Genesis’ten Hikayeler; “Kızıl Ölüm Çiçeği (+18)”
Yedinci Bölüm: Teslimat
Dilek, sürücü koltuğunda oturan Ayhan’a “İşte şu bina, ileriden sola dön!” derken, parmağıyla, şehrin beton yığınları arasından, bir lale goncasını andıran mimarisiyle yükselen dev bir cam gökdeleni işaret ediyordu.
“Evet, evet! O bina. Bakın, tepesinde Merid Holding yazıyor.” diyerek onu onayladım.
Benimle birlikte arka koltukta oturan Vahdet, kolunu ve başını açık camdan dışarı sarkıtıp hareketten doğan hava akımının serinletici etkisine bırakırken gökdelenin ucunu görebilmek için başını yukarı çevirdi. Az sonra bizim aracımız binanın otoparkına doğru dönünce; Tufan ve Kadir’in içinde olduğu diğer araç da bizi takip etti.
Ayhan aracı yer altı otoparkının karanlıkta kalan bir yerine park ettikten sonra “Hepimizin gelmesine gerek yok herhalde, değil mi?” dedi ve hemen sonrasında, Tufan ve Kadir’in içinde olduğu araç gelip yanımıza park ettiğinde, onlara seslenmek için camı indirdi ve “Parayı almaya hep birlikte gitmeyelim diyorum. Tek kişi hiç dikkat çekmez. Siz ne dersiniz?” diye sordu.
“Eğer Görkem parayı alıp kaçmayacaksa benim için bir problem yok.” diye cevap verdi Kadir yanımızdaki aracın sürücü koltuğundan.
Ben çantamı alıp arabadan inerken “Biz seni burada bekliyoruz öyleyse.” dedi bana Ayhan.
Sonra asansöre binip ilk kata çıktım ve telefonla Dilaver’i arayıp Kızıl Ölüm’ü bulduğumuzu söyledim, o da beklememi ve biraz sonra yanıma geleceğini söyledi. Zemini kahverengi granit fayans döşeli ve yüksek tavanından altın renkli dev gibi klasik bir avize sarkan lobinin köşesindeki bir koltuğa oturup beklemeye başladım. Az sonra, karşıdaki bir koridorun ağzında beliren Dilaver beni görünce gülümseyip “Hoş geldiniz.” dedi ve yanıma gelip benimle tokalaştı.
“Buyurun, yukarı çıkalım.” deyip eliyle asansörü işaret etti.
“Demek onu buldunuz, sizi tebrik ederim.” dedi Dilaver içine girdiğimiz asansörün düğmelerine basarken, sonra neden tek kişi olduğumu sorgularcasına yüzüme bakıp “Yoksa onu tek başınıza mı buldunuz?” diye sordu.
“Hayır.” diye cevap verdim, “Arkadaşlarım benimle birlikte gelmemeyi tercih ettiler.”
“Ah, anlıyorum.” diyerek, tekrar o insanı rahatsız edici gülümseyişini sergiledi.
Dilaver’in üzerinde yine o tanıdık yoğun sigara kokusu vardı ve bu koku o kadar yoğundu ki bir an önce o asansörden dışarı çıkmak için can attım. Gökdelenin elli ikinci katına ulaşınca asansörden indik ve iki yanı boyunca belirli aralıklarla şeflera çiçekleri ve areka palmiyeleri yerleştirilmiş bir koridorda yürüdükten sonra bir kapıya ulaştık. Dilaver bir anahtarla kapıyı açtıktan sonra gökdelenin çatısına çıkmış olduğumuzu gördüm ve bundan tedirgin olarak, ona burada ne yapacağımızı sordum.
“Endişelenmeyin Görkem Bey,” dedi Dilaver, “alışverişimizi burada yapmak istedim sadece. Eminim ki buranın manzarasının ne kadar rahatlatıcı olduğunu görünce şaşıracaksınız. Önden buyurun lütfen.”
Kapıyı geçince, bu tür yüksekliklere özgü esintiler yüzüme çarpıp kıyafetlerimi silkelemeye başladı ve bir anda yüreğimi kaplayan bir korku dalgasıyla dizlerim titredi; çünkü çatının çevresinde küçücük de olsa ne bir duvar set vardı ne de koruyucu demir ya da cam bariyer, öyle ki o yükseklikte insanı yerçekiminden koruyacak hiçbir güvenlik önlemi yoktu. Helikopter pistini geçip doğruca karşıya yürüdük ve çatının bu kadar ucuna yerleştirilmiş olmaları beni bir hayli şaşırtan iki sandalyenin yanına geldiğimizde Dilaver eliyle sandalyelerden birini işaret ederek “Oturun lütfen.” dedi.
Yüzümdeki şaşkın ifadeyle bir sandalyeye, bir altımızdaki ürkütücü yüksekliğe, bir de kendisinin sınayıcı bir kurnazlıkla kısılmış olan gözlerine baktığımı görünce “Yükseklik korkunuz yoktur herhalde, öyle değil mi? Bildiğim kadarıyla dağcılar böylesine kan dondurucu yüksekliklere alışıktır.” dedi.
“Tabi ki yükseklik korkum yok,” diye karşılık verip sandalyeye yöneldim ve iki yan ayağı gökdelenin çatısının kenarının sadece iki adım uzağında duran sandalyeye otururken aniden şiddetini arttıran esinti, tıpkı eşek şakaları yapan bir arkadaş gibi beni aşağıya doğru itekledi, ama kendisine hayat borçlu olduğum bir refleksle dengemi tekrar sağladım; fakat o an korkudan tüylerim öylesine diken diken oldu ki ancak sandalyeye oturup kolçaklarına sıkı sıkı sarıldığımdan emin olduğumda tekrar soluk alabildim.
“Korkunun zevk verici etkisini daha önce hiç hissettiniz mi Görkem Bey?” diye sordu Dilaver, oldukça rahat hareketlerle karşımdaki sandalyeye yerleşirken.
“Eğer bahsettiğiniz şey buysa, evet, yaşadığım ani korkularda göğsümün içinde bir şeylerin dalga dalga yayıldığını hissettiğim zamanlar oldu.” diye cevap verdim.
“İşte bana da her gün burada saatlerimi geçirten şey, bu sözünü ettiğin hissin bağımlılık yapıcı özelliğinden başkası değil.” diye karşılık verdi ve sonra da “Her neyse,” diye ekledi, fıldır fıldır dönen gözlerini kucağımda tuttuğum sırt çantamın üzerine dikerek “bitki yanınızda öyle değil mi?” diye sordu.
“Ah, ne kadar aptalım. İşte burada.” dedim çantamı açarken.
Bitkinin içinde olduğu kazağı çıkardım ve onu bir bohça gibi açarak Dilaver’e doğru uzattım.
O, kazağın üzerinde duran bitkiye elini uzatırken “Durun!” deyip onu uyardım.
“Bir sorun mu var, Görkem Bey?” diye sordu, tam bitkiyi tutacakken.
“Bitkinin gövdesinde küçük, kancalı dikenler var ve anladığım kadarıyla da battıkları zaman epey acıtıyorlar.” dedim.
“Ah, tabi ya, dikenler…” diyerek sırıttı ve sonra onu parmak uçlarıyla dikkatli bir şekilde kavrayarak göğsünün üzerinde tutup, yüzünü aşağıda küçük çakıl taşları gibi görünen binalara, örümcek ağlarını andıran yollara ve ufukta silik siluetleri seçilen dağlara kadar uzanan, üstü puslu şehrin beton karmaşasına çevirdi, sandalyesine iyice yaslandı ve “Parayı nakit isterseniz herhalde.” dedi.
“Yani, hesabıma yapılacak böylesine yüklü bir para transferiyle dikkatleri üzerime çekmek istemem açıkçası.” diye cevap verdim.
“Haklısınız, ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi ve tek eliyle pantolonunun cebine uzandı, telefonunu aldı ve birini arayıp parayı getirmesini söyledi.
Az sonra binanın çatısına, peşinde neredeyse kendi boyunda, tekerlekli, siyah bir bavul sürükleyen kısa boylu, çelimsiz, gözlüklü bir adam çıktı ve bize doğru biraz yaklaştıktan sonra bu kişinin o yer altı şehrindeki yazıtı okuyan Halil isimli adam olduğunu fark ettim. O, peşinde güçlükle sürüklediği bavulu yanımıza getirip bıraktıktan sonra Dilaver bir süre yüzüme bakıp beni inceledi ve “Gergin ve endişeli görünüyorsunuz, Görkem Bey.” dedi.
“Yo, hayır. Sadece biraz yorgunum.” dedim sahte sahte gülümseyerek.
O sırada bir havlama sesi duyuldu ve başımı yana çevirdiğimde, çatıya çıktığımız kapı istikametinden hızla bize doğru koşan siyah ve iri bir kurt köpeği gördüm. Köpek Dilaver’in yanına ulaşınca ön ayaklarıyla kendisini frenleyip durdu, arka ayaklarının üzerine oturdu ve ağzını sonuna kadar açarak hızlı hızlı solumaya başladı.
“Nerelerdeydin oğlum?” diye seslendi Dilaver, başını okşamak için uzattığı tek elini yalayan kurt köpeğine.
Hayvan sanki ona cevap verir gibi, olduğu yerde bir iki defa sıçrayıp oturduktan sonra “Paranız Halil Bey’in getirmiş olduğu bavulun içinde Görkem Bey, tam tamına altı milyon lira.” dedi.
“Teşekkür ederim.” diyerek sandalyemden, aşağıya bakmamaya çalışarak dikkatlice kalktım, ama buna rağmen, bir saniyeliğine de olsa gözüme takılan altımızdaki caddenin manzarası, toprak üstündeki karınca yollarını andıran sokaklar, koşuşturan böcekler gibi görünen araçlar ve noktalardan oluşan hareketli lekeler gibi kayıp giden insan kalabalıkları gözümü karartıp başımı döndürmeye yetti. Kendime gelecek kadar durup bekledikten sonra gidip bavulu açtım ve banknot destelerine göz attım.
Ben valizin ağzını kapatırken Halil Dilaver’e başka bir isteği olup olmadığını sordu ve ondan “Teşekkür ederim Halil Bey, gidebilirsiniz.” yanıtını aldıktan sonra yanımızdan ayrıldı.
“Ben artık gitsem iyi olacak galiba.” deyip müsaade isteyince, Dilaver “Nasıl isterseniz Görkem Bey, ikimiz için de iyi bir alışveriş oldu.” dedi
“Aynen…” deyip zoraki bir gülümseme sergiledim, Dilaver az önce köpeğinin yaladığı, ıslak ve yapış yapış eliyle benimle tokalaşırken.
Sonra “Hoşça kalın.” diyerek, bavulu peşimden sürükleye sürükleye oradan ayrıldım, Dilaver orada başını okşadığı kurt köpeğiyle birlikte oturup aşağıdaki manzarayı seyrederken.
Otoparka inip hızlı hızlı arabaya doğru yürüdüm ve bavulu bagaja yerleştirdikten sonra tekrar arabanın arka koltuğuna, Vahdet’in yanına oturdum. Kadir’in kullandığı diğer araç yanımızdan hareket edip otoparkın çıkışına doğru ilerlerken bizim aracımız da onu takip etmeye başladı.
“O bavulun içinde tam tamına altı milyon lira var öyle değil mi?” diye sordu aracı süren Ayhan, sonra ben “Evet.” yanıtını verince de dikiz aynasına yansıyan yüzü oldukça memnun bir ifadeye bürünerek “Çok güzel!” dedi.
Ön koltukta oturan Dilek arkasına döndü ve ben geldiğimden beri başını cama yaslayarak uyuklayan Vahdet’e midesinin bulanıp bulanmadığını sordu; Vahdet ise yarı uyuklar vaziyette “Yo, yo. Bir şeyim yok. Sadece çok yorgun ve uykusuzum o kadar.” diye cevap verdi.
“Merak etme Dilek,” diyerek söze karıştı Ayhan,” endişe edecek bir şey yok, zehirlenmiş olsaydı, bu saate kadar çoktan nalları dikmişti.”
Ayhan sonra dikiz aynasından bana bakarak “Dilaver’le yukarıda neler konuştunuz bakalım?” diye sordu.
“Kayda değer bir şey konuştuğumuz söylenemez aslında,” diye cevap verdim, sonradan fark etmiş olduğum birtakım şeylere kendim de şaşırarak “hatta tuhaf bir şekilde, adam Kızıl Ölüm’le bile pek ilgilenmedi. Bana kalırsa bu adam tam anlamıyla kafayı yemiş birisi. Her gün elli iki katlı bir gökdelenin tepesinin tam da kenarına bir sandalye çekip orada saatlerce oturarak manzara seyreden ve yükseklik korkusundan zevk alan birisi için başka ne söylenebilir ki?”
“Ne? Gökdelenin kenarına sandalye çekmek mi?” diye irkildi Ayhan.
Vahdet bitkin ve gözleri kapalı bir şekilde “Lanet olası manyak herif.” diye sayıkladı.
“Neyse, paramızı aldık ya siz ona bakın.” dedi Dilek.
Biz arabayla cadde boyunca ilerlerken Vahdet’in renginin solgunluğu dikkatimi çekti ve Ayhan ile Dilek’e “Sizce onu bir hastaneye götürmemiz gerekmez mi?” diye sordum.
Ayhan buna şiddetle karşı çıktı, Dilek ise Vahdet’in zehirlenme belirtileri göstermediğini ve böyle bir şeye şimdilik gerek olmadığını söyledi.
“Parayı nerede bölüşeceğiz peki?” diye sordum.
“Buraya en yakın yer Kadir’in eviymiş,” diye karşılık verdi Ayhan gözünü yoldan ayırmayarak, “şimdi de Kadir bizi oraya götürüyor. Orada parayı bölüştükten sonra herkes kendi yoluna gider.”
Ayhan sözlerini henüz tamamlamıştı ki Dilek, trafiğin gittikçe daha da yoğunlaştığı caddenin sonundaki kavşakta bekleyen ve tepelerinde mavi kırmızı renkli ışıklar parlayan polis araçlarını çenesiyle işaret ederek “Sizce bunun için endişelenmeli miyiz?” diye sordu.
“Sadece rutin bir kontrol işte,” diye cevap verdi Ayhan, “Bahse girerim ki o ihtiyarın ortadan kaybolduğunu henüz kimse fark etmemiştir bile.”
İçinde Kadir ve Tufan’ının olduğu araca arkadan yaklaşıp yoğun trafiğin yavaş yavaş aktığı polis kontrol noktasına doğru ilerlemeye başladık. Önümüzdeki tüm araçlar teker teker kontrol noktasından geçiyor ve hepsi de birbirinden farklı süreler boyunca polisler tarafından inceleniyordu.
“İçimde kötü bir his var, geri dönmeliyiz.” dedi Dilek nefesi daralırcasına.
“Sağımıza solumuza bir baksana,” diye ona çıkıştı Ayhan, “bir yol ayrımı görebiliyor musun? Nasıl geri döneceğiz, söylesene.”
“Öyle bir imkan olsa bile,” diye mırıldanır gibi konuştu Vahdet, “geri dönebileceğimiz bir yol olsa bile, dönmek, üzerimize dikkat çekmekten başka bir işe yaramaz.”
Önümüzde ilerleyen Kadir’in aracı az sonra dubalarla daraltılan yola girip kontrol noktasına yaklaştı ve o esnada yola yaklaşan iki polisten biri araca durması için eliyle işaret etti. Kadir’in aracı önümüzde durdu, polisler aracın camlarını açtırdılar, Kadir ile Tufan’ı araçtan aşağıya indirdiler, kimliklerini ve aracın evraklarını alıp incelemeye başladılar.”
“İyi ki aracı şu Tufan ayyaşı kullanmıyormuş, yoksa bu polis noktasından geçemezlerdi.” deyip güldü Ayhan.
Önümüzdeki aracın yanında bekleyen Kadir’in gergin bir hali vardı, Tufan onun yanında durmadan volta atıyordu ve iki polis ise onların her hareketini dikkatle izliyordu. Biraz sonra onların daha da ötesinde kafa kafaya verip konuşmakta olan iki polis onlara doğru yaklaşıp silahlarını çektiler “Ellerinizi kaldırın!” diye bağırdılar.
“Aman Allah’ım, neler oluyor?” deyip irkildi Ayhan.
“İşimiz bitti, bizi de yakalayacaklar.” dedi bir sinir krizinin eşiğine gelen Dilek.
“Şüphe çekmeyin, normal görünmeye çalışın!” deyip onları uyardı Vahdet.
Tufan ve Kadir kendilerine doğrultulmuş olan dört silah namlusu karşında ellerini havaya kaldırdılar ve polislerin kendilerinden istedikleri gibi arkalarını döndüler, yüzlerini araca yasladılar ve ellerini başlarının arkasında birleştirdiler. Polislerden birisi Tufan’a yaklaşıp ellerini arkadan kelepçeledi ve onu polis aracına doğru yürütmeye başladı. O sırada başka bir polis, Kadir’e arkasından yaklaştı ve tam kelepçesini onun bileğine geçireceği esnada Kadir hızla dönerek dirseğini arkasındaki adamın yüzüne vurdu. Burnunu tutarak uğunan adamı sırtından tutup çekerek kendine siper eden Kadir adamın silahını belinden çekip aldı ve namlusunu rehin aldığı adamın başına dayadı. Diğer üç polis, rehin alınmış arkadaşlarına zarar vermeden Kadir’i vurabilmek için uygun açı ve zamanı kolluyorlardı.
“Silahlarınızı atın yoksa onu vururum!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Kadir.
“Aman Allah’ım, bu geri zekalı ne yapıyor böyle!” dedi Ayhan.
Vahdet “Yakayı ele verdik galiba.” diyerek koltuğunda doğruldu ve önümüzde olup biteni kaygıyla izlemeye başladı.
Ben ise öne doğru uzanarak, ön koltukta ağlayıp dövünen Dilek’i sakinleştirmeye çalıştım.
Üç polis yavaşça silahlarını indirirken Kadir’e sakin olmasını söylediler; Kadir ise rehin aldığı adamla birlikte arabasının sol tarafına doğru geri geri yürüdü, ön kapıyı açtı, adamı yan koltuğa oturttu ve kendisi de sürücü koltuğuna oturup arabayı çalıştırdı. Motoru avaz avaz bağırarak tozu dumanı birbirine katan araç hızla ilerlerken geride kalan üç polis Kadir’in aracının tekerleklerine ateş ettiler ama bunun faydasız olduğunu anlayınca araçlarına atlayarak Kadir’in peşinden gittiler, ama bu kovalamaca uzun sürmedi; çünkü yaklaşık iki yüz metre ileride beş altı el silah sesi duyulduktan sonra Kadir’in aracı büyük bir gürültüyle refüje girdi ve bir aydınlatma direğine çarparak yan döndü. Peşlerinden giden polisler araçlarından indiler ve çarpışmanın etkisiyle ezilmiş bir konserve kutusuna dönen aracın etrafını sardılar. Polislerin silahlarını doğrultarak yaklaştığı aracın yukarı bakan eğilmiş sağ kapısının kırık penceresinden Kadir’in rehin aldığı adam elinde silahıyla çıktı ve kendisini bitkin bir şekilde aşağıya sarkıttı. İki polis adamı çekip araçtan uzağa taşırken olay yerinin etrafında meraklı kalabalık birikmeye ve arkamızda bekleyen araçlar bize ilerlememiz için korna çalmaya başladı.
“Şimdi tam zamanı, haydi buradan sıvışalım!” dedi Vahdet.
Ayhan “İnşallah yakalanmayız.” diyerek aracı yavaşça sürmeye başladı, kontrol noktasını geçtikten sonra sağ şeride girdi ve arkamızdan gelen araçların gelip bizi geçmesine izin verdi. Diğer araçların kalabalığına karışmış halde yolda yavaş yavaş ilerledik ve Kadir’in kaza yapmış olduğu aracının yanından geçerken polislerin, ezilmiş aracın içine sıkışmış olan Kadir’in parçalanmış cesedini çıkarmaya çalıştıklarını gördük.
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ