Genesis’ten Hikayeler; “Kızıl Ölüm Çiçeği (+18)”
İkinci Bölüm: Zamansız Bir Akşam Yemeği
Yerin yüzlerce metre altındaki o bunaltıcı mezarda bulunduğum sırada hissetmiş olduğum iç sıkıntısının etkisinden midir bilmem, o akşam terastaki masalardan birine oturmayı tercih ettim ve beklerken, izlediğim şehrin ışıklarının karmaşası karşında, aklımdaki gelecek planlarını belli bir düzene oturtmaya çalıştım. İlk gelen Vahdet oldu ve karşımda duran sandalyeyi çekip oturarak, böyle bir yemek davetinin aklıma nereden estiğini öğrenmeye çalıştı; fakat herkes gelmeden önce bunun nedenini açıklamamaya kararlıydım ve bu yüzden de onu büyük bir çabayla, diğerleri gelene kadar oyalamaya çalıştım. Kısa süre sonra Ayhan ve Kadir birlikte geldiler ve onları Dilek izledi. Beni şaşırtmayarak yine en son gelen kişi olan Tufan soluk soluğa masamıza yaklaştı ve kendisine bir yer bulup oturduktan sonra, bizi yaklaşık yirmi dakika bekletmiş olduğu için hepimizden özür diledi. Kızarmış yüzünde sürekli değişip duran anlamsız ifadelerine, konuşmakta güçlük çekmesine ve bizlere boş boş bakan baygın gözlerine bakılacak olursa buraya gelebilmek için bir içki masasındaki heyecanlı bir sohbeti yarıda bırakmak zorunda kalmış olması kuvvetle muhtemeldi. Masadaki herkes birbirine hal hatır sorarken, garson gelip siparişlerimizi not etmeye başladı. Kadir garsona “Ben alabalık alayım.” derken, gerek konuşmasıyla gerek hal ve hareketleriyle, panik atak nöbeti geçiren birinden farksızdı. Ayhan karışık ızgara, Vahdet ise sac kavurma istedi. Tufan ayılabilmek için olsa gerek, sadece bir fincan kahveyle yetindi. Dilek kaşarlı mantarlı güveç sipariş ettikten hemen sonra “Ben de aynısından istiyorum.” dedim ve bu sözlerim, masanın bana en uzak köşesinden bir çift bal rengi bakışın gözlerime bir saniyeliğine yönelmesine neden oldu. O kısacık kaçamak bakışı esnasında gözlerinde sorgulayıcı ve tehdit edici bir ifade görmüştüm. Dilek az önceki davranışımı muhtemelen bir zamanlar ortak zevkleri paylaştığımız bir çift olduğumuzu ima etme çabası olarak görmüştü; fakat bu durum benim için gayri ihtiyari gelişmiş bir olaydı. Bu belki sadece eski bir alışkanlıktan ibaretti; belki de bilinçaltımın derinliklerinden bir anda çıkıp gelmiş olan, eski mutlu günlere duyulan bir özlemin işaretçisiydi.
Hepimizden yaşça büyük olmasından mıdır bilmem, esas konuya ilk değinen kişi Ayhan oldu. “Evet Görkem,” dedi son zamanlarda arazide geçirdiği kavurucu yaz günlerinin kanlandırdığı yeşil gözlerini üzerime dikerek, “bizi böyle apar topar çağıracak kadar önemli olan konuyu açıklamak ister misin?”
Ayhan’ın bu sorusuyla masadaki herkes üzerime dikkat kesilip ne söyleyeceğimi bekledi.
“Öncelikle arkadaşlarım, beni kırmayıp davetime icabet ettiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum,” diyerek konuşmaya başladım, “fakat bu eski dostların bu akşam yemeğinde bir araya gelmesini aslında bu sabah aldığım garip bir iş teklifine borçlu olduğumuzu belirtmek zorundayım:
Dün geceyi Çamardı’ndaki dağ evinde geçirmiştim. Niyetim sabah uyanır uyanmaz bir kahvaltı yaptıktan sonra Büyük Demirkazık Zirvesine tırmanmaktı. İkiz iplerimi, altmışlık ve yüz yirmilik perlonlarımı, sikkelerimi, takozlarımı ve karabinalarımı akşamdan hazırlamıştım; çünkü Doğu Duvarındaki Üç Muz Rotasına tırmanmayı kafama koymuştum.”
“Ne? Üç Muz Rotası mı?” diyerek konuşmamı böldü Vahdet bu esnada. Şaşkınlıktan koca ağzı bir karış açık şekilde öylece kalakalmış olan Kadir’in önüne, biraz sonra garson içi sac kavurmayla dolu tavayı koydu ve ancak bundan dolayı çıkan takırtı, Kadir’i tekrar ağzını kapatmasını akıl edebileceği kadar kendine getirdi.
“İntihar etmeye mi çalışıyordun, Görkem?” diye çıkıştı Ayhan.
Tufan, içerken genzine kaçırdığı suyu, öksürerek ağzından dışarı püskürttü. Dilek bile Üç Muz Rotası ismini duyduğunda, elindeki kaşığı düşürecek kadar dehşete kapılmıştı.
“Ama…” diye konuşmama devam ettim, “ama dağ evinde tanıştığım bir adam bu kararımdan en azından şimdilik vazgeçmeme neden oldu.
Sabah erken saatlerde uyanıp kahvaltı için restorana inmiştim. Havanın ağarmaya başladığı saatlerdi ve restoran bomboştu ya da ben öyle sanmıştım, çünkü kahvaltımı yapmaya daha yeni başlamıştım ki hemen arkamda duyduğum bir ses yerimden sıçramama neden olmuştu.
‘Bu kadar erken…’ diye başlamıştı bu ses, ‘bu kadar erken kalkmış olmanıza bakılırsa zorlu bir tırmanış sizi bekliyor olsa gerek.’
Başımı arkama çevirdiğimde, bu sesin sahibi olan tuhaf görünüşlü adamı gördüm. Tepemde öylece dikilmiş duruyordu ve gerek görünüşüyle gerek davranışlarıyla sanki bulunduğu mekan ve zamana ait değilmiş gibi bir hali vardı. Yani orada ona bakarken kendimi sanki tamamlanmış mükemmel bir yapbozun uyumsuz bir parçasına bakıyormuşum gibi hissettim. Bana tepeden bakan o kapkara bakışlarında insanı rahatsız eden ve umutsuzluğa sürükleyen garip bir ifade vardı. Siyah saçları özenle geriye taranıp kafasına briyantinle iyice yapıştırılmıştı. Güneş altında yanmış gibi görünen teninin rengi sanki bronzdan çok mora yaklaşan bir tondaydı. Ucunda bir tutam sakalın sarktığı çıkık çenesinin ve elmacık kemiklerinin keskin hatlar çizdiği uzun yüzünün ortasında duran kemerli kocaman burnu ona yırtıcı ve tehlikeli bir tabiat katıyordu. Siyah takım elbisesine ve tozsuz, parlak deri ayakkabılarına bakınca, onun bizim gibilerin yıllardır aşındırdığı yolların yolcusu olmadığını tahmin etmek hiç de zor değildi.
‘Evet,’ diye karşılık verdim lokmamı yuttuktan sonra, ‘Büyük Demirkazık Dağının Doğu Duvarına tırmanacağım. Bunu yaparken de Üç Muz Rotasını izleyeceğim ve bu rota da yeterince zorlu ve tehlikeli bir rotadır.’
‘Demek tehlikeden keyif alan birisiniz.’ dedi adam, mırıldanır gibi konuşarak.
‘Her dağcı biraz öyledir.’ diye karşılık verdim.
‘Tabi ya.’ dedi adam, sonra da ‘İzninizle masanıza oturabilir miyim?’ diye sorarak benden müsaade istedi.
‘Tabi, neden olmasın?” diye karşılık verdim yüzüme yalancı bir gülümseme yerleştirerek. Mümkün olduğunca umursamaz ve rahat görünmeye çalışıyordum ama sanırım o an bunu sağlamada pek başarılı olamadım, çünkü bu garip adamın benimle bir derdi olduğu artık gün gibi ortadaydı ve bu da beni adamakıllı huzursuz etmeye başlamıştı.
Adam ellerini ovuşturduktan sonra, tıpkı seğirten bir fare gibi, ayak parmaklarının üzerinde, hızlı adımlarla masanın diğer tarafına yürüdü ve karşımda duran sandalyeyi nazikçe çekerek oturdu. Kaba vücut hatlarının iriliği ile kendini nazik göstermeye gayret ettiği davranışları birbiriyle aleni bir tezat oluşturuyordu; öyle ki o an yüzümdeki sahte gülümseme benim üzerimde ne kadar eğreti duruyorsa, bu adamın nezaketi de kendi üzerinde o kadar eğreti duruyordu. Adamın üzerine yoğun bir sigara kokusunun sinmiş olduğunu, ancak o karşıma oturacak kadar bana yaklaştıktan sonra fark ettim ve bu koku o kadar yoğundu ki eğer onu arazide, tırmanış kıyafetleri içinde görmüş olsaydım, onun yanan kocaman bir kamp ateşinin başında saatler geçirmiş olduğunu sanırdım.
“Adım Dilaver Acar. Merid Holdingin Kayseri temsilcisiyim.” diye konuşmaya başladı adam ve ses tonu artık ciddi bir havaya bürünmüştü, “Sizinle burada bu şekilde karşılaşmamız bir tesadüf değil Görkem Bey.”
İlk defa görüyor olduğum bu tuhaf adamın ismimi telaffuz etmiş olmasından duyduğum şaşkınlıkla irkildim ve
“Adımı nereden biliyorsunuz?” diye sordum.
“Biliyoruz, çünkü sizinle çalışmak istiyoruz.” diye cevap verdi adam ve sonra “Ama maalesef bu konuyu size burada açıklayamam.” diye ekledi. Sonra adam ne tepki vereceğimi gözlemlemeye çalışıyormuş gibi gözlerini gözlerime dikti ve kemikli, kocaman ellerini masanın üzerinde birbirine kavuşturup, uzun tırnaklarını birbirine vurarak beklemeye başladı.
‘Peki nerede açıklamayı düşünüyorsunuz?’ diye sorduğumda, adam ‘Sizinle küçük bir yolculuğa çıkmamız gerekecek Görkem Bey.’ diye cevap verdi.
‘Size az önce de söylediğim gibi, birazdan başlamam gereken bir tırmanışım var Dilaver Bey.’ diye karşılık verdim.
‘Demirkazık Dağı milyonlarca yıldır orada duruyor, Görkem Bey’ dedi adam, pencereden görünen söz konusu dağı eliyle işaret ederek, ‘ve eminim biz yolculuğumuzdan dönene kadar da oradan bir yere ayrılmayacaktır. Hem size anlatacaklarımı dinledikten sonra Demirkazık uzunca bir süre ilginizi çekmeyecektir.’
Adamın tüm bu gizemli konuşmaları içimi ürpertmişti, ama içten içe merakımın kamçılandığını da hissetmiyor değildim.
‘Peki,’ dedim, elimdeki çatal ve bıçağı masaya bırakarak, ‘ne yapacağım biliyor musunuz Dilaver Bey? Kahvaltımı yarıda bırakacağım ve hatta şu bardaktaki çayımı bile bitirmeyeceğim. Haydi, nereye gideceksek gidelim.’
Bunun üzerine adam oturduğu yerden kalktı ve ‘Beni takip edin lütfen.’ dedi.
Birlikte restorandan çıkıp lobiye vardığımızda Dilaver, orada oturmakta olan dört adama bir baş hareketi yaptıktan sonra adamlar yerlerinden fırlayıp dışarı koştular. Az sonra biz de dağ evinin önüne çıktığımızda siyah renkli iki lüks araç kapının önüne yanaştı ve bir anda nerden ortaya çıktığını anlayamadığım eciş bücüş bir adam arkadaki aracın arka kapısını açarken, Dilaver ‘Buyurun Görkem Bey.’ dedi.
Yolculuğumuz boyunca yanımda oturan bu Dilaver denen adam felsefi, ahlaki ve toplumsal konulara değindi ama nereye niçin gidiyor olduğumuzla ilgili tek bir kelime bile söylemedi. Aslında adam sıkıcı birisi sayılmazdı ama etrafına yaydığı o mide bulandırıcı duman kokusu onu katlanılmaz kılıyordu. Bu işkenceye yaklaşık elli dakika tahammül ettikten sonra araç yavaşlayıp durdu ve ‘İşte geldik.’ dedi Dilaver.
Araçtan inip bir yer altı şehrine inen mağaranın içine girdik ve yerin üç kat altına inip bir mezar odasına ulaştık. Duvarlardan birinde kan dondurucu bir cehennem tasviri ve altında da Yunanca yazılmış bir dörtlük vardı. Adam duvar resmindeki bir çiçeği gösterdi ve benden onu bulmamı istedi.”
Ben bunları söylerken masadaki herkes canından bezmiş gibi bir yüz ifadesiyle beni dinliyordu ya da dinliyormuş gibi görünüyordu. Tufan ağzı açık bir şekilde sızmak üzere, bir dirseğini masanın üzerine koyup, yanağını avucunun içine dayamıştı. Ayhan parmaklarını bir bulaşık telini andıran saçlarının içinde gezdirerek, dikkatini bana vermeye çalışıyordu ve bunu yaparken oldukça zorlanıyormuş gibi görünüyordu. Dilek ise çantasından çıkarmış olduğu cep aynasının yardımıyla makyajını kontrol edecek kadar konudan kopmuş görünüyordu; ama neyse ki altı milyon liradan bahsettiğimde masadaki herkesin keyfi yerine geldi. Ben bu meblağı telaffuz eder etmez, Tufan kanatlı bir hayvanın sesini işitmiş bir tilki gibi heyecanla sıçrayıp kulaklarını dikti; Ayhan’ın o ana kadar yarı baygın bakan gözleri bir anda yuvalarından fırlayacak gibi oldu; Dilek ise şak diye katladığı cep aynasının üzerinden gözlerimin içine bakarken, gözlerinde, onunla ilk buluştuğumuz günkü ışıltılar yanıp sönüyordu.
“Ne..?” diye uzata uzata vurguladı Kadir, “ Altı milyon mu?”
“Bir şey sorabilir miyim Görkem?” dedi Vahdet, bir anda ciddi bir tavır takınıp kaşlarını çatarak, “Merak ediyorum da acaba böyle yolunacak kazlar neden hep seni buluyor?”
O esnada Kadir “Kendisi de bir kaz kafalı olduğu için olabilir mi?” diyerek araya girdi.
Bunun üzerine Vahdet gıdaklayan bir tavuk gibi kıkırdadı, Tufan ise anıran bir eşek gibi kahkahalar attı; ama Ayhan onları çok geçmeden susturmayı başardı ve bana bu bitkinin neden bu kadar önemli olduğunu sordu.
“Çiçeğin içerdiği zehri tıp alanında kullanmayı planlıyorlarmış.” diye cevap verdim ona.
Dilek “ Kanser tedavisinde falan kullanacaklar herhalde.” diye söze karıştı.
Sonra herkesin, bir şeyler söylememi bekler gibi gözlerimin içine baktığını hissettiğim anda “Bu çiçeği tek başıma bulamam, çünkü çiçeğin Erciyes Dağının yaz kış erimeyen buzullarının içinde bir yerlerde olduğu düşünülüyor.” dedim, “Dilaver benden bir arama ekibi kurmamı istedi ve benim de aklıma bu iş için ilk siz geldiniz. Eğer altı gün içinde bitkiyi bulabilirsek parayı aramızda eşit olarak bölüşeceğiz.”
“Dur bir dakika!” dedi, Ayhan yemek yemeye ara verip peçeteyle ağzını silerek “Yani bu adam Erciyes buzullarının içinde bir bitki aramak için sana sadece altı gün mü verdi?”
“Evet,” diye cevap verdim ve “ anladığım kadarıyla adam bu altı gün konusunda oldukça kuralcı.” diye ekledim.
“Neden yedi ya da beş değil de altı gün acaba?” diye kendi kendine mırıldandı Dilek.
“İş hayatındaki insanlar için zamanın ne kadar önemli olduğunu bilmiyormuşsun gibi konuşuyorsun.” diye ona karşılık verdi Vahdet ve daha sonra bana dönüp “Keşke şu enayiye on kişilik bir ekip kuracağını söyleseydin de on milyon lirayı aramızda bölüşseydik.” dedi.
“Hayır,” dedim hafızamı şöyle bir yoklayarak, “Dilaver bizim kaç kişi olduğumuzu bilmiyor; aslında doğrusunu söylemek gerekirse o bu konuyla ilgilenmiyor bile. Onun için önemli olan tek şey Kızıl Ölüm Çiçeği. Ben ona ekip sayısıyla ilgili hiçbir şey söylemeden altı milyon lira teklif etti.”
“Anlaşılan adamın altı sayısına karşı bir takıntısı var.” dedi Dilek.
“O zaman…” diye başladı Vahdet, “öyleyse şu anda altı kişi olmamız da ilginç bir tesadüf.”
“Evrende tesadüf diye bir şey yoktur.” dedi Ayhan başını iki yana sallayarak, “Şöyle ki adamın altı günden ve altı milyon liradan bahsetmesi Görkem’in bilinçaltını koşulladı ve kendisi farkında olmadan altı kişilik bir ekip oluşturmak bizleri buraya çağırdı.”
“Belki de tam olarak bu şekilde olmuştur.” dedim ve sonra “Ama size şu kadarını söyleyebilirim ki özellikle altı kişilik bir ekip oluşturma amacı gütmemiştim.” diye ekledim.
“Her halükarda bu çok ilginç bir durum.” dedi Tufan başını masadan kaldırıp yüzünü eliyle ovuşturarak ve sonra, zaten açmakta güçlük çektiği gözlerini yumup bir eliyle parmak hesabı yaparak “Altı gün, altı milyon, altı kişi.” diye sözlerine devam etti.
“Her neyse…” dedim, “bizi ilgilendiren şey, alacağımız para. Şimdi şunu açıklığa kavuşturalım; içinizde bu işi kabul etmeyen var mı?”
Bu sorumum ardından herkesin suspus olup birbirine bakmasından anlaşıldığı kadarıyla masadaki herkes söz konusu parayı almak için can atıyordu.
“Pekala,” dedim, yerde, ayaklarımın dibinde duran kırmızı klasörü masanın üzerine koyarken, “bunun içinde işimize yarayacak haritalar, çizimler ve uydu resimleri var.”
Klasörden çıkardığım dosyaları masanın üzerine yaydıktan sonra başımı kaldırdığımda Dilek’in gözlerimin içine bu sefer neden şefkatle baktığına bir anlam veremedim. Garson masadaki boş tabakları toplarken dosyalar ve kağıtlar elden ele dolaştı; daha sonra haritalar, krokiler, fotoğraflar ve çizimler detaylıca incelendi; olası rotalar üzerinde uzun uzadıya tartışıldı. Böylelikle geçen birkaç saat sonra, hep birlikte masadan kalkarken Tufan hala kendi kendine şöyle mırıldanıyordu:
“Altı, altı, altı.”
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 8. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 9. Bölümü İçin TIKLAYINIZ