Genesis’ten Hikayeler; “Kızıl Ölüm Çiçeği (+18)”
Sekizinci Bölüm: Sürgün
Önümüzdeki karanlığı yarıp asfaltı aydınlatan araç farlarımız yolun her iki yanındaki çam ormanlarının üzerine huzursuz edici ve iç karartıcı tuhaf gölgeler düşürürken, Vahdet başını cama dayayıp uykuya daldı. Dilek derin derin esnedikten sonra koltuğuna iyice yaslandı ve gözlerini dinlendirmeye çalıştı fakat bu fazla uzun sürmedi; çünkü arabayı sürmekte olan Ayhan’ın aklına bir şeyler gelmişti…
“Niğde’de bir çocukluk arkadaşım var,” dedi Ayhan bir eliyle gözlerini ovuşturarak, “Adı Eşref. Çamardı ilçesinin bir köyünde hayvancılık yapıyor. Eşref eskiden hayvanlarını yaylaya çıkarırdı ve yayla zamanı boyunca, kendisinin inşa etmiş olduğu ahşap bir dağ evinde kalırdı. Eşref beş altı senedir hayvanlarını yaylaya çıkarmıyor. Köyün de neredeyse tamamı başka yerlere göç etmiş. Şu anda köyde birkaç hane dışında kimse yaşamıyor. Bu dağ evi, köyün eteklerine yerleştiği sarp dağın yamaçlarını kaplayan ormanın içinde bulunuyor. Birkaç defa bu dağa tırmanış yaptım ve her seferinde de bu evde konakladım. İnanın bana, saklanabileceğimiz daha iyi bir yer olamaz. Orada biraz saklanırız ve sonra yurtdışına kaçmanın bir yolunu buluruz, ama öncelikle şu telefonlarımızdan kurtulmalıyız.”
Ayhan kendi telefonunu Dilek’e verdi, sonra bana seslenip “Görkem kendi telefonunu ve Vahdet’in telefonunu çıkar, sim kartlarını kır ve telefonlarla birlikte yol kenarındaki çalılıkların içine doğru fırlat.” dedi.
Kendi telefonumu ve yanımda uyuyan Vahdet’in ceplerini yoklayarak bulduğum telefonu çıkardım. Sonra da Dilek’le birlikte, Ayhan’ın söylediklerini yaptık ve camları açarak telefonları ormana doğru fırlattık.
“Bizi nasıl buldular sizce?” diye sordu Dilek.
“Muhtemelen biz o adamı öldürürken birileri bizi gördü ve sonra da jandarma ya da polise ihbar etti; yoksa bizi bu kadar çabuk bulamazlardı.” diye cevap verdi Ayhan.
“Zavallı Kadir,” diye iç geçirdi Dilek gözleri dolarak, “Tırmanış sırasında defalarca ölümden döndü, ama sonunda kaderi onu şehrin ortasında çok daha feci bir şekilde yakaladı.”
İlerleyen saatlerde doğan ayın gümüş renkli ışıkları, sağımızda ve solumuzda yükselen dağların arza meydan okuyan zirvelerini, insan eli değmemiş çam ormanlarını, yeryüzünün yanağında derin birer bıçak yarası gibi uzayıp giden vadileri ve bilinmeyen dillerde türküler çağıldayan akarsuları aydınlatmaya başladı ve sabaha karşı, Ayhan’ın sözünü ettiği köye ulaştık. Aracımız bozuk yoldaki çukurlara düşe düşe, yıkık dökük taş evlerin arasından geçtik ve Eşref’in evine ulaştık. Ayhan araçtan indi, evin bahçesinin tahta kapısını açtı, ceviz ağaçlarının altında yürüdü ve evin kapısını uzun uzun çaldı. Az sonra kapıyı uzun boylu, zayıf, esmer ve ince bıyıklı bir adam çıktı.
Ayhan “Selamünaleyküm Eşref.” deyip adamın boynuna sarıldı ve adam da ona “Aleykümselam gardaşım, hoş gelmişsin, ama niye geleceğini önceden haber vermedin?” diye karşılık verdi.
“Sonra anlatırım kardeşim.” dedi Ayhan adama, sonra da bize yanlarına gelmemiz için eliyle işaret etti.
Vahdet’i biraz zor da olsa uyandırdım ve sonra hep birlikte onların yanına gittik.
“Buyurun, buyurun, içeri geçin hele.” dedi Eşref.
İçeri girip, duvarları mavi renge boyalı dar bir koridorda yürüdük ve küçük bir odaya geçip, duvar boyunca uzanan iki büyük divanın üzerine çıkıp oturduk. Eşref’in eşi bize nefis bir kahvaltı hazırladı ve biz karınlarımızı doyururken hava yeni aydınlanıyordu. Sonra Ayhan Eşref’e kendisine anlatacaklarının çok önemli olduğunu ve gerek eşinin gerekse çocuklarının bunları duymamaları gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Eşref iki çocuğunu odadan dışarı çıkardı ve kapıyı kilitledi. Ayhan başımızdan geçenleri Eşref’e bir bir anlattı ve aracımızı bir yerlere saklamamız gerektiğini söyledi.
“Evvela gönlünüzü ferah tutun,” dedi Eşref, “Elbet bir yolunu buluruz. Arabayı da saklarız bir yerlere.”
Ayhan içi para dolu bavulu açtı ve banknot balyalarından iki tanesini Eşrefe verdikten sonra kalan tüm parayı otuz beş litrelik bir sırt çantasına aktardı. Sonra hep birlikte dışarı çıktık ve arabayı Eşref’in evinin yanındaki samanlığının içine soktuk. Ayhan Arabayı hızla geri geriye doğru sürdü ve arkasında küçük bir dağ gibi yükselen saman yığınına çarpıp samanı arabanın üzerine devirtti. Neredeyse yarısı samana gömülen arabanın geri kalan yerlerini de kendimiz samanla örttük.
Eşref Ayhan’a dağ evinin anahtarını uzatarak, orada istediğimiz kadar kalabileceğimizi ve kendisinin bize erzak getireceğini söyledi. Çantalarımızı hazırladıktan sonra Eşref’in evinin arkasındaki koruluktan yukarı çıktık ve meşe ormanının içine çatal çatal yayılan keçi yollarını takip ettik. Biz yürüdükçe yorgun adımlarımız boz toprağın tozunu kaldırdı, güneşlenen çekirgeleri yerlerinden sıçrattı ve dağ kekiklerinden nektar emip, sarı renkli sümbüllerden polen toplayan kanatlı küçük yaratıkları havalandırdı. Sararmış yabani otların ayaklarımıza dolandığı ve pıtrakların paçalarımıza yapıştığı bir yamaçta kahverengi bir granit bloğunun üzerine oturup biraz soluklandık ve sonra yolumuza devam edip, iğne yapraklıların hüküm sürdüğü rakımlara ulaştık. Dalları gökyüzünü kapatan devasa çam ağaçlarının uzun gövdelerinin arasında, nemli otların üzerinde saatlerce yürüyerek Eşref’in dağ evinde ulaştık. İrili ufaklı kesme taşlarla yükseltilmiş bir kaide üzerine, kararmış tahtalarla inşa edilmiş, ön cephesinde iki küçük göz gibi bakan pencerelerinin kenarından kurt yeniği panjurları düşecek gibi sarkan ve çatısındaki kiremitleri dere kenarlarındaki taşlar gibi dağılıp saçılmış olan bu evin, sanki arkasında yükselen dev çam ağaçlarının altına saklanmaya çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Evin önündeki üç basamaklı eğri büğrü taş merdiveni adımlayarak ulaştığımız çürük kapı, Ayhan kilidin içinde anahtarı döndürünce inleyerek aralandı ve terk edilmişliğin kasvetli kokusu yüzümüze çarptı. Evin içine girdiğimizde, tahta zeminden yükselen gıcırtıları, sanki bizimle konuşmaya çalışan bir yabancının gırtlağından çıkan seslermiş gibi ürpertiyle dinledik ve pencereleri kapatan iri çiçekli perdeleri çekerek, camdan içeri vuran güneş ışınlarının içinde uçuşan toz zerreciklerinin dans edişlerini izledik. Her iki pencerenin de önünde üzerleri sarı örtülerle örtülmüş ve minderleri tahta duvarlara yaslanmış bir divan vardı. Ötedeki divanın yaklaşık bir buçuk metre solunda, üzerinde küçük bir güğüm duran, varil şeklinde bir odun sobası bulunuyordu ve bu sobanın önünde, içine doğranmış odun parçaları doldurulmuş, kocaman bir bakır leğen duruyordu. Sobanın sol tarafında, raflarına tabak çanak yerleştirilmiş bir dolap vardı. Yere, üzeri çeşit çeşit desen ve motiflerle bezeli kırmızı bir halı serilmişti ve odanın bir köşesinde bir yer döşeği duruyordu. Sol tarafta bulunan bir kapı, ilkinden daha küçük olan ikinci bir odaya açılıyordu ve bu odada da tek kişilik bir yataktan ve mavi renkli bir bez dolaptan başka bir şey yoktu.
“Başım öyle çok ağrıyor ki…” dedi içeri girer girmez kendisini sobanın yanındaki divanın üzerine bırakan Vahdet.
Ayhan sobanın kapağını açıp içine odun parçalarını yerleştirirken, Dilek “İçerisi buz gibi.” deyip soğuktan titredi.
Ben “Burada radyo bile yok mu?” diye kendi kendime söylenince, sobayı yakmakla meşgul olan Ayhan “Burada radyo bile çekmez.” dedi.
Gümbür gümbür yanmaya başlayan sobanın etrafına dizip, ısınmak için ellerimizi sobaya doğru uzattığımızda Vahdet’in parmağındaki sargının çevresindeki kızarıklık dikkatimi çekti ve “Parmağın…” dedim.
“Aman Allah’ım!” dedi Vahdet parmağını incelerken.
Dilek yerinden fırlayıp Vahdet’in parmağının üzerindeki sargıyı çözdü ve dikenin battığı yerdeki sarı şişliği, onun çevresindeki kırmızı halkayı ve bu halkadan damar damar yayılmış olan kızarıklıkları incelerken “Enfeksiyon kapmış.” dedi ve sonra da etrafına bakınarak “Bana bir iğne lazım.” diye ekledi. Bunun üzerine hepimiz yerlerimizden fırladık ve evin içinde iğne ya da buna benzer bir şey aradık ama hiçbir şey bulamadık. Sonra Dilek ayağa kalktı ve tahta dolabın rafında bulduğu bir ekmek bıçağının ucunu sobanın alevlerine tuttuktan sonra onunla Vahdet’in parmağındaki şişliği deşti. Yarasından sarı renkli irin akarken Vahdet dişlerini sıkıp acıyla yüzünü ekşitti. İrin tamamen boşalıp yerini koyu renkli kana bıraktığında Dilek bizden su istedi ve benim doldurup ona uzattığım bir bardak suyla Vahdet’in parmağını yıkadı.
“Sanırım dikenin bir kısmı kırılıp içeride kalmış,” dedi Dilek dikkatini yaranın üzerinde iyice yoğunlaştırarak ve sonra “keşke ilkyardım çantam yanımda olsaydı.” diyerek iç geçirdi.
“Eşref yarın erzak getirmek için geldiğinde ona bir dahaki sefere ilkyardım malzemeleri de getirmesini söylerim.” dedi Ayhan.
“Ama neyse ki makyaj malzemelerimi yanıma almışım.” dedi Dilek çantasına uzanarak, sonra karıştırdığı çantasından bir cımbız çıkardı ve onun ucunu Vahdet’in hala ince ince kanayan parmağındaki yaraya dayadı.
Dilek cımbızın ucunu yaranın derinliklerine sokunca, Vahdet acı acı çığlık attı ve gözlerinden yaşlar süzüldü.
Dilek “İşte onu tuttum.” dedikten sonra cımbızı yavaş yavaş çekmeye başladı; ama cımbızın çıkardığı şeyi görünce hepimiz şaşkınlıktan donakaldık.
“Bu da ne böyle?” dedi Dilek, cımbızın yaranın içinden çekip çıkarmakta olduğu kırmızı renkli ipliğimsi şeye bakarak.
“Damar mı o?” diye korkuyla irkildi Vahdet parmağından çıkan şeyi görünce ve sonra “Yoksa damarlarımı mı söküyorsunuz?” diye haykırdı.
“Hayır, bu başka bir şey,” dedi Dilek ürpermiş bir ses tonuyla, “bu bir sürgüne benziyor.”
“Ne yani?” dedi Ayhan, “Bu şey o bitkinin sürgünü mü?”
“Umarım başka bir şeydir.” dedi Dilek.
Vahdet’in yarasından, yaklaşık yirmi santimetre uzunluğundaki o ipliğimsi şeyi çekip çıkardıktan sonra, Dilek onu bir kavanozun içine koyup kapağını kapattı.
“Acaba bu şey bir solucan olabilir mi?” dedim.
“Bilmiyorum,” dedi Dilek kavanozun içindeki şeyi gözüne yaklaştırıp bakarak, “ama öyle olsaydı hareket ederdi.”
“Lanet olsun, yoksa ölecek miyim?” diyerek korkuyla titredi Vahdet.
“Merak etme, bu şey her neyse parmağından çıkardım işte.” diye karşılık verdi Dilek, elindeki kavanozu tahta dolabın rafına koyarken.
“Dua edelim Eşref yarın erken saatte gelsin de bize bir an önce ilkyardım malzemeleri getirsin.” dedi Ayhan.
Dilek çantasından çıkardığı bir parça makyaj temizleme pamuğunu Vahdet’in yarasının üzerine bastırdı ve divan örtüsünden yırttığı bir çaputu Vahdet’in parmağına sarıp bağladı.
“Keşke bir ağrı kesici olsaydı, başım öyle çok ağrıyor ki…” diye inledi Vahdet divanın üzerinde uykuya dalmadan önce.
“Yarın Eşref’e ağrı kesici de getirmesini söylerim.” diyerek onu teselli etmeye çalıştı başucunda oturan Ayhan.
Karanlık çökmeye başlayınca duvarda asılı duran bir gaz lambası indirerek yaktım ve oda, duvarlara uzanan gölgeleri titreştiren, turuncu renkli loş bir ışıkla aydınlandı. Gümbürdeyerek yanan ve üstündeki güğümün içindeki suyu cızır cızır kaynatan odun sobası, tavandaki eğri büğrü cisirlerin ve isle kararmış tahtaların üzerine hareketli kırmızı haleler düşürüyordu. Eşref’in eşinin bizim için hazırladığı yollukları açtık ve içinde bulgur pilavı ve nohut yemeği olan iki tencereyi ısınması için sobanın üzerine koyduk.
Dilek divanın üzerinde yatmakta olan Vahdet’e bakıp onun uyuduğundan emin olduktan sonra bize dönüp alçak bir sesle “Sanırım bu asalak bir bitki.” dedi.
“Aman Allah’ım!” diye irkilerek oturduğu yerde geriledi Ayhan.
“O şey damarın içinde ilerlemişti ve eğer ben onu çıkarmasaydım Allah bilir vücudunun nerelerine ulaşacaktı.” diye konuşmaya devam etti Dilek, “Bitkinin asalak olması onun kayaçlarda ve buzullarda nasıl beslendiğini de açıklığa kavuşturuyor, ama bitkinin neden yüksek rakımlarda yetiştiğini hala anlayabilmiş değilim.”
“Öyleyse,” dedim ürpererek, “öyleyse o buzul mağarasındaki iskelet…”
“Evet,” dedi Dilek başını sallayarak, “muhtemelen o adamı öldüren şey de bu bitkiydi. Anlaşılan o ki bitki dikenlerini kullanarak kurbanlarının bedenine yerleşiyor ve damarların içinde gelişiyor.”
“Bu korkunç bir şey dedi.” Ayhan.
Dilek ayağa kalktı, dolaptan, içinde Vahdet’in yarasından çıkardığı şey olan kavanozu aldı ve onu bize doğru tutarak “Bakın! Onu koyduğum gibi duruyor. Eğer bir solucan olsaydı az da olsa hareket etmiş olurdu. Eminim ki bu bir bitki sürgünü.” dedi.
“Bence onu bir hastaneye götürmeliyiz.” dedim.
“Saçmalama, hastaneye gidersek yakayı ele veririz.” diyerek bana karşı çıktı Ayhan.
“Ne olursa olsun onun hayatını tehlikeye atamayız.” diye çıkıştım.
“Seni geri zekalı,” diyerek hiddetle üzerime yürüdü Ayhan, “hepimizi kodese mi sokmaya çalışıyorsun sen? Bak seni kahrolası herif! Bu işe bizi sen bulaştırdın ve başımızı daha da fazla belaya sokmana asla müsaade etmeyeceğim.”
O sırada Vahdet esneyerek uyandı ve biz de bu konuyu hemen kapattık.
“İyi misin?” diye sordu Dilek, başını tutarak yattığı yerden doğrulan Vahdet’e ve o da ona “Kendimi biraz daha iyi hissediyorum.” diye cevap verdi.
“İyileşiyorsun,” diyerek gülümsedi Dilek, “Haydi yemek yiyelim ve direncini arttıralım.”
Oturup hep birlikte yemek yedikten sonra Dilek “İyi geceler.” deyip yandaki küçük odaya geçti ve Vahdet bir divana, Ayhan bir divana uzanırlarken ben de gaz lambasını söndürüp yerdeki döşeğe yattım. O sırada dışarıda çıkan rüzgar evin duvarlarının yüzeyinde ıslıklar çalmaya ve çam ağaçlarının dallarını çatıya vurmaya başladı. Panjurlar pencerelere çarparak takırdadı, çürük tahta duvarlar gıcırdayıp inledi ve cisirlerin üzerinde koşan farelerin ayak sesleri, çatının saçaklarına sığınmış bir baykuşun hüzünlü uğultusuna karıştı. Kendimi o kadar yorgun ve bitkin hissediyorum ki çok geçmeden uykuya daldım, ama gecenin ilerleyen saatlerinde duyduğum birtakım sesler beni derin uykumdan uyandırdı. Bir kazıma ya da tırmalama sesini bir patırtı takip ediyor ve sesler böylece yineleniyordu. Gözlerimi açtığımda pencerelerden sızan ay ışığı odanın içini renksiz ve kasvetli bir düşün ortasındaymışım gibi belli belirsiz aydınlatıyordu. Ses Vahdet’in yattığı divan tarafından geliyordu ve orada hareket eden bir şey vardı. Yataktan doğrulup dikkatlice bakınca birinin divanın dayandığı duvara bir kedi gibi sıçrayıp tahtaları tırmaladığını, sonra da kayıp divana düştüğünü ve bunu böylece bıkmadan usanmadan tekrarladığını gördüm.
Daha sonra bu kişinin Vahdet olduğu fark ettim ve kalkıp ona doğru yaklaşırken
“Vahdet! Ne yapıyorsun? İyi misin?” diye seslendim, ama Vahdet ne seslenişlerime ne herhangi bir yanıt verdi ne de dönüp bana baktı; orada kendini duvara atıp tırnaklarını tahtalara vurmaya, tırmalamaya ve kayıp divanın üzerine düşmeye devam ediyordu.
Ben geri dönüp yerden gaz lambasını alırken Ayhan uyandı ve “Neler oluyor? Bu da ne şimdi böyle?” diye bağırdı.
Ben lambayı yakmayı başardığımda Dilek içeri girdi ve Vahdet’in o halini görünce çığlık atıp geriledi. Ayhan’la birlikte Vahdet’e yaklaşıp onu kollarından tutarak durdurmaya çalıştığımızda bile sanki biz orada yokmuşuz ya da bedeni şeytani bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibi davranmaya devam ediyordu. Vahdet ancak Dilek’in odanın bir köşesinden kapıp getirdiği bir kova suyu kafasından aşağı dökmesiyle kendine gelebildi.
“Ne oldu? Neden beni tutuyorsunuz?” dedi Vahdet etrafına şaşkın şaşkın bakarak ve sonra üstüne başına göz gezdirip eliyle tutup çekiştirdiği ıslak kazağını göğsünden uzakta tutarak “Üzerime su mu döktünüz siz?” diye hesap sordu.
“Kötü bir rüya görüyordun ve biz de seni uyandırmaya çalıştık.” diye karşılık verdi Dilek.
Tekrar yaktığımız sobanın ısısıyla Vahdet’i ve kıyafetlerini kurutmaya çalışırken sabah oldu. Sobanın başında, sarındığı bir battaniyeyle oturup ısınmaya çalışan Vahdet bir ara yaralı elini uzattığında parmağındaki kızarıklıkların tüm koluna yayılmış olduğunu fark ettik. Sanki kolundaki tüm damarlar kızarıp derisinin hemen altına kadar yükselmiş gibi görünüyordu. Bunu bizden sonra fark eden Vahdet dehşete kapıldı ve “Bu şey tüm bedenime yayılıyor!” diye bağırıp bizden onu bir hastaneye götürmenizi istedi.
“Endişelenme, Eşref bize ilkyardım malzemeleri getirecek ve bunu birlikte halledeceğiz.” dedi Ayhan; ama bu Vahdet’i sakinleştirmede pek işe yaramadı.
Vahdet ayağa fırladı, tahta dolabın rafından ekmek bıçağını kaptı, “Şimdi bu lanet olası şeyden kurtulacağım, bu şey beni öldüremeyecek.” diyerek bıçağın ucunu kolundaki bir kırmızı damarın üzerine sapladı ve onu sökmek için bıçağı kolunun içinde çevirdi.
Ona engel olup, bıçağı elinden almak için ona doğru koştum ama Vahdet kolundaki bıçağı çekip ucunu tehditkar bir tavırla bana doğrultunca durmak zorunda kaldım.
“Sakın yaklaşmayın! Bu otun beni öldürmesine izin vermeyeceğim.” dedi Vahdet.
Hepimiz geri çekilince Vahdet bıçağı koluna solup sokup çıkardı ve sonra kolunu omuzundan kesmeye çalışınca Ayhan onun üzerine atıldı, ama Vahdet bıçağı ona doğru savurunca bıçak Ayhan’ın avucunu yaraladı. O sırada koşup Vahdet’in sırtına atladım ve elindeki bıçağı kavradım. Daha sonra Ayhan ve Dilek de bana yardım edince bıçağı Vahdet’in elinden almayı başardım.
Vahdet tıpkı bir çocuk gibi ağlayıp sinir krizi geçirirken, birisi dış kapıyı dövdü ve Dilek kapıyı açınca gelen kişinin Eşref olduğunu gördük.
“Aman Ya Rabbim,” dedi Eşref yaşadığı şok yüzünden elindeki erzak poşetlerini yere düşürerek, “Ne oldu size böyle?”
“Anlatacak vaktimiz yok, bize hemen ilkyardım malzemeleri getirmelisin.” dedi Ayhan.
Eşref “Tamam gardaşım, hemen getiriyorum.” deyip evden çıktıktan sonra Vahdet’in yaralı kolunu sarmak için divan örtüsünden daha fazla çaput yırttık ve kanamayı durdurduk. Sonra da zeytin, tereyağı, çökelek ve kızılcık reçelinden oluşan kahvaltımızı yaptık. Biz hala çay içiyorken Vahdet divanda uykuya daldı. Rengi bir hayalet kadar solgun görünüyordu ve birkaç defa hapşırdı. O sırada Dilek döndü ve Vahdet’in boynunda görülen kırmızı damarlara dikkatimizi çekerek alçak bir sesle “Bakın, bu şey boynuna kadar ilerlemiş; ama başka yönlere hiç yayılmamış. Yani sanki doğrudan doğruya beyne ulaşmaya çalışıyormuş gibi.”
O anda Ayhan’ın beyninde çakan bir şimşek, yüzünün dehşetle çarpılmasına neden oldu ve bıçakla yaralanmış olan elini tutarak “Bu şey ya bana da bulaştıysa…” diye irkildi.
Dilek bir şey söylemeden durup düşündü, ama suskunluğu sanki bir cevap gibiydi.
“Ama hayır!” dedi Ayhan, yüzünde beliren gülümseyiş gözlerindeki dehşetle tezat oluşturarak, “Bu şey sadece bir ot. Bir bitki bu kadar tehlikeli olamaz herhalde değil mi?”
“Korkarım ki bu şey sandığımızdan çok daha tehlikeli.” dedim, “Eski medeniyetlerin bu bitkiden korunmak için inşa ettikleri yer altı şehirlerinde dolaştım ve bu çiçeği, çizdikleri duvar resimlerinde şeytani güçlerle nasıl özdeşleştirmiş olduklarına şahit oldum. Yerin kat kat altındaki dehlizlerin duvarlarını süsleyen cehennem tasvirlerinde bu çiçeğin çizimlerini gördüm ve bu bitkinin neden olduğu felaketlerden bahseden yazıtların çevirilerini dinledim.”
“Bu şeyin kan yoluyla da bulaştığını bir düşünsenize,” dedi Dilek ürpererek, “Bu tam bir felaket olurdu. Yeryüzündeki hayvansal canlılığı yok olma boyutuna bile getirebilirdi; ama bir bitkinin kan yoluyla çoğalması, gerçekleşmesi gerçekten çok düşük bir ihtimal.”
“Yani elimdeki şu yara için endişelenmeme gerek yok öyle değil mi?” diye sordu Ayhan.
“Endişelenmemen gerekiyor.” diye cevap verdi Dilek, ama yüzündeki donuk ifade sanki böyle demiyor gibiydi.
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 8. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 9. Bölümü İçin TIKLAYINIZ