Genesis’ten Hikayeler; “Kızıl Ölüm Çiçeği (+18)”
Dokuzuncu Bölüm: Tohum
“Hiç suyumuz kalmamış.” dedi Dilek elindeki boş güğümü sallayarak.
“Evin arkasındaki yamaçta bir su gözdesi var. Ben gidip su getireyim.” diye karşılık verdi Ayhan.
“Olmaz! Senin elin yaralı.” dedim köşede duran iki boş bidonu elime alarak, “Sen biraz uzanıp dinlen.”
“Öyleyse ben de seninle geleyim,” dedi Dilek bana dönerek, “hem biraz hava almış olurum.”
“Peki, nasıl istersen.” diye karşılık verdim.
Ayhan bize su gözesinin yerini iyice tarif ettikten sonra Dilek’le birlikte dışarı çıktık ve evin arkasındaki üç büyük çam ağacını geçerek ormanın içindeki patikayı izlemeye başladık.
“Beni neden Kızıl Ölüm’ü aramaya çağırdın.” diye sordu Dilek.
Önce ne söyleyeceğimi bilemedim, ama sonra “Geçmişte birlikte birçok zorluğun üstesinden gelmiştik, bunu da birlikte başaracağımıza inandığım için seni çağırdım.” diye cevap verdim.
“Evet,” dedi Dilek biraz durup düşündükten sonra, “birçok zorlu tırmanışı başardık, ama ne yazık ki böyle bir ilişkiyi sürdürmeyi başaramadık.”
Dilek bunları söylerken sesindeki suçlayıcı ton boğazımın düğümlenmesine neden olmuştu; çünkü onu terk ederken tam da bu ifadeleri kullanmıştım. “Bu ilişkiyi artık sürdüremiyorum.” demiştim onun yaşlı gözlerine bakarak. Bana “Neden” diye sormamıştı; ama sorsaydı bile, onu, sonrasında benimle sadece birkaç ay gönül eğlendirecek olan varlıklı bir iş kadını için terk ediyor olduğumu söyleyemezdim zaten.
O sırada duyulmaya başlayan su gözesinin şırıltısı sanki üçüncü bir kişinin bu tatsız sohbetimize dahil olması gibi, konuyu değiştirmeme yardımcı oldu ve “İşte sonunda su gözesini bulduk.” dedim.
Yamaca kazılmış küçük bir çukurun çamurlu tabanından kaynayarak çıkan ve doldurduğu çukurun ağzına birileri tarafından yerleştirilmiş kuru bir söğüt kabuğundan akan suyu bidonlara doldurup eve geri döndük. İçeri girdiğimizde Vahdet divanda oturmuş pencereden dışarıyı seyrediyordu. Sobaya odun atmakta olan Ayhan çenesiyle Vahdet’i işaret edince Vahdet’in yanağına kadar yayılmış kırmızı damarlar dikkatimizi çekti.
“Nasılsın Vahdet?” dedi Dilek.
“Baş ağrısı dışında kendimi iyi hissediyorum,” diye cevap verdi Vahdet gözünü pencereden ayırmayarak, “hatta o kadar iyiyim ki şu anda bir kaya tırmanışı bile yapabilirim.”
“Bu çok güzel.” diye karşılık verdi Dilek gülümseyerek, sonra da bana dönüp “Odun da azalmış Görkem, haydi gidip odunluktan biraz odun getirelim.” dedi.
Dışarı çıktıktan sonra Dilek sesini alçaltarak “Vahdet’in vücudundaki şey tahmin ettiğimden daha hızlı yayılıyor,” dedi, “öyle sanıyorum ki yayılma hızı, içinde yaşadığı organizmanın direncine göre değişiklik gösteriyor. Ne olursa olsun onu bir hastaneye götürmeliyiz. Bu şeyin ne kadar bulaşıcı olduğunu bilmiyoruz, biz de tehlikede olabiliriz.”
Biz bunları konuşurken evin karşısındaki ağaçların altındaki patikada Eşref göründü.
“Selamünaleyküm, arkadaşınız nasıl?” dedi Eşref yanımıza geldiğinde.
“Aleykümselam, iyi sayılır.” diye cevap verdim ve sonra Dilek’le birlikte odunluktan birer kucak odun alarak hep birlikte içeri girdik.
“İstediğiniz ilaçlarla malzemeleri getirdim. Size biraz da yemek getirdim.” dedi Eşref elindeki poşetleri yere bırakırken.
“Sağ ol kardeşim.” dedi Ayhan, sonra da “Haberlerde bizimle ilgili bir şey gördün mü?” diye sordu.
“Yok gardaşım, bir şey görmedim.” diye cevap verdi Eşref.
Sonra Ayhan “Al bunu kardeşim,” dedi Eşref’e, dörde katlanmış bir defter sayfasını uzatarak, “Bu adamın yanına git, selamımı söyle. Durumumuzu anlat ve yurtdışına kaçmamız için bize bir tekne ayarlamasını söyle. Bu kağıtta telefon numarası ve adresi yazıyor, Tamam mı?”
“Tamam gardaşım, sen olmuş bil.” dedi Eşref Ayhan’ın uzattığı kağıdı alıp cebine koyarken.
Sonra Vahdet’in yanağındaki kırmızı damarlar Eşref’in dikkatini çekmiş olacak ki ona doğru yaklaştı ve “Senin bir isteğin sözün var mı birader?” diye sordu.
Vahdet ağzının içinde mırıldanarak bir şeyler söyledi.
Eşref “Anlamadım.” diyerek ona daha da yaklaşıp başını uzattığı esnada Vahdet hapşırdı ve hem ağzından hem de burnundan saçılan koyu renkli kan Eşref’in yüzüne saçıldı.
Vahdet iç organlarının dışarı kustuğu kanın dehşetini yaşarken, Eşref yüzündeki kanı koluyla silerek evden dışarı çıktı ve Dilek elinde güğümle onun peşinden gitti.
“Hemen yüzünü yıka, ama yıkarken gözlerini sımsıkı kapat!” dedi Dilek elindeki güğümü Eşref’e doğru uzatarak.
Eşref Dilek’in döktüğü suyla yüzünü yıkadıktan sonra “Sağ olasın bacım.” dedi.
Dilek’in “Allah kahretsin, şu olanlara bak!” diye yakındığını görünce, “Ziyanı yok bacım, geçti gitti işte.” dedi Eşref, “Ben köye ineyim artık. Haydi kalın sağlıcakla”
Eşref köye inen patikanın yolunu tutarken, Dilek gözlerimin içine bakıp başını iki yana salladı. Eve tekrar girdiğimizde Ayhan Vahdet’e içmesi için bir bardak su uzatıyordu.
“Bana neler oluyor? Ölmek istemiyorum.” diye sızlandı Vahdet bizi görünce.
“Dayan kardeşim,” dedi Ayhan ona, “Eşref bize yurtdışına kaçabileceğimiz bir tekne ayarlayacak. Biraz daha dayan.”
“O kadar zamanımız olmayabilir,” diyerek söze karıştı Dilek, “konağın ağızından ve burnundan kan gelip hapşırması bu bitkinin üreme yollarından birisi olabilir. Eğer bu şey bu kadar bulaşıcı bir şeyse hepimiz tehlike altındayız demektir. Bence sonu ne olursa olsun bir hastaneye gidip tedavi olmalıyız.”
“Peki gidelim, ama yarın sabaha kadar bekleyelim.” diye karşılık verdi Ayhan, “Eşref bize Mersin limanından bir tekne ayarlamaya gitti. Yarın sabaha kadar bir haber gelmezse gideriz.”
Dilek ona herhangi bir cevap vermedi, ama suskunluğu, istemeyerek de olsa Ayhan’ın teklifini kabul ettiğini
söyler gibiydi.
“Yalvarırım buradan gidelim.” diye ağlamaya başladı Vahdet.
“Tamam kardeşim, her ne olursa olsun yarın sabah buradan gitmiş olacağız.” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı Ayhan.
Dilek Eşref’in getirmiş olduğu poşetleri karıştırdı ve bulduğu ilaçlarla Vahdet’in yaralarına pansuman yapıp sardı. Sonra Vahdet başının çok ağrıdığını söyleyince ona ağrı kesici bir hap verdi. Vahdet’in yüzündeki kırmızı damarlar şakağına kadar yükselmişti.
Vahdet Dilek’e onu damarlarını sarmış olan bitki sürgünlerinden kurtarmasını söyledi, ama Dilek ona bu kadar kapsamlı bir ameliyatlı gerçekleştiremeyeceği cevabını verdi.
Akşam gaz lambası ışığında, yanan odun sobasının çevresinde otururken hepimizin yüzünden umutsuzluk akıyordu. Herkesin gözleri bir yerlere dalmış olduğu gibi, zihinleri de birtakım derin düşüncelere dalmış gibiydi.
“Düşünüyorum da,” dedim az önce kendi zihnimi meşgul eden şeyleri dışa vurma gereği hissederek, “belki dinozorların yeryüzünden silinmesinin sorumlusu da bu bitkidir. İnsanlar bu bitkiden korunmak için yer altına sığınmış. Belki de milyonlarca yıl önce yer altı tünellerinde yaşayan kemirgen memeliler ve deniz canlıları dışında tüm türler bu bitki yüzünden yeryüzünden silindi. Yer altı şehirlerinde yaşayan insanlar boş yere bu bitkinin şeytan tarafından cehennemden getirildiğine inanmıyorlarmış demek ki?”
“Ne? Buna mı inanıyorlarmış?” dedi Dilek gözleri dehşet verici bir şeyler keşfetmiş gibi büyüyerek.”
“Evet, ne var ki bunda?” diye karşılık verdim.
“Belki de gerçekten öyledir.” dedi Dilek, “Belki de çiçeği bulmamız için başından beri şeytani güçler tarafından yönlendirildik. Öldürdüğümüz şu adam adının Bila olduğunu söylemişti, hatırlıyor musunuz? Erciyes’ten indikten sonra bu ismin anlamını araştırdım. Keltçede cehennem tanrısı anlamına geliyormuş. Düşünsenize o adamla karşılaşmamış olsaydık belki de çiçeği bulamayacaktık.”
“O çirkin kurt bize musallat olmasaydı da çiçeği bulamayacaktık.” diye karşılık verdim içim ürpererek, “Yer altı şehrindeki cehennem tasvirlerinde o kurdun çizimlerini gördüm, ölü insanların parçalanmış bedenleriyle oynuyordu.”
“Sonra Dilaver’in çiçeği bulmanız için bize altı gün süre vermesi, karşılığında altı milyon lira ödemesi ve bizim Erciyes’e altı kişi çıkmamız…” dedi Dilek, “Altı yüz altmış altı. Bu şeytani bir sayı.”
“Belki,” dedim o an aklıma gelen korkunç bir düşünce eşliğinde, “belki Dilaver de…”
“Saçmalamayı kesin!” diyerek sözümü kesti Ayhan, “Bunlar eski insanların batıl inançlarından başka bir şey değil. Ben uyuyorum, hurafelerinizi dinleyeceğime yatıp dinlenmeyi tercih ederim.”
Son on dakikadır hiçbir şey söylemeden tavandaki cisirleri izleyen Vahdet’i uyuması konusunda ikna ettikten sonra bizde uyuduk.
Sabah Ayhan’ın bağırtısıyla uyandık ve ona ne olduğunu sorduğumuzda bize yaralı avucunda ortaya çıkmış olan kırmızı damarları gösterdi.
“Aman Allah’ım! Kan yoluyla da bulaşıyormuş.” dedi Dilek.
“Dilaver bitkinin tıp alanında kullanılacağını söylemişti.” dedim, “Bu durumda bu şeyin kaç kişiye bulaşacağını bir düşünsenize.”
“Haydi, daha fazla vakit kaybetmeden buradan gidelim.” diye sızladı Ayhan.
“Vahdet nerede peki?” diyerek sağa sola bakındı Dilek.
“Dışarıdadır herhalde.” diyerek evden dışarı çıktım ve Ayhan’la Dilek beni takip etti.
Avazımız çıktığı kadar Vahdet’e seslendik, ama çam ağaçlarından karga sürülerini havalandıran ve ormanda yankılanan bağrışmalarımıza yanıt alamadık. Evin önündeki koruluğu ve arka taraftaki ormanı, su gözesine kadar didik didik aradıktan sonra nefes nefese tekrar evin önüne geldik.
“Köye inmiş olmalı, haydi biz de gidelim.” dedi Ayhan.
“İyi de neden bizden habersiz gitmiş olsun?” dedim.
“Gitmesine izin vermeyeceğimizi düşünmüştür, neden olacak?” diye karşılık verdi Ayhan ve bizim hiçbir şey söylemeden durup düşündüğümüzü görünce panik içinde “Ne duruyorsunuz geri zekalılar? Haydi buradan gidelim!” diye bağırdı.
Ayhan’ın bağırtısından ürken başka bir karga sürüsü, dağ evinin hemen arkasındaki üç büyük çam ağacının birinin üzerinden havalanıp tepemizde daireler çizdikten sonra tekrar aynı ağacın üzerine kondu. Tepesinde, kargaların çığlık atıp birbirini kovaladığı ağaca yaklaşıp dikkatlice baktığımda, yeşil sık dalların arasında Vahdet’in kıyafetlerinin rengi gözüme çarptı.
“Vahdet!” diye seslendiğimde kargaların vahşi çığlıkları şiddetlendi.
Elini gözünün üzerinde güneşe siper ederek yukarı bakan Dilek “O ağacın tepesinde ne yapıyor?” diye sordu ve hemen ardından hapşırdı.
“İn oradan aşağı salak herif! Gidiyoruz.” diye bağırdı Ayhan.
“Hareket etmiyor. Yukarı çıkıp bakacağım.” deyip ağaca tırmanmaya çalıştım, ama ağacın gövdesinin ilk dört metresinde dal ya da budak olmadığı için bir kaç defa kayıp düştüm.
“Bu adam buraya çıkmayı nasıl becermiş? dedi Ayhan, ben botlarımı çıkarırken.
Çoraplarımı da çıkardıktan sonra, kabukları rende dişlerinden farksız olan ağacın reçineli ve böcekli yüzeyine sarılarak çıplak ayaklarımla tırmanmaya başladım. Ağacın dallı kısmına ulaştığımda işim biraz daha kolaylaştı ve çok geçmeden ağacın ucuna yaklaştım. Ağacın esen rüzgarla esneyip öne arkaya bükülüp durduğu tepesine ulaştığımda, Vahdet’in üzerine konup kalkan kargaları bağırarak kovaladım ve tamamen yanına çıktığımda gördüğüm şey o kadar korkunçtu ki neredeyse otuz metreden aşağıya çakılmama neden olacaktı. Ağacın uç kısmındaki gövdeye iki eliyle sarılmış olan Vahdet’in bir gözü ve yanağının bir bölümü kargalar tarafından didilip parçalanmıştı ve sağlam olan gözü tamamen açık bir şekilde yukarı bakıyordu; ama en korkuncu ise kafasının üst kısmını bir çekirdek kabuğu gibi yarıp çıkmış olan Kızıl Ölüm Çiçeğiydi. Zümrüt yeşili enli yapraklarını güneş ışığına çevirmiş olan bitkinin tepesinde kocaman kırmızı bir çiçek açmıştı. Çiçeğin göz alıcı, parlak ve kadifemsi taç yapraklarına bakarken bir rüzgar çiçeğin üzerinden kaldırdığı kırmızı bir tozu yüzüme savurdu ve genzime kaçan bu toz birkaç defa hapşırmama neden oldu.
Aşağıdan bana seslenip duran Ayhan ve Dilek’e Vahdet’in öldüğünü söylediğimde aşağıdan ağlaşmalar ve yakınmalar duyuldu. Vahdet’in cesedini aşağıya indirmeye çalışırken bedeninin bir odun gibi sert oluşuna şaşırdım. Ağaç kabuğuna gömülmüş tırnaklarını ağaçtan kurtarmak için var gücümle çaba sarf ettim ve bunu başardığımda Vahdet’in cesedi bir kütük gibi dalların arasından kayıp düştü ve tok bir gümlemeyle yere çakıldığında aşağıdan çığlıklar yükseldi.
Ağaçtan indiğimde Ayhan ve Dilek dehşet ve hayretler içinde Vahdet’in cesedini ve Kızıl Ölüm Çiçeğini inceliyorlardı. Dilek çiçeğe ve açmaya yüz tutmuş tomurcuklara daha yakından bakmak için yaklaştığında karşısındaki cesedin yarılmış kafasından ve oyulmuş gözünden midesi bulandı ve arkasını dönüp öğürdü. Bir sinir krizi geçirmekte olan Ayhan’ı sakinleştirdikten sonra “Gördünüz mü?” dedim elimle Kızıl Ölüm Çiçeğini işaret ederek. “Bu çiçek de her çiçek gibi üreyebilmek için çiçek açtı ve tohumlarını rüzgar yardımıyla daha uzaklara taşıyabilmek için Vahdet’i ağacın en tepesine tırmandırdı, tıpkı buzul mağarasında iskeletini bulduğum ve yarık kafatasının üzerinden çiçeğin fosilleşmiş parçasını aldığım o adamı Erciyes dağına tırmandırmış olduğu gibi. Çiçek işte bu yüzden yükseklerde açıyor. Çiçeğin tohumları toz zerrecikleri kadar küçük ve biz onları çoktan teneffüs ettik. Bu şey şu anda hızla şehre yayılıyor olmalı, çünkü ben parayı alıp geri dönerken Dilaver kucağında Kızıl Ölümle birlikte o gökdelenin en tepesinde oturuyordu.”
“Haydi gidip insanları uyaralım.” dedi Dilek ben botlarımı giyerken.
Ayhan “Hay Allah! Para çantasını unuttuk.” dedi ve sonrasında eve koşup içinde para olan sırt çantasını zorlanarak getirdi, sonra da bana “Bunu sen sırtla Görkem, ben taşıyabilecek kadar kendimi iyi hissetmiyorum.” dedi.
Kocaman para çantasını sırtıma geçirdikten sonra hep birlikte ormanın içine ilerleyen patikaya düştük ve Vahdet’in korkunç cesedini öylece yerde bırakarak köyün yolunu tuttuk. Yamaçlardan aşağıya doğru tökezleye tökezleye öyle hızlı iniyorduk ki sanki arkamızda bıraktığımız dehşetten kaçıyorduk, ama ulaşmayı umduğumuz yerde bizi nelerin karşılayacağı konusunda hiçbir şey bilmiyorduk.
Nefes nefese köye indik ve Eşref’in evine vardık. Ayhan açık bahçe kapısından içeri girdi ve ceviz ağaçlarının altından eve doğru yürürken “Eşref!” diye seslendi, ama ona kimse yanıt vermedi; sonra evin aralık bırakılmış kapısını açıp içeri girdi ve bir süre sonra “hiç kimsecikler yok.” diyerek dışarı çıktı.
Bir süre evin önünde dolanıp duran Ayhan bu sefer de pencerelerin parmaklarına tırmanıp çatıya çıktı ve etrafa bakındı, daha sonra evin bacasına sarılıp etrafı izlemeye başladı.
“Bu salak orada ne yapıyor?” diye kulağıma fısıldadı Dilek.
“Bunu ona bitki yaptırıyor,” diye ona karşılık verdim ve sonra da Ayhan’a çatıdan inmesi için seslendim.
Uzaklara gözü dalmış olan Ayhan benim sesimle irkildi ve çatıdan inip yanımıza geldi.
“Evde ve civarda hiç kimsecikler yok.” dedi Ayhan, “Haydi arabayı samanlıktan çıkaralım.”
Hep birlikte samanlığa koştuk ve arabayı gömülü olduğu saman yığınından çıkardık. Ben sürücü koltuğuna oturup kontağı çalıştırdım; Dilek yanıma, Ayhan ise para çantasıyla birlikte arka koltuğa oturdu.
İlçe merkezinin girişinde, yol kenarındaki bir elektrik direğinin tepesine çıkıp kolları ve bacaklarıyla direğe sarılmış olan bir kız gördüğümüzde, Dilek eliyle, kızın başını delip çıkmış olan çiçeği işaret ederek “Aman Allah’ım, bu bitki tahmin ettiğimizden daha bulaşıcıymış.” dedi.
Yolun yaklaşık elli metre devamında, bir aracın çarpıp dibinde kaldığı bir başka elektrik direğinin tepesinde, az önce gördüğümüz kızın tanıdıkları oldukları kuvvetle muhtemel olan, birbirlerine sarılmış bir adam ve bir kadın gördük. İkisinin de kafasından filizler vermeye başlamıştı. Daha sonrasında gördüğümüz şeyler ise tüm bunlardan çok daha korkunçtu. Aralarındaki yolda aracımızla ilerlediğimiz apartmanların çatılarının kenarlarına onlarca insan kaskatı vücutlarıyla yapışıp kalmış ve kafalarından çiçekler açmıştı. İlçenin hastane binasının durumu da bundan farklı değildi; kadınlar, erkekler, yaşlılar ve gençler çatı kenarlarında, bir kayanın tepesine yapışmış deniz kabukluları gibi yan yana üst üste donup kalmışlardı ve kafalarından çıkmış çiçekli bitkiler kıpkırmızı bir gül bahçesini andırıyordu. Orada Ayhan arabadan inmek istedi. Dikiz aynasında, onun kırmızı damarlar yürümüş öfkeli yüzünü gördüm.
“Saçmalama Ayhan,” dedim, “Görmüyor musun? Burada bizi tedavi edebilecek kimse yok.”
Arabayı şehir merkezine doğru sürdüm. Yol boyunca hızla karşı yönden gelen araçlar ve sağa sola koşuşan insanlar gördük ama durup onlara seslenmemize rağmen hiçbiri bizi umursamadı. Kaza yapmış araçların ve tepesine insanların biriktiği aydınlatma direklerinin arasından geçerek saatlerce yol gittik. Şehir merkezine vardığımızda binaların üzerleri kıpkırmızı gelincik tarlaları gibi görünüyordu. İnsanlar her yüksek yerin tepesinde mantar gibi üst üste bitmişti. Kemik gibi katılaşmış insan vücutlarının üstünde açan binlerce kırmızı çiçekten oluşan bahçeler, esen rüzgarlarla birlikte küçük kırmızı tohumlarını etrafa saçıyor ve böylelikle şehrin üzerinde kırmızı toz bulutları uçuşuyordu.
“Haydi bir hastane bul, seni aşağılık herif!” diye kükredi arkadan Ayhan.
“Ben de buna uğraşıyorum zaten.” diye karşılık verdim.
Genişçe bir caddede ilerlerken karşımızdan kalabalık bir insan topluluğu koşarak bize doğru gelmeye başladı ve az sonra arabamız bu insan selinin ortasında küçük bir adacık gibi kalmadı. O kadar hızlı ve güçlüydüler ki yanımızdan geçerlerken aracımız sarsılıyor, devrilecek gibi oluyordu. İnsanlar bizi geçip caddenin her iki yanındaki yüksek katlı binalara akın edip kapılardan içeri girmeye başladılar, kalabalıktan kapılara yaklaşamayanlar ise duvarlara tırmanmak için adeta birbirlerini parçaladılar.
Ayhan “Haydi sür şu arabayı!” diye arkadan bağıracak oldu, ama öksürüp ağzından ve burnundan kan gelince sözleri yarıda kaldı.
Gaza basıp, koşarak gelen insanların sağlarından ve sollarından geçerek hastane yolu boyunca bir süre ilerledim, fakat karşıdan ve ara sokaklardan gelen, bir öncekinden daha kalabalık bir insan dalgasını önümüzde fark ettiğimde yavaşladım; çünkü arabayla aralarına girecek olursam onca insan tank gibi üstümüzden geçip bizi böcek gibi ezebilirdi. Arabayı bir ara sokağa doğru sürmeye başladığım esnada Ayhan arka kapıyı açıp para çantasıyla birlikte aşağı atladı ve yere düşüp birkaç defa yuvarlandıktan sonra kalkıp koştu. Sonra en yakın binanın duvarındaki yağmur iniş borusuna tırmanarak yerden metrelerce yukarıya çıktı.
Araçtan inip bu binanın duvarının dibine geldiğimizde, Dilek oradan aşağı inmesi için Ayhan’a dil döktü, ama Ayhan yüzünü para çantasına bastırarak “Paralar… Bu insanlar paralarımı elimden alacaklar.” diye bağırdı ve daha yükseğe, binanın çatısına kadar tırmandı.
Dilek onu ikna edebilmek için biraz daha uğraştı ve ben de ona “Boş yere dil dökme Dilek, bunu ona bitki yaptırıyor.” dedim.
Ayhan çatı saçağının hemen altına kadar tırmandıktan sonra, dizlerini karnına doğru çekip boruya sımsıkı sarıldı ve gözleri yukarı doğru döndükten sonra, tıpkı yüzündeki mutlu ifade gibi, bedeni de öylece kaskatı kalakaldı.
Dilek boynuma sarılıp “Çok korkuyorum Görkem.” dedi.
“Ben de öyle…” diye karşılık verdim.
Dilek hapşırdıktan sonra geri çekildi, hemen ardından öksürdü. Ağzından ve burnundan akıp çenesine doğru süzülen kanı elinin tersiyle sildikten sonra başını yukarı kaldırdı ve Ayhan’ın katılaşmış cesedinin omzundan sarkan para çantasına baktıktan sonra binaya doğru koşup, duvardaki yağmur iniş borusuna tırmanmaya başladı.
“Ne yapıyorsun Dilek?” diye sordum hayretler içinde kalarak.
“Para çantasını almak için yukarı tırmanıyorum.” diye cevap verdi.
SON
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 8. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 9. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Öncelikle gerçekten güzel bir hikayeydi başarılar dilerim. Beğendiğimi öylesine belirtmediğimi de söylemek isterim. Ancak okurken gerçekten çok zorlandığım zamanlar oldu. Çünkü betimleme olayı çoğu yerde gereksiz ve boğucu bir şekilde uzamış. Birçok yerde bu detaylar bir yere bağlanacak diyorsun ama maalesef boş çıkıyor. Sanki hikaye de adı geçen herkes Sherlock Holmes gibi olmuş. Yani öylesine bir yere veya kişiye baktığı zaman herşeyin en ince detayını dahi atlamadan görebilmişler. Elbette gerçek hayatta bu şekilde olmaz olamaz. Ayrıca bir takıldığım nokta da Dilaver ile olan bağlantılar zayıf bırakılmış. Tamam bazı şeyler okuyucuya bırakılır ama bu şekilde değil. Çiçekle arasındaki bağlantı netleşmemiş, mesela amaç neydi? Dilaver ve çiçeğin yükseklerde olmasındaki ortak nokta neydi. Yada sonuç ….
Yorumunuz için teşekkür ederim. Eleştirilerinizi dikkate alacağım.
Muhteşem kelimesi haricinde hiçbir şey bu hikayeyi açıklayamaz. Tebrik ederim Genesis. Yine döktürmüşsün. Kalemine ve hayal gücüne hayranım.
Teşekkür ederim Zenhar. Yorumuna çok sevindim
Diğer hikayeleriniz gibi bu da sürükleyiciydi ve gerilim doluydu. Üslubunuz ve kaleminiz gerçekten güzel, tebrik ediyorum. Bu hikâye bana yakın zamanda izlediğim “Bütün Sırların Sahibi Kız” adlı filmi hatırlattı. Hikayenizde filmdeki senaryoyla orantılı olarak birçok benzerlik mevcut. Sanırım yazarken bu filmden de esinlenmişsiniz, doğru mudur? :))
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Bahsettiğiniz filmi hiç izlemedim, ama siz böyle söyleyince merak ettim filmi. O yüzden hemen şimdi izleyeceğim.