Genesis’ten Hikayeler; “Kızıl Ölüm Çiçeği (+18)”
Üçüncü Bölüm: Gecenin İçinde Bir Çift Göz
Günün ilk ışıkları Erciyes’in puslu zirvelerini aydınlatırken araçlarımızla Hacılar Kasabası’na ulaştık ve derin tekerlek izleriyle oyulmuş traktör yolunda yaklaşık bir saat süren sarsıntılı bir yolculuk yaptıktan sonra, eriyen kar sularının beslediği bir derenin hemen yanında gürül gürül aktığı, Erciyes’in yerleri süpüren yeşil eteğine, Sütdonduran Yaylasına vardık. Parke taşı döşeli bir alana araçlarımızı park edip indiğimizde, zirvelerden inip yüzümüze çarpan serin ve kuru bir dağ rüzgarı bizi karşıladı.
Yeşil renkli çatısının saçakları yerlere kadar uzanan, duvarları kahverengi kesme taşlarla örülü, üçgen biçimli dağ evine doğru yürüdük ve yine üçgen kemerli bir niş içine oturtulmuş olan kapının önüne vardığımızda Ayhan ceketinin cebinden çıkardığı bir deste anahtardan biriyle kapıyı açtı. İçeri girip çantalarımızı hole bıraktık ve şarap renkli duvarların diplerini çepeçevre saran krem rengi koltuklara yorgun bedenlerimizi birer külçe gibi bıraktık. Dilek titreyen dudaklarının önüne götürdüğü avuçlarını nefesiyle ısıttıktan sonra kırmızı renkli montunun fermuarlı cebinden çıkardığı, katlanarak küçücük edilmiş eski bir haritayı dizlerinin üzerinde açtı ve kendi kendine mırıldanarak arazi üzerinde kafa yormaya başladı. Biraz sonra Vahdet kalkıp odanın ortasında bulunan şömineye yöneldi ve yerdeki yığından aldığı birkaç odunu tutuşturmaya koyuldu. Tufan siyah beyaz çizgili kırlentlerden birini başının altına koyup bir köşeye kıvrılarak uzanırken, Kadir çantasından çıkardığı perlon rulolarını ve kramponlarını gözden geçiriyordu.
Ayhan oturduğu koltuktan doğrultup pencereye doğru yürüdü ve camdan dışarı bakarak “Peki hangi rotayı izlemeliyiz?” dedi.
“Kuzey Buzul Rotasını tabi ki.” dedi Dilek, o da yerinden kalkıp Ayhan’a doğru yürürken, sonra pencere camının önünde durup parmağıyla Erciyesin kuzey yüzünü işaret ederek, “Bak!” diye sözlerine devam etti, “Tarak Kayaların üst kısmındaki buz kütlelerini görüyor musun? Bu mevsimde, kolayca kazılabilecek kadar yumuşamış olurlar. Eğer bitkiyi orada bulamazsak, Küçük Zirve ile Büyük Zirve arasındaki sırt hattı boyunca yürürüz ve Büyük Zirvenin arkasından dolandıktan sonra Kar Buz Rotasını araya araya aşağıya ineriz. Sen ne dersin?”
“Bilemiyorum,” diye karşılık verdi Ayhan, Dilek’e dönüp ellerini iki yana açarak, “araziyi en iyi tanıyan ve kılavuz olan sensin; ama fikir kulağa oldukça mantıklı geliyor.”
O sırada Vahdet ateşi yakmayı nihayet başarmıştı. Odanın içinde şurada burada duran sandalyeleri şöminenin etrafına dizdik ve oturup hep birlikte, yanan ateşin çıtırtıları ve huzur verici sıcağı eşliğinde, yapacağımız tırmanışa dair şeyler konuştuk.
Kahvaltıdan sonra ekipmanlarımızı ve sırt çantalarımızı yüklenip dağ evini terk ettik. Gökyüzünde bir hayli yükselmiş olan güneş havayı biraz olsun ısıtmıştı ama bazen artıp bazen azalan rüzgar hala tepelerden akıp yamaçlardan aşağı süzülüyordu. Dalgalı bir okyanus gibi önümüzde uzanan arazi, irili ufaklı keskin kenarlı taşların arasında filizlenmiş otlarla yeni yeni yeşilleniyordu. Erciyesin kuzey yüzünü meydana getiren çanak şeklindeki dev oyuntunun ağız kısmını oluşturarak yukarı doğru yükselen balık sırtı şeklindeki iki dağ silsilesinin yamaçlarında ilk kar öbekleri göze çarpıyordu; fakat karşınızdaki oluşumun sağlı sollu tepe noktalarını oluşturan ve gri renkli bir pusun içinden başlarını çıkarmış olan Küçük ve Büyük Erciyes Zirvelerinde karlar eriyeli uzun zaman olmuş gibi görünüyordu. Bu iki zirve arasındaki sırta çıkan yamaçta yükselen Kar Buz Rotasının sol yanında kalan balık sırtı oluşum, tıpkı bembeyaz bir deniz ortasındaki ince uzun kayalık bir ada gibi duruyordu. Bizim tırmanış rotamız olan Kuzey Buzul Rotası ise çanağın sol tarafında başlayıp yine sola doğru kıvrılarak yukarı doğru bir yelpaze gibi açılan vadi içerisinde yükseliyordu. Yolumuzda pusuya yatmış bir canavarın keskin dişleri gibi, bu yelpazenin göğsünde duran Tarak Kayalarda karlar tamamen erimişti; fakat vadinin içi hala beyaz örtüyle kaplıydı. Dağ evinin bulunduğu tepeden aşağıya inip karşıdaki tepeye doğru kıvrılarak yükselen traktör yolunu takip ettik ve yaklaşık bir saat kadar yürüdükten sonra taşlı patikaya ulaştık. Bir süre önce kesilmiş olan rüzgar artık yerini yükseklerden aşağı inen sise bırakmıştı. Uzaklarda bir yerlerde, eriyen kar sularının beslediği derelerin çağıltısı duyuluyor ve zaman zaman bu seslere yamaçlardan yuvarlanıp suya düşen kayaların sesleri karışıyordu. Bir süre sonra patika taşlık bir arazide kaybolduğunda, Dilek en öne geçerek bize yol göstermeye başladı. Yürümenin bir hayli güçleştiği arazide adım atarken ayaklarımızın altındaki köşeli taşlar hareket edip sağa sola dönüyor ve böylelikle enerjimizi tüketmemize, tökezlememize ve bileklerimizi incitmemize neden oluyordu. Böylelikle, Erciyesin vadilerinden Sütdonduran Yaylasına kan yetiştiren damarlar gibi çağlayan aceleci dereleri birer birer geçip ilk kar öbeklerini ardımızda bıraktık ve aniden karşımıza bir duvar gibi dikiliveren kaya bloğunun sağından dolanarak, rotamızın üzerindeki vadinin karlı tabanına ulaştık. Sağ yanımızda dik bir şekilde yükselen sarp kaya bloğunda kar tamamen erimişti ve çürük gövdesinden zaman zaman kopup düşen yumruk büyüklüğünde taşları fark edince kasklarımızı taktık.
“Aradığımız şey belki de bu karların altında bir yerlerdedir.” diyen Kadir’in sesi duyuldu arkalardan.
“Sanmıyorum.” diye karşılık verdi ona Ayhan nefes nesefe kalmış sesiyle, “Bir aya kalmaz buralarda kar namına bir şey kalmaz. O şey eğer buralarda bir yerlerde olsaydı şu anda nesli tükenmiş bir bitki olarak anılmazdı. Onu Tarak Kayaların üst kısmındaki, erimeyen kar ve buz öbeklerinde aramalıyız.”
“Onun gibi bir embesilden bunu anlamasını beklemiyorsun herhalde.” diye bağırdı daha da gerilerden Tufan.
Ayaklarımızın altındaki kar sertleşmeye başladığı noktada durup kramponlarımızı takarak yola devam ettik. Tarak Kayalardan parçalanıp koparak ufalanmış taşların oluşturduğu yamaca ulaştığımızda Dilek bir elini gözlerinin üzerinde güneşe karşı siper ederek önümüzde yükselen devasa kaya bloğunu inceledi ve diğer eliyle, bahsettiği bölgeyi işaret ederek “İşte şuradan, tarağın soldan ikinci ve üçüncü dişleri arasından tırmanacağız.” dedi. Daha sonra sırt çantasından perlon rulosunu çıkararak ucunu sıranın en sonuna ulaştırmamız için geriye doğru uzattı. Sırasıyla karabinalarımızı perlona geçirerek ip birliğine girdik ve çarşak yamaçta tırmanmaya başladık. Adımlarımızla ayaklarımızın altında nehir gibi akan taş yığınlarının üzerinde yürüyerek iki diş arasına ulaştık ulaştık. Tırmandığımız kayalık zemin yaklaşık kırk beş derecelik bir eğime sahipti ve yukarıda eriyen kar kütlelerinden sızan sular, rotamız boyunca akan küçük derecikler oluşturuyordu. Önümde tırmanan Ayhan’ın kramponlarının dişlerinin çürük kayalardan kopardığı çakıllar üzerime akıyor ve bazen önümde zıplayan bir taş havalanarak takırtıyla kaskıma çarpıyordu. Tarak Kayaların üzerinden, beyaz bir çarşafa benzeyen zirve sırt hattı sislerin arasında görünmeye başladı ve kayaların üst kısmındaki kar kulvarına ulaştığımızda Dilek buradaki yumuşak karları karıştırıp içine bakmamızın iyi fikir olacağını söyledi. Sırt çantalarımızı indirip içlerinden çıkardığımız katlanabilir küreklerimizi açtık ve onlarla, erimeye yüz tutmuş karların altını üstüne getirmeye başladık. Yukarılardan esen rüzgarın ıslıklarına, birbiri ardına kara saplanıp çıkan küreklerin hışırtıları karışıyordu. Az sonra Dilek ve Ayhan karı kaza kaza yamaç boyunca yükseldiler ve arayışlarına orada devam ettiler. Tufan ve Kadir aşağıda, az önce tırmandığımız dişin üst kısmındaki tehlikeli bölgede birbirlerine aptalca el şakaları yaparak karı eşeliyorlardı. Bir ara Ayhan onları azarlar bir ses tonuyla uyardı ama onlar bunu pek dikkate almış gibi görünmüyorlardı. Az ötemde karı karıştıran Vahdet yavaş yavaş bana yaklaştı ve diğerlerinin duyamayacağı bir ses tonuyla “Altı milyon lirayı bölüşmek için bu kadar kişi gerçekten gerekli miydi?” dedi.
“Taramamız gereken arazinin büyüklüğünü göz önünde bulundurursak evet.” diye cevap verdim.
“Şu ayyaştan ve yanındaki geri zekalıdan bile fayda görebileceğini düşünecek kadar safsın biliyor musun.” dedi Vahdet, başıyla Tufan ve Kadir’in olduğu yönü işaret ederek ve “Sadece ikimiz olsaydık parayı seninle yarı yarıya bölüşebilirdik.” diye ekledi.
“Belki seni de çağırmam kötü bir fikirdi.” diye karşılık verdim başımı öte yana çevirerek.
Saatlerce karın altını üstüne getirerek küçük zirveye tırmandık ve orada karların erdiği kocaman bir kayanın üzerine oturarak, ton balığı, barbunya pilaki, çikolata ve meyve suyundan oluşan kumanyalarımızı yedik. Küçük Zirve kayacının güney cephesindeki karsız bölgeye çadırlarımızı kurarken akşam güneşi aşağıda, gül kurusu renklerin arasında istirahatgahına çekiliyordu. Üç adet olan iki kişilik çadırlarda kimin kiminle birlikte kalacağı konusu fazla karmaşık sayılmazdı; çünkü birbirlerinin kafa dengi olan Tufan ve Kadir hemen hemen birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Yıllar önceki sevgilisi olarak benim Dilek’le birlikte kalmam en olamayacak şeydi ve bu yüzden de Dilek kendisi gibi tecrübeli bir dağcı olan Ayhan’la birlikte kalmayı tercih etti. Böylelikle benim de çadır arkadaşım haliyle Vahdet olmuş oldu.
Karanlık çöküp soğuk kendini iyiden iyiye hissettirdiğinde Kadir’in sırt çantasından doğranmış odun parçaları ve irice bir poşet mangal kömürü çıkarmasını ben de dahil hepimiz tuhaf karşıladık, hatta Tufan bu durum karşısında öyle bir kahkaha patlattı ki bu ses karşısında yerinden kopup yuvarlanan bir kaya var mı diye etrafıma bakındım; ama getirdiği bu malzemelerle yaktığı ateş bizi ısıtınca hepimiz Kadir’e teşekkürlerimizi sunduk.
O gece hava durgun ve bulutsuzdu. Berrak gökyüzünde irili ufaklı sayısız yıldız, bizimle eğlenircesine göz kırpıyordu. Isınmaya çalıştığımız ateşin çevresinde otururken, unutulmuş mutlu günlere dair anılar yad edildi ve neşeli sohbetler ile kahkahalar birbiri ardına gecenin tekinsiz sessizliği içinde eriyip kayboldu. Bir ara, hafızalardaki kırıntılar tükendiği ve dillerdeki sözcükler kısa süreliğine kuruduğu bir esnada Vahdet “O da neydi?” diyerek olduğu yerde irkildi. Buzdan bir heykel gibi kaskatı, kuzey yamacındaki bir noktaya dikkat kesilmişti ve yüzündeki tedirgin ifade bulaşıcı bir hastalık gibi hızla diğerlerine de yayılıyordu. Az sonra, Vahdet’i bu denli korkutan sesi hepimiz işittik. Ses, gecenin zifiri karanlığında, acı çekmekte olan bir hayvanın kesik kesik iniltileri gibi birbiri ardına yankılanıyordu.
“Kurtlar,” dedi Ayhan kendinden oldukça emin bir ses tonuyla, “kokularımızla ağızları sulanan ve iştahları kabaran bir kurt sürüsünden başka bir şey değil bu.”
“Aman Allah’ım, bizi diri diri midelerine indirecekler!” dedi Kadir, sesi de bedeni gibi korkudan tir tir titreyerek.
Ayhan “Ateşin başında durduğumuz sürece güvendeyiz.” deyince herkes, tepesinde kıvılcımların uçuştuğu ateşe daha bir sokuldu ve az sonra bu ateşi bile ürperten bir çığlık kopardı Dilek; çünkü karşımızda bizi gözleyen ve çevresine sığındığımız ateşin kızıl alevlerini yansıtan bir çift göz belirmişti karanlığın içinde birdenbire. Karşımızdaki şey başını eğiyor, kaldırıyor, ani hareketlerle sağa sola yöneliyor ve sabırsızca çevremizde yarım daireler çizerek bize yaklaşacağı doğru açıyı kolluyordu. Ayhan eğildi ve ateşte yanmakta olan odunlardan birinin ucundan tutup onu karanlığın içindeki yırtıcıya doğru fırlattı. Havada döne döne savrulan odunun ateşi, içinde ilerlediği zifiri karanlığı kesik kesik yardı ve düştüğü yeri zayıf bir mum alevi gibi aydınlatınca, bizi tehdit eden tehlikenin siyah postunu, devasa vücudunu, çirkin yüzünü ve keskin dişlerini bir anlığına gözlerimizin önüne serdi. Hayvanın kükreyen sesi yamaçlarda ve kayalarda yankılanırken, kendisi yıldırım gibi bir hızla karanlığa akıp gecenin içinde kayboldu.
“O Allah’ın belası şey kurt falan değildi!” dedi Dilek.
“Başka ne olabilir ki? Sadece biraz iriceydi, o kadar…” diye ona karşılık verdi Ayhan.
“Hayır,” diye söze karıştı Kadir, “Bak Ayhan! Bozulmuş gözlerinden dolayı sen bir kurt görmüş olduğunu sanabilirsin ama ben orada ne gördüğümü çok iyi biliyorum. O şey kesinlikle başka bir şeydi.”
Kısa bir sessizlik olduktan sonra Dilek “Pekala, bir de Görkem’in fikrini alalım.” diyerek bana doğru döndü ve “Bu konuda sen ne düşünüyorsun Görkem, daha önce hiç böyle bir hayvan görmüş müydün?” diye sordu.
Durup düşündüm ve “Evet, sanırım görmüştüm.” diye kendi kendime mırıldandım.
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 8. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 9. Bölümü İçin TIKLAYINIZ