar gibi görünüyordu.
“O lanet olası yaratık perlonu çekti ve az daha hepimiz uçurumun dibini boyluyorduk.” diye Ayhan’a karşılık verdi Vahdet, “Perlon Kadir’in ayağına dolandı ve onu aşağıya çekti. Onu kurtarmaya çalıştık ama başaramadık.”
“O iğrenç kurt cesedi yamaçta yakaladı ve Kadir’i de peşinden sürükledi öyle mi?” dedi Ayhan duyduklarına inanamayarak.
“Aynen öyle oldu,” diye cevap verdim, “cesedin kanı o yaratığı cezbetti ve bizi buraya kadar takip etti.”
“Şu uğursuz adam öldükten sonra bile başımıza dert açmaya devam ediyor.” dedi Ayhan.
“Hala jandarmaya bilgi vermemeye kararlı mısınız?” diye sordu Dilek.
“Hayır!” diye hiddetle kükredi Vahdet, “Ne olursa olsun jandarmaya bilgi vermeyeceğiz.”
“Bırakın şimdi tartışmayı,” diyerek ortamı sakinleştirmeye çalıştım, “Kadir hala hayatta olabilir, vakit kaybetmeden onu aramalıyız.”
“Kadir şu anda o pis yaratığın bağırsaklarında sindirilmeyi bekliyor,” diye karşılık verdi Vahdet, “Onu aramak zaman kaybından başka bir şey değil. Bizim asıl aramamız gereken şeyin Kızıl Ölüm olduğunu unutuyorsunuz galiba. O lanet olası adamın cesedinin de Kadir’in de artık canı cehenneme. Tüm bu olanlardan sonra o çiçeği bulamazsak mahvoluruz, anlamıyor musunuz?”
“Bencillik yapmayı kes,” diyerek onu tersledi Tufan, “haydi gelin de şu kan izlerini takip edelim.”
Hep birlikte, el fenerinin ışığıyla yerdeki kan izlerini tarayarak ilerleyen Tufan’ın peşine takıldık, geride tek başına kalan Vahdet ise bir süre sonra gönülsüz de olsa bize katılmak zorunda kaldı. Batıdaki Kar Buz Rotası’na doğru aralıklarla devam eden kan izleri, kayalığı arkamızda bıraktıktan sonra, kar üzerinde sürüklenmenin neden olduğu kanlı bir oluğa dönüşüyordu ve bu haliyle artık izleri takip etmek daha kolay bir hal alıyordu. İzler bizi, Büyük Zirve’yi oluşturan kaya bloğunun etekleri boyunca batıya götürdü ve bir süre sonra karşımızda, Tarak Kayalar’ın batısında kalan derin vadi göründü. İzler şimdi vadinin doğu yakası boyunca devam ederek, Büyük Zirve’nin dibindeki kaya blokların içine sokulan bir kulvarı izliyordu. Vadinin başını, yüz derecelik açıyla yükselen bloklarına dayadığı noktada artık izler doğal olarak yok oluyordu.
“Yok artık!” dedi Dilek, “ Bu Allah’ın cezası hayvan burayı da geçememiştir herhalde.”
“Burayı bir dağ keçisi bile geçemez, bir kurda ise hiç şans tanımıyorum” dedi Ayhan.
“Kurt mu?” dedi Tufan alaycı bir ses tonuyla, “O yaratık kurt falan değil, o şey şeytanın ta kendisi.”
“Acaba vadinin bu yakasında uygun bir yamaç bulup tabana insek ve aramaya o şekilde mi devam etsek? dedi Dilek.
“Olmaz,” dedi Ayhan, “Bu samanlıkta iğne aramaya benzer.”
“Galiba o şerefsizin zulasını buldum.” dedi Tufan, el fenerinin ışığı, vadinin baş kısmına gömülmüş buzul yamacındaki bir yarığı gösterirken.”
“Saçmalama, bu olanaksız.” dedi Dilek.
Şu başımıza gelenlerden hangisi olağan da bu olanaksız olsun.” diye karşılık verdi Tufan, “Bu dağ yaratıklarını çok iyi tanırım; bahse girerim ki o aşağılık şey bu kadar yolu boş yere katetmedi. Şu buzul mağarası da bu tür yaratıklar için bulunmaz nimet.”
“Öyle olsa bile,” diye başladı Vahdet, “öyle olsa bile o fare deliğinde Kadir’i tek parça halinde bulmayı mı umuyorsun?”
“Hayvan karnını doyurmaya cesetten başlamış olmalı,” dedi Tufan, “çünkü onu cezbeden şey kandı. Karnını doyurduktan sonra Kadir’i daha sonra yemek için şu mağaraya saklamış olmalı.”
“Sadece sen değil Tufan, siz hepiniz kafayı bulmuşsunuz.” deyip bezgin bir halde olduğu yere, dizlerinin üzerine çöktü Vahdet.
Ayhan iki avucunu ağzının çevresine götürerek “Kadir!” diye birkaç defa bağırdı; fakat bu seslenişlerine vadinin sarp yamaçlarında dalga dalga yinelenen yankılardan başka hiçbir karşılık alamadı.
“Gönüllüyüm, oraya ben inerim.” dedim.
“Buna emin misin? Bu hiç de kolay olmayacak.” dedi Dilek.
“Kesinlikle eminim.” diye cevap verdim, sırt çantamı açıp içinden çıkardığım klasörü ona uzatırken, sonra da
“Eğer geri gelemezsem, çiçeği bulduğunuzda Dilaver’le irtibat kurabilmek için bunun içindeki iletişim bilgilerine ihtiyacınız olacaktır.” diye ekledim.
İpimiz ya da perlonumuz olmadığı için buz vidalarını kullanamayacaktım. Aslında o çatlağa iniş sırasında buz kazmalarından başka hiçbir teçhizat işime yaramayacaktı. Kaskımın lambasını yaktım ve emniyet kayışlarını bileklerime bağladığım kazmalarımı kül rengi kaygan buza saplayarak vadinin başının dağın içine sokulduğu yere doğru ilerlemeye başladım. Bu kirli buzul yer yer çürümüştü, öyle ki kazmalarımın gagalarını saplamak için vurduğumda buz kırılıp parçalanıyor ve un ufak olup etrafa saçılıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu yaşlı buzul yavaş yavaş ölüyordu. O, sayısız bin yıllar boyunca kim bilir kaç defa, şimdi bir köşesine sinmiş olduğu bu derin vadinin içine uzanıp geri çekildi; doğduğu günden bu yana iklim değişikliklerine bağlı olarak büyüyüp küçüldü, uzayıp kısaldı, ölüp ölüp dirildi ve şimdi de küresel ısınmanın hasta düşürdüğü yaralı yorgun bedeni bu derin vadi içinde yatarak yeni bir ölümü bekliyordu.
Ben buz kazmalarımın yardımıyla onun göğsündeki yaraya doğru ağır ağır ilerledikçe eğim artıyordu ve böylelikle ölümün soğuk nefesini gittikçe daha çok ensemde hissediyordum. Bir ara, birkaç gün önce Üç Muz Rotası gibi ölümcül bir rotaya tırmanmaya niyetlenişimin şimdi beni ondan çok daha ölümcül bir kulvarda emniyetsiz olarak tırmanmaya sürüklemiş olmasının farkına vararak, kaderin kaçınılmazlığı karşısında şaşıp kaldım.
Yarığın hizasında gelince buz kazmalarımı bu sefer iniş için kullanmaya başladım. Yaklaşık on metre inmiştim ki kazmalarımın birisinin saplandığı buz çatırdayarak yırtıldı ve kazmamın gagası çatlak içindeki boşlukta kaldı. Hızla aşağıya düşerken diğer kazmamı buza saplamaya çalıştım fakat başarılı olamadım. Birkaç metrelik düşüşüm, çatlak içinde hızla kayan kazmamın yırtığın sonuna takılmasıyla sona erdi.
Ben orada, buzun yüzeyinde öylece asılı halde sallanırken ve Dilek’in çığlıkları arkamda yankılanırken Ayhan “İyi misin?” diye seslendi ve ben de ona “Şimdilik tek parçayım.” diye cevap verdim.
Sonra “Biraz daha gayret et, mağara sadece birkaç metre altında.” dedi Tufan’ın uzaktan gelen sesi.
Güçlükle de olsa da inişime devam ettim ve biraz sonra, mağaranın ağzını oluşturan çatlağın içine girdiğimde ayaklarımı iki yana açıp kramponlarımın dişlerini yarığın her iki yüzeyine geçire geçire alçaldım. Çatlağın açısı artık ayaklarımla içinde tutunamayacağım kadar arttığında, buza sapladığım kazmalarımdan tutunup kendimi boşluğa sarkıttım ve ileri geri sallanıp belli bir hıza eriştikten sonra kendimi mağaranın içine fırlattım. Mağaranın zeminini ıskalayıp aşağıdaki karanlık uçuruma düşmemek için tüm gücümle ileri atıldığımdan, düştüğümde ayaklarımın üzerinde duramayarak sırt üstü yere çarptım ve bu esnada kaskım mağaranın zeminini kaplayan kaygan buz tabakasına vurup yerde sekti. Başıma aldığım darbeyle beynim çalkalanırken buzun üzerinde yuvarlandım ve bir buz sütununa çarparak durdum. Başımı yere çarptığımda sönen kask lambama elimle birkaç defa vurduktan sonra onu tekrar yaktım ve onun zayıf ışığı, tavanda bana yöneltilmiş irili ufaklı mızrak uçları gibi asılı duran buz sarkıtlarını aydınlattı. Işık, duvarları oluşturan kavisli buzulların yüzeyinde kırılarak mavi ve yeşil renkli haleler oluşturuyor, sütunların üzerinde dans edip hayranlık uyandırıcı desenler çiziyor, sakıtların ve dikitlerin sivri uçlarında göz kırpıyordu. Dizlerimin üzerinde doğrularak ayağa kalktım ve üzerinde sürekli değişen renklerin hareket edip iç içe geçtiği buzul sütunlarının ve dev kaktüs dikenleri gibi zeminden yükselen dikitlerin arasında yürüyerek mağaranın iç kısımlarına doğru ilerlemeye başladım. Burada iliklerime işleyip içimi titreten şey buzun soğuğundan ziyade, bir adım sonra, kask lambamın ışığının yardığı karanlığın içinden karşıma neyin çıkacağını bilmiyor olmamdı, ama bundan da öte buranın insanı huzursuz edici bir yanı vardı; sanki bilinmeyen şeytani bir kötülüğün milyonlarca gözü buzların içinden beni gözetlerken, sabırsızlıkla kasılıp duran pençeleri karanlığın içinde fırsat kolluyordu. Sonra ışığım, yaramaz bir çocuk tarafından kasetten sökülmüş bir bant yumağı gibi yerde karmakarışık duran perlon yığınını aydınlatınca bu kadar zahmete boş yere katlanmamış olduğumu öğrenmenin sevincini yaşadım. Perlon yumağının arkasında, didilmiş uyku tulumunu ve onun hemen yanındaki sakatat ve kemik birikintisini görünce tarifi imkansız bir dehşete kapıldım, ama daha sonra bu iğrenç insan kalıntılarının sağına soluna saçılmış deri pardösü parçalarını görünce biraz rahatladım ve Kadir’i aramaya koyuldum. Sonra birden, Bila’nın cesedini bu hale getirmiş olan yaratığın hala bu mağaranın kuytu bir köşesinde uyukluyor olabileceği düşüncesiyle irkildim ve panikle etrafı araştırmaya başladım. Kask lambamın gittikçe zayıflayan ışığı aniden karşıma çıkan bir iskeletin sarkarak açılmış çenesini, çarpılmış yüzünü ve bana doğru uzanmış kollarını aydınlatınca olduğum yerde sıçrayıp geriye düştüm ama beni bu kadar korkutan şeyin aslında önümde duran bir buz sütununun içine hapsolmuş olduğunu fark etmem çok sürmedi. Yakası bir omzundan aşağı düşmüş beyaz renkli tek parça keten kıyafetine bakılacak olursa çok eski dönemlere ait bir ceset olduğu aşikardı. İskelet ayakta sanki iki eliyle boşluğu kucaklıyormuş ya da bedenini hapsetmiş olan bu buz sütununun çok eski zamanlardaki daha ince halinin çevresine kollarını dolayıp sarılıyormuş gibi bir pozisyonda donup kalmıştı ve et dokusunun yok olmasına rağmen iskelet bütünlüğünün olduğu gibi korunmuş olduğu göz önünde bulundurulacak olursa ikinci ihtimal akla daha yatkın bir olasılıkmış gibi görünüyordu. Başının üzerinde görmüş olduğum bir şey beni kendine biraz daha yaklaştırdı ve dikkatimi büsbütün üzerine çekti. Başını, yer yer çürümüş koyu renkli sarmaşıklardan örülmüş bir taç süslüyordu ve dikkatlice bakınca bunun Kızıl Ölüm’e çok benzediğini fark ettim. Bitkiye daha yakından bakmak için yaklaştığımda artık iskeletle burun buruna duruyorduk. Buz sütununun daha ince olduğu bir bölümünü bulabilir miyim diye etrafında dolanıp iskeletin arkasına geçtiğimde kafatasının tepesinin sanki bir balta darbesi almışçasına parçalanmış olduğunu gördüm. Unutulmuş bir geçmişi dondurup bilinmeyen çağlar boyunca gözlerden saklayan ve şimdi küresel ısınmanın neden olduğu bir çatlakla eski çağların dehşetini zamanımıza sunan bu mağaranın geçmişte kurban ayinlerinin gerçekleştirildiği kutsal bir mekan olabileceğini ve karşımda iskeleti duran talihsiz kişinin ne kadar acı verici bir ölümle hayata veda etmiş olabileceğini düşünürken, pençe gibi sert bir elin ayak bileğimi kavramasıyla irkildim. Başımı çevirip yere bakınca kask lambamın ışığı, yerde yüz üstü duran ve bir eliyle ayağımı kavramış olan adamın yaralı bedenini ve kan içindeki paramparça kıyafetlerini aydınlattı. Adam kendini bana doğru yerde sürükleyip kanlı elleriyle pantolonuma tutuna tutuna dizlerinin üzerinde güçlükle doğruldu ve dudakları “Yardım et.” diye sayıklarken başını kaldırıp baktığında bu kişinin Kadir olduğunu gördüm.
“Kadir! İyi misin?” dedim onu tutup ayağa kalkmasına yardım ederken.
Kadir yüzüme bakarken, bir elini kask ışığıma karşı gözlerine siper etti ve kısılmış gözleriyle beni görmeye çalışırken “Görkem, sen misin?” dedi.
“Evet, yürüyebilecek durumda mısın?” diye karşılık verdim.
“Kırığım olduğunu sanmıyorum, galiba yürüyebilirim. ” dedi.
Kadir’in alt koşumunda asılı duran buz kazmasını görünce onu bana vermesini söyledim.
“Haydi bir an önce şuradan çıkalım.” dedi Kadir buz kazmasını bana uzatırken.
“Çıkacağız ama öncelikle halletmeniz gereken bir iş var.” dedim.
Yanında durduğumuz sütuna dönüp kask ışığım buzun içindeki iskeleti aydınlatınca “Aman Allah’ım, bu da ne böyle?” dedi Kadir.
“Kızıl Ölüm.” diye cevap verdim.
Kazmanın gagasını tüm gücümle buz sütununa sapladıktan sonra Kadir ile birlikte kazmanın sapına yana doğru asıldık ve bu sayede sütundan büyükçe bir parça kopardık. Bunu defalarca tekrarlayarak buzun içinde oyuk oluşturduk ve iskeletin kafatasına ulaştık. Kazmayı son savuruşumda buzla birlikte kafatası da kırılıp parçalara ayrıldı ve Kızıl Ölüm bu kırıkların arasından tıpkı bir ceset gibi sarktı. Elimi oyuğa sokup bitkiyi aldım ve sırt çantamın içine özenle yerleştirdim. Kadir ile birlikte, birbirine dolanmış perlon yumağı sökerken ona yanında buz vidası olup olmadığını sordum ve o da “Var. İşte, dört tane.” diyerek koşumunda sallanan buz vidalarını avuçlayıp şıngırdattı.
“Çok güzel, haydi bir an önce buradan çıkalım.” dedim.
Mağaranın ağzına ulaştığımızda gece sona eriyordu ve beyaz tepeleri, kahverengi kayaları, kızıl gökyüzünü ve lacivert bulutları aydınlatmaya başlayan şafağın zayıf ışıkları mağaranın altındaki seksen metrelik uçurumu ve onun dibindeki sivri kayaları da aydınlatmaya başlamıştı. Mağaranın dışına çıktım ve yarığın bulunduğu dik yamaç boyunca tırmandım. Yukarıda uygun bir yer bulunca iki vidayı buza kilitleyip ana emniyet noktası oluşturdum. O sırada beni fark etmiş olan Ayhan vadinin doğu yakasından bana “Kadir’i buldun mu? diye bağırdı.
“Sadece Kadir’i bulmakla kalmadım, Kızıl Ölüm’ü de buldum.” diye karşılık verdim.
O sırada mağaranın ağzında duran Kadir’i görmüş olan Tufan “Kadir!” diye seslendi.
“Ben iyiyim, bir şeyim yok.” diye ona karşılık verdi Kadir.
“Sonra bol bol sohbet edersiniz.” diyerek perlonu Kadir’e sarkıttım ve onu koşumuna bağlamasını söyledim. Kadir “Ben hazırım.” diye bağırdıktan sonra onu yukarı çekmeye başladım. Kadir’i yanıma çıkardıktan sonra onu emniyet noktasında bırakıp vadinin doğu yakasına doğru tırmandım ve eğimin azaldığı bir yere buz vidaları yardımıyla ikinci bir emniyet noktası kurup iki nokta arasına perlon gerdim. Sonra karabinalarımdan birini bu perlon köprüsüne geçirip Kadir’in yanına geri döndüm ve onu vadinin doğu yakasına taşıdım. Onlara yaklaşır yaklaşmaz Dilek ve Vahdet yardımımıza koştular, Ayhan ve Tufan Kadir’in kollarına girip onu güvenli bir yere taşıyıp yere serdikleri bir kamp matının üzerine yatırdılar.
“Sadece ısırık ve pençe yaraları…” dedi Dilek Kadir’in yaralarına pansuman yaparken.
Tufan matarasını eğip, Kadir’in göğsündeki derince bir pençe yarasının üzerine alkol dökünce Kadir acıyla haykırdı.
“Ecelin başında dolanıyor Kadir.” diyerek kahkaha attı Tufan.
“Söylesene Kadir, neler oldu, o hayvandan kurtulmayı nasıl başardın? diye sordu Ayhan.
“Perlon ayağıma dolandıktan sonra yamaçtan aşağıya yuvarlandım.” diye anlatmaya başladı Kadir, “Düşüşüm uzun sürmedi, çünkü kısa süre sonra yamaçta batı yönünde sürüklenmeye başladım. Bir ara durdum ve sürüklendiğim istikametten gelen sesler duymaya başladım. Karanlığın içinden gelen hırlama seslerini duyunca bunun o hayvanın işi olduğunu anladım. Sonra iğrenç çiğnenme seslerini duyunca korkudan donakaldım. Perlonu ayağımdan çözmeye çalışırken o yaratığın bana doğru yaklaşan, karı ezen ayak seslerini duydum. O, gecenin karanlığından daha siyah dev siluetini seçebileceğim kadar bana yaklaştığında, o an yapabileceğim en iyi şeyin ölü taklidi yapmak olacağı fikri aklıma geldi. Kendimi karların üzerine hareketsiz bir şekilde bıraktım ve az sonra tepeme dikilen hayvanın sıcak bir rüzgar gibi esen pis kokulu soluğunu yüzümde hissettiğimde, hatta pürtüklü dokusu bir törpü gibi sert olan dilini yanağımda gezdirip yapış yapış salyasını yüzüme yaydığında bile hiç hareket etmedim. Hayvan üstümdeki kıyafetleri bir süre kokladıktan sonra burnuyla iterek beni yüzüstü çevirdi ve çenesiyle montumdan tutarak beni taşımaya başladı. Bir kısmını hayvan yanıma gelmeden önce çözmüş olduğum perlon düğümü, hayvan beni taşırken tamamen söküldü ve ayağım kurtuldu. Hayvan beni o buzul mağarasına götürüp bir köşeye bıraktıktan sonra ortadan kayboldu. Tamamen gittiğine kanaat getirdikten sonra ayağa kalktım ve gördüğüm zayıf ışığı takip ederek mağaranın ağzına doğru sendeleye sendeleye yürüdüm, fakat girişe ulaştığımda aşağıdaki uçurum gözümü korkuttuğu için mağaradan çıkmaya cesaret edemedim. Orada öylece çaresiz bir şekilde durup düşünürken mağaranın üst kısmındaki yamaçtan gelen ve çok hızlı olması nedeniyle bir insana ait olamayacak ayak seslerini duydum. Az sonra yukarılardan bir yerlerden kopup mağaranın ağzına düşen ve aşağıdaki uçurum boyunca yuvarlanıp giden kar kütlelerini görünce hayvanın tekrar mağaraya geliyor olduğunu anladım ve hızla mağaranın içine ilerleyip bir yere yatarak tekrar ölü taklidi yaptım. Hayvanın ayak sesleri karanlığın içinde bana yaklaştı ağzında taşıyarak getirip yere attığı ağır bir şey buzun üzerine düşüp kof bir ses çıkardı. Sonra uzunca bir süre yine o iğrenç koparma ve çiğneme seslerini duydum, hayvanın parçalayıp midesine indirdiği şeyin Bila’nın cesedi olabileceği ise sonradan aklıma geldi. Hayvan karnını doyurduktan sonra ayak sesleri bir köşeye doğru uzaklaştı ve iri bedeninin ağırlığını gümbürtüyle yere serdikten bir süre sonra, köpeklere has o horlama seslerini duymaya başladım. Orada sessizce beklerken yorgun ve yaralı bedenim uykuya dalmış. Ne kadar süre geçmiş bilmiyorum ama beni uyandıran şey, buzun yüzeyini adımlayan krampon sesleri oldu. Gözümü açtığımda bana doğru yaklaşan bir ışık gördüm. Sonradan bir dağcının kask ışığına ait olduğunu fark ettiğim ışık gelip tepemde dikildi. Başucumda durup bir şeyleri inceleyen kişinin ayağına uzanıp yardım istedim ve sonra bu kişinin Görkem olduğunu görünce ne kadar sevindiğimi anlatamam.”
“Sakın onu da anlatmaya kalkma,” diyerek Kadir’in sözünü kesti Tufan, “Çiçeği de bulduğumuza göre bir an önce buradan defolup gidelim.”
“Şu bulduğunu söylediğin şeyin aradığımız çiçek olduğundan emin misin?” diye sordu bana Ayhan.
“Evet eminim, yani o olmalı.” diye cevap verdim sırt çantamı açıp içinden çiçeği çıkarırken.”
“Senin çiçek dediğin şey bu mu?” dedi Vahdet, elimde dikkatle tuttuğum çiçeği görünce.
“Buzun içinde donmuş bir bitkiden ne bekliyorsun?” diye karşılık verdim, “Görünen o ki donana kadar da çok iyi korunamamış.”
“Korunamamış mı? diye alaycı bir sesle devam etti Vahdet, “Görmüyor musun? Bu şey tamamen çürümüş.
Umarım şu anlaştığın adam bu çürük şey için gerçekten de altı milyon lira öder.”
Dilek daha önce kendisine emanet etmiş olduğum klasörü açıp alelacele içindeki dosyaları karıştırmaya başlayınca ben de tek elimle ona yardım ettim ve sonunda çiçeğin çizimlerinin olduğu dosyayı bulduk.
Sayfaları hızlı hızlı çeviren Dilek heyecanla “İşte tıpatıp aynısı!” dedi işaret parmağını sayfalardan birinin üzerindeki bir çizimin üzerine koyarak.
“Evet, gerçekten de çok benziyor.” diye onu onayladı Ayhan başını elimdeki çiçeğe yaklaştırarak.
“Ama şu yaprağa benzeyen şeyler…” diyerek elini çiçeğe uzattı Vahdet, ama ona dokunur dokunmaz “Ah!” diye acıyla inleyip elini hızla geri çekti ve olduğu yerde sıçrayıp uğundu.”
Hepimiz yaklaşıp Vahdet’in, üzerinde küçük bir kan damlasının ağır ağır sürüldüğü parmağını incelemeye koyulduk.
Tufan “İyi misin?” diye sorunca Vahdet “Evet.” anlamında başını salladı.
“Dikenler…” dedi Dilek, çantasından çıkardığı antibakteriyel bir çözeltinin şişesini açmaya çalışırken, “Çizimlerde gözüme çarpmıştı, bitkinin gövdesinde, ucu kancalı dikenler vardı.”
“Acaba dikenler zehirli olabilir mi?” dedi Tufan.
“Sanmıyorum,” diye cevap verdim, “Evet bu zehirli bir bitki ama dikenlerinin zehirli olacağını zannetmiyorum.”
“Eğer zehirliyse birkaç saat içinde etkisini gösterecektir,” dedi Dilek çözeltiyi Vahdet’in kanayan parmağına dökerken, “mide bulantısı, kusma ve soğuk soğuk terleme gibi semptomları fark eder etmez bir hastaneye gitmeliyiz.”
“Hastane mi?” dedi Vahdet, Dilek bir pamuk parçasıyla onun parmağındaki kanı temizlerken, “Oldu olacak hastaneden sonra bir karakola da gidelim bari. Hatırlatmak isterim ki biz artık birer katiliz, Dilek. Evet, belki sen o adamı öldürmedin ama cesedi ortadan kaldırmamıza yardım ettin.”
“Artık cinayet için endişelenmemiz gerektiğini sanmıyorum,” diye söze karıştı Kadir, “cesedi o hayvan parça parça edip midesine indirdi. Kimse tırmanış esnasında bir hayvan tarafından parçalanıp yenilen bir adamın bir cinayete kurban gittiğini düşünmez herhalde.”
“Haklısın,” diyerek onu onayladı Tufan, “O hayvan bir anlamda suçumuzu üstlendi de diyebiliriz.”
“Az kalsın beni de midesine indirecekti ama o lanet olası yaratığı sevmeye başladım.” diyerek güldü Kadir, “Hem düşünsene, o hayvan olmasıydı şimdi hala Kızıl Ölüm’ü arıyor olacaktık.”
“Onun yanı sıra şu Bila denen bunağa da bir teşekkür borçluyuz diye düşünüyorum.” diye ona karşılık verdi Tufan içkisinden bir yudum alarak, “Onun cesedi olmasaydı o hayvan bizden neyi çalıp da mağarasına götürecekti?”
“Küresel ısınma da bir teşekkürü hak ediyor,” diyerek onların eğlencelerine katıldım ve sonra “O buzul erimeye yüz tutmuş olmasaydı yüzeyinde o çatlak açılmayacaktı ve o mağara hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayacaktı.” diye ekledim.
Bunun üzerine Tufan başını gökte yükselmeye başlayan güneşe doğru kaldırarak “Teşekkürler küresel ısınma!” diye bağırdı ve sonra “Bize yapmış olduğun bu iyilik için, sana söz veriyorum, bir daha evimde enerji dostu ampuller kullanmayacağım.” diye devam etti.
Onun hemen ardından Kadir vadinin içindeki buzul mağarasına doğru dönüp ellerini ağzının çevresine dayadı ve
“Çok sağ ol seni sapık bunak, inşallah cehennemde ateşin bol olur.” diye seslendi ve sonra “Sen de sağ ol pis pire torbası, umarım midene indirdiğin o kart herifi kolay hazmedersin.” diye bağırmaya devam etti.
“Soytarılık etmeyi kesin!” diyerek onları tersledi Ayhan.
Dilek Vahdet’in parmağını sargı beziyle sardıktan sonra kendisinde herhangi bir zehirlenme belirtisi hissederse bunu kendisine söylemesini tembih etti.
“Hiçbir belirti olmayacak, çünkü dikenler zehirli değil.” dedim o anda aklıma gelen bir ayrıntıya dayanarak, “Bu çiçeği mağaranın içindeki bir iskeletin başında buldum. Muhtemelen bir pagan ayininde kurban edilmişti ve kafasına bu bitkiden örülmüş bir taç geçirilmişti.”
“Eee, bu, bitkinin zehirsiz olduğu anlamına gelmez ki,” dedi Ayhan, “tam tersine, bu, bitkinin zehirli olduğunu gösterir. Anlaşılan o ki o kurbanın başına bu bitki, dikenleri onu zehirleyip öldürsün diye geçirilmiş. Yani kurban bu bitkiyle zehirlenerek öldürülmüş.”
“Hayır,” diye ona karşı çıktım başımı iki yana sallayarak, “ iskeletin kafatasının tepesi sanki balta vurulmuş gibi parçalanmıştı. Yani bir kişi zehirlenerek öldürülecekse, o kişinin kafasına kimse bir de baltayla vurma gereği duymaz, öyle değil mi?”
Ayhan bir süre durup düşündükten sonra “Galiba haklısın,” dedi ve sonra “ama yine de tedbirli olmamızda fayda var. Ne de olsa karşımızdaki şey, geçmiş çağlardan kalma bir bitki ve hakkında da hiçbir şey bilmiyoruz.” diye ekledi.
Ben çiçeği çantama geri koyarken Dilek kolumdan tutup “Bitki neredeyse fosilleşmiş, çantada tamamen dağılıp un ufak olmaması için onu bir şeylere sarmalıyız.” dedi ve sonra da çantasından çıkardığı gri renkli eski püskü bir kazağı bana doğru uzattı. O kazağı görür görmez sanki bir şeyler beni içinde bulunduğum zaman ve mekanı terk etmeye davet edip karışımda geçmişin kapılarını araladı. Yanıp sönen bir ışık gibi kalbimi bir anlığına aydınlatıp içimi ısıtan unutulmuş bir anı, karanlık derinliklerden yükselerek gelip yüreğimin çamurlu kıyılarına vurdu. Sonra bu kazağı Dilek’e hediye ettiğim yıllar önceki o huzurlu ve umut dolu sonbahar gününü hatırladım.
Sonra “Haydi, uyuşuk uyuşuk sallanmayın.” diyen Ayhan’ın sesiyle irkilip kendime geldim ve kazağı Dilek’ten alıp onu çiçeğe sardım.
Ben bitkiyi çantama yerleştirirken herkes hazırlanmış beni bekliyordu.
“Haydi, gidip paramızı alalım.” dedi Kadir.
Biz geldiğimiz rotadan tekrar Sütdonduran Yaylası’na doğru inerken, berrak gökyüzünde iyice yükselmiş olan güneşin ışıltıları, sanki sıkıntılı günleri ve meşum şeyleri ardımızda bırakıyor olmamızı kutluyormuş gibi sıcak sıcak yüzümüze gülümsüyordu. Dönüş yolunda herkes alacağı parayla neler yapacağına dair hayallerini birbiriyle paylaşırken bir ara “Acaba,” diye kendi kendine mırıldandı Dilek, “acaba böylesine yüksek rakımlardaki taşlı ve buzlu arazilerde bu çiçek besin ihtiyacını nasıl sağlıyordu?”
Dilek’in aklına takılan bu soruyu bu şekilde dillendirmesini ya benden başka duyan olmadı ya da bu konu, üstünde kafa yormaya değer görülmedi; ama kesin olan bir şey vardı ki o da paranın cezbedici ışıltılısının ben de dahil herkesin gözlerini kör etmiş olduğuydu.
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 8. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 9. Bölümü İçin TIKLAYINIZ