Genesis’ten Hikayeler; “Kızıl Ölüm Çiçeği (+18)”
Beşinci Bölüm: Uçurumun Kıyısında
Kadir elini başına götürüp “Ne oldu, o lanet olası adam nerede?” diyerek ayıldı, Dilek onun alnındaki yaraya pansuman yaparken; sonra yattığı yerden başını kaldırıp yerdeki cesedi gördüğünde öyle bir çığlık attı ki Ayhan eliyle onun ağzını kapatmak zorunda kaldı.
“Birileri görmeden şu cesetten kurtulmalıyız.” dedi Vahdet.
“Kurtulmak mı?” diyerek irkildi Dilek, “Burada bir cinayet işlenildi ve şimdi de cesedi saklayalım mı diyorsun yani?”
“Nasıl bu kadar bencil olabiliyorsun?” diye çıkıştı Vahdet ve sonra “Hatırlatmak isterim ki sözünü ettiğin cinayet senin için işlendi.” diye bağırdı.
“Sessiz ol!” diye dişlerinin arasından ona tısladı Ayhan, “Yoksa birileri bizi duyacak ve şu Allah’ın belası adamın cesedini ortadan kaldıramadan hepimiz cezaevini boylayacağız.”
“Ben de bu konuda Dilek’e katılıyorum,” diye söze karıştım, “Bence de şu an en mantıklı olan şey Tekir Yaylası’ndaki jandarma noktasına gidip onlara olup biteni anlatmak.”
“Hayır!” diye kükredi Vahdet, “Ömrümün geri kalanını cezaevinde çürütmeye hiç niyetim yok.”
“Hiçbirimiz cezaevine girmeyeceğiz,” diyerek onu ikna etmeye çalıştım, “biz sadece kendimizi savunduk. Eğer biz onu öldürmeseydik o bizi…”
“Öldürecek miydi, Görkem?” diye sözümü kesti Vahdet, “İyi düşün bakalım, olayın nasıl ortaya çıktığını hatırla; adam Dilek’i itekledikten sonra Kadir adamın üzerine koştu. Kendini savunan biz miydik yoksa o muydu? Bu olayla ilgili hepimizi mahkemeye çıkardıklarında hakime ‘Adam Dilek’i kolundan tutup itekledi ve biz de onu öldürdük.’ mü diyeceksin?”
“Sana inanamıyorum Vahdet. Kadir’in şu haline bak!” diye karşılık verdim, oturduğu yerden şaşkın şaşkın bizi izleyen Kadir’i elimle işaret ederek ve sonra yanık ellerimi göstererek “O lanet olası herif beni diri diri yakacaktı.” dedim.
“Közün üzerine kendin düştün,” diye söze karıştı Ayhan, “hem de sen adamın kafasına batonunu indirmeye çalışırken. Oysa adam yumruklarından ve teknelerinden başka hiçbir şeyi bize karşı silah olarak kullanmadı. Üstelik tek kişiydi. Mahkeme, silahsız tek bir kişinin altı kişiye karşı nasıl bir tehdit oluşturduğunu merak edecektir. Her kavga cinayetle sonuçlanmaz Görkem, ama bizim kavgamız bir cinayetle sonuçlandı ve bu olayın gelişimindeki ayrıntılar da bizi içeri tıkmalarına yetecektir.”
“Eğer cezaevine gireceksek olursak,” dedi Vahdet, “İşte o zaman hapse önden buyuran sen olacaksın Görkem. Onu öldürmeye ilk niyetlenen sen değil miydin ha? Söylesene, o perlonu onun boğazına ne amaçla doladın, onu boğmak için değil mi?”
Cevap vermek için dudaklarımı araladım ama sözcükler dilimin ucunda yitip gitti, gerçek şu ki göğsümde hızla büyüyen bir kaygı yumağı kalbimi sıkıştırıyor ve beynimin, kaslarıma komut vermesini engelliyordu. Kısa süre sonra bu panik dalgası beni boğmaya başladığında nefesim kesildi, gözlerimin önüne siyah bir perde indi ve dalgalı bir denizde salınıp duran bir kayıktaymışım gibi başım dönmeye başladı. Orada dizlerimin üzerine düşüp sinir krizi geçirirken Dilek koşup gelerek saçlarımı yolan ellerimi tuttu ve Tufan beni sırt üstü yere uzattı. Oradaki herkes beni rahatlatabilmek için bir şeyler söyleyip bir şeyler yapıyordu; ama ancak Ayhan yüzüme sert bir tokat attıktan sonra sakinleşebildim.
“Artık o çiçeği bulmamız şart oldu,” dedi Ayhan, “paralarımızı aldıktan sonra bir süre ortalardan kayboluruz. İnşallah şu lanet olası adam tırmanış için jandarma noktasına ismini kaydettirmemiştir. Bundan bahsettiğini hatırlamıyorum.”
“Bunun bir önemi yok,” dedi Tufan, “adamın ismini Jandarmaya kaydettirmemiş olması belki sadece yakalanmamızı geciktirir ama bizi tamamen kurtarmaz; çünkü adam Tekir Yaylası’ndaki otelde kaldığını söylemişti. O oteldeki kayıt, adamı bu bölgede aramalarına yetecektir.”
“Her neyse,” dedi Vahdet, eliyle yüzünü sıvazlayıp vücudunun duruşunu dikleştirerek, “olan oldu artık. Bundan sonra ne yapacağımıza odaklanmamız lazım. Öncelikle sis dağılmadan önce cesedi saklamalıyız. Bizi suçlayabilmeleri için öncelikle cesedi bulmaları gerekir. Bu koca arazide de cesedi bulmaları haftalar, belki de aylar alır. Eminim ki aramaya getirecekleri kadavra köpekleri bir yamacı daha tırmanmamak için, dilleri ağızlarından bir karış sarkmış halde kendilerini en yakın uçurumdan aşağı atacaklardır. Hem ekiplerin cesedi ısrarla bulmaya çalışacağını da zannetmiyorum; çünkü böyle bir dağda kaybolmuş biriyle ilgili olarak cinayet şüphesi akıllara en son gelecek ihtimal olacaktır. Etrafınıza bir baksanıza, burada bir insanı öldürebilecek ne kadar çok şey var öyle değil mi? ”
“Haydi, gevezeliği kes de işimize bakalım.” diye ona karşılık verdi Tufan, matarasındaki içkisinden bir yudum aldıktan sonra.
Ayhan “Bakalım şu adam neyin nesiymiş.” dedikten sonra cesedin yanına çöküp, ölü adamın ceplerini aramaya başladı ve sonra Vahdet ve Tufan da ona katıldı. Üçü birden telaşla, botlarının içine varıncaya dek adamın her yanını didik didik aradılar ama ne bir cep telefonu, ne bir kimlik, ne de bir banka kartı bulabildiler.
“Ama nasıl olur da bir insanın ceplerinden hiçbir şey çıkmaz?” diyerek aramayı bıraktı sonunda Ayhan.
“Şu adamın Erciyese sırt çantası olmadan tırmanmış olmasına değil de ceplerinin boş olmasına mı şaşırıyorsun?” diye ona karşılık verdim.
“Bu adamın bir insan olduğundan artık daha çok şüphe ediyorum.” diyerek geri çekildi Tufan.
“Eğer onu gömeceksek, bulunmaması için klasik rotaların dışında bir yerlere taşımamız lazım.” dedim.
“Bence bununla hiç uğraşmayalım,” diye söze karıştı Kadir, sendeleye sendeleye bize yaklaşarak, “Tufan’ın şu matarasındaki içkiyi cesedin üzerine dökelim ve onu ateşe verelim.”
“Hayatta olmaz!” diye ona karşı çıktı Tufan, sımsıkı sarıldığı matarasını kolunun altına saklayarak.
“Bence de olmaz.” diyerek ona katıldı Ayhan, “Bakın sis dağılıyor. Cesedi yakarsak alevlerin büyüklü ya da dumanın yoğunluğu birilerinin dikkatini çekecektir. Bitki örtüsünün olmadığı böyle bir arazinde bu kadar büyük alevler gören biri bunun muhtemelen dikkatsiz bir dağcının kazayla tutuşturduğu bir kamp çadırı olduğunu düşünecektir ve jandarmaya haber verecektir.
Tufan “Ayhan çok haklı.” dedi ve elini alt koşumundaki buz kazmasına atarak “Haydi onu parçalara ayıralım.” diye ekledi; ama Vahdet onu, bunun ileride bir gün yakalandığımızda alacağımız cezayı arttırmaktan başka hiçbir işe yaramayacağını ve her ne olursa olsun cesedin tek parça halinde kalması gerektiğini söyleyerek onu durdurdu. Taşımamız esnasında yerde kan izi bırakmaması için cesedi Ayhan’ın uyku tulumunun içine yerleştirdik ve tulumu üç parça perlonla sımsıkı bağladıktan sonra cesedin kar üstünde bıraktığı kan lekelerinin üzerini yine karla örttük. Ayhan, içinde cesedin olduğu tuluma bağlı perlonlardan birini bir eliyle kavrayıp diğer eliyle, Büyük Zirve’nin kuzey yüzünü oluşturan kaya bloğunun alt kısmını işaret etti ve “İşte, klasik rotaların geçmediği ve aklı başında çok az dağcının tırmanmaya cesaret edebileceği bir kulvar. Blokların dibindeki kalıcı kar öbeklerine cesedi kolaylıkla gömebiliriz.” dedi.
“Sen aklını mı kaçırdın?” dedim, “Böyle bir ağırlıkla oraya inmeye çalışırsak muhtemelen biz de şu cesedin gittiği yeri boylarız.”
“Orada ödlek bir tavuk gibi mızmızlanmayı bırak da bize yadım et Görkem!” dedi Vahdet boşta kalmış perlonlardan birini eline dolarken. Dilek hem kılavuz hem de gözcü olarak önden yürüdü; böylelikle ileride önümüze çıkabilecek herhangi bir dağcı grubunu önceden görüp bize işaret verecek ve biz de taşıdığımız cesedi kimse fark etmesin diye grup yolumuzdan çekilene kadar ilerlemeye ara verecektik. Dilek bizden yüz metre kadar uzaklaştıktan sonra hep birlikte perlonları kavradık ve cesedi sürüklemeye başladık. İki zirve arasındaki sırta ulaştığımızda sis neredeyse tamamen dağılmıştı ve aşağıda batmak üzere olan güneşin kızıl ışıklarıyla, puslu gökyüzü bakır rengini almıştı. Sırt boyunca uzanan sert kar kütlesi yer yer korniş oluşturmuştu ve biz de blok kopma tehlikesine karşı güvenli bir iniş bölgesi aramaya koyulduk. Sonunda Ayhan üzerinde durup kramponlarıyla vurduğu bir yeri işaret ederek “Burası gayet sağlam görünüyor. Cesedi gömme işini ben hallederim, hep birlikte kendimizi tehlikeye atmamızın bir anlamı yok. Ben aşağı indikten sonra cesedi bana sarkıtırsınız.” dedi.
Ayhan yaklaşık yüz on derecelik açıyla aşağı inen ve ufak bir hatasının sonucunda onu muhtemelen aşağıdaki tarak kayalara kadar yuvarlayacak olan yamacı kramponlarının çivileriyle ağır ağır adımlarken buz kazmasından başka teçhizat kullanmıyordu; çünkü elimizdeki tüm perlonu cesedi sarkıtmak için kullanacaktık. Ayhan inişinin daha yarısına gelmemişti ki karanlık bastırdı ve yukarıdan bakıldığında artık o, kör bir kuyunun ağzına ağ örmekte olan siyah bir örümceğin belli belirsiz karaltısı gibi görünmeye başladı.
“İşte bu çok iyi oldu.” diyerek sevindi Vahdet “Böyle işler için karanlık her zaman iyidir.”
“Üçüncü gün de sona erdi ve biz hala çiçeği bulamadık.” deyip derin bir iç geçirdi Dilek.
Kadir “Daha koskoca üç günümüz var.” diyerek onu rahatlatmaya çalıştı ama ses tonundaki gerginlik aslında kendisinin de içinin rahat olmadığını ele veriyordu.
Sonra yine o meşum ses, çok uzaklardan gelen uğursuz bir gök gürültüsü ya da gözü dönmüş bir aslanın kükremesi gibi karanlığın içinde yankılandı ve bu da kalplerimizi korku ve huzursuzlukla doldurmaya yetti.
“Yine o lanet olası kurt.” dedi Dilek, ürkek gözleri karanlığın içini boş yere tararken.
“Bu Allah’ın belası bizi takip ediyor.” diyerek dehşete kapıldı Kadir.
“Takip etmesi normal,” dedi Vahdet, “peşimizde sürüklediğimiz şu kanlı cesedin kokusu onun iştahını kabartmış olmalı.”
Sonra aşağıdan Ayhan’ın sesi duyuldu, ne dediği anlaşılmıyordu ama bağırışındaki tekdüzelikten onun sorunsuz bir şekilde aşağıya indiğini anladık. Ayhan el fenerini birkaç defa yakıp söndürerek bize işaret verince Tufan cesedi yamacın başına yuvarladı ve onu uçurumdan öyle bir attı ki perlonu tutmakta olan bizler de az daha cesetle birlikte uçurumun dibini boylayacaktık.
“Seni geri zekalı ayyaş, bizi öldürecektin.” diye Tufan’a bağırdı Kadir.
Vahdet “Adamın canlısının bize yapamadığını cesedi yapacaktı az daha.” dedi ve Tufan buna katıla katıla güldü.
Biz perlonu aşağıya uzattıkça ceset karanlığın içine gömüldü ve bir süre sonra gözden kayboldu. Vahdet başını geri çevirip zirve istikametine kulak kabarttıktan sonra “Şu pis pire torbasının sesi ne zamandır çıkmıyor, öyle değil mi? dedi.
O esnada herkes kısa bir süreliğine durup sessizliği dinledi ve sonra Vahdet, olası bir kazada uçurumdan düşmemek için en gerimizde yer almış olan Kadir’e dönüp “Gözünü dört aç Kadir, arkamız sana emanet.” dedi. Kadir arkasına kaygıyla dönüp bakarken, başta hesap edemediği bir tehlikeyle şimdi ilk karşılaşacak kişi olabileceği korkusuyla yüzü çarpıldı ve o an “Keşke en arkaya geçmek yerine ortalarda bir yerlerde yer alsaydım.” diye geçirdi içinden muhtemelen; ama Vahdet’e “O uyuz hayvan, tırmandığımız günden beri bizi bir salak gibi takip etmekten başka bir şey yapmıyor.” derken cesur biriymiş gibi görünmeye çalışıyordu ya da böylelikle kendi korkularını bastırmaya çalışıyordu. Derken perlonda ani ve çok kuvvetli bir gerilim oldu ve onu zamanında elimizden bırakmayı başaramasaydık, aşağıdan perlonu çeken güç hepimizi uçurumdan aşağıya atacaktı. Uçuruma en yakın olan ve perlona uygulanan kuvvete en çok maruz kalan Vahdet perlonu elinden bırakmış olmasına rağmen uçuruma doğru savruldu ve onun hemen arkasında duran ben, onu son anda giysisinden yakalayıp geri çekmeseydim uçurumun dibini boylayacağı kesindi. Yere düşen perlon ayaklarımızın dibinde ıslıklar çalarak, tıslayarak ve bir yılan gibi kıvrılarak süratle akarken hepimiz panikle sağa sola çekildik; ama ardımızda, yerde duran ve hızla eksilen perlon kangalından kalkan sarmallardan biri bir kemende dönüşüp, en gerimizde olan Kadir’in adım atmak için henüz kaldırmış olduğu ayağını havada yakaladı. Kadir’in düşüp tok bir sesle yere çarpan bedeni uçuruma doğru o kadar süratli bir şekilde sürüklendi ki Kadir bu esnada yardım isteyecek zamanı bile bulamadı; ağzından kurtulan yürek paralayıcı çığlıklar ise göz açıp kapayıncaya kadar, uçurumu dolduran derin karanlığın içinde yitip gitti. Tufan, hala yerde uçuruma doğru sürüklenmekte olan perlonun son kısmının üzerine, tıpkı avını yakalamaya çalışan bir kedi gibi atlayıp ucunu yakaladı ve hemen ardından biz de ona katılıp perlona asıldık; fakat az sonra bizleri de sürüklemeye başlayan aşağıdaki o şey o kadar güçlüydü ki eğer uçurumun kıyısına geldiğimizde perlonu bırakmamış olsaydık büyük ihtimalle ertesi gün kuzey eteklerini tırmanan birkaç dağcı, Tarak Kayalar tarafından rendelenmiş cesetlerimizi kar üstüne saçılmış halde bulacaktı. Hep birlikte eğilip aşağıya baktık fakat karanlığın içinde deli gibi gezinen el fenerlerimizin ışıkları, beyaz bir çarşaf gibi aşağıya doğru uzayıp giden kar örtüsünden ve bu beyazlığı yer yer lekeleyen irili ufaklı kaya öbeklerinden başka hiçbir şeyi aydınlatmadı.
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 8. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 9. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Sürükleyici hayal gücün mükemmel üstad