Güzel Bir Macera Hikayesi; “Gizemli Yolculuk” XXVIII. Bölüm

Gizemli Yolculuk

Güzel Bir Macera Hikayesi; “Gizemli Yolculuk” XXVIII. Bölüm

Sedat Bey’in oğlu, babasının ne zaman yanına geleceğini merak ediyor, sürekli yolları gözlüyordu.  Bir gün hastaneden çıkıp evine doğru giderken, uzaktan bir şeyin hızla kendisine doğru yaklaştığını gördü. Merak içerisinde ona doğru baktı ve hayret içerisinde büyük bir horozun kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu görünce hayretler içerisinde neler olduğunu anlamak için horoza doğru dikkatli şekilde baktı ve üzerinde de ona binmiş bir kişi olduğunu gördü. Horozun üzerindeki adama iyice dikkatli bir şekilde bakınca şaşırıp kaldı. Nedeni ise horun üzerine binmiş olan kişinin babası olmasıydı.

Sedat Bey, oğlunu uzaktan görünce horozu iyice hızlandırarak oğlunun yanına varınca horozu durdurarak yere indi. Oğluyla kucaklaşarak ona ‘bir an evvel acele etmesini’ söyleyerek onu da horozun üstüne aldı ve birlikte oğlunun evine gittiler. Orada, Hasan’la nasıl tanıştıklarını ve başından geçen olayları anlattıktan sonra, Hasan’ın ağır yaralı olduğunu ve bir an evvel gerekli malzemeleri alıp yola çıkmaları gerektiklerini söyledi. Orada torunlarıyla da hasret giderdikten sonra, oğluyla beraber horozun üstüne binerek Hasan’ın yaralı olarak yattığı yere geldiler. Sedat Bey’in oğlu Dr. Burak, Hasan’ı o şekilde görünce hemen sedye gibi bir şey bulmalarını isteyerek, durumunun nasıl olduğunu anlamak için muayene etti ve durumunun çok ciddi olduğunu gördü. Huzur Mustafa, acele evine giderek sedyeye benzer bir şey bulduktan sonra, yardımcı olması için kendi oğlunu da alarak gölün oraya vardılar. Dr. Burak muayeneden sonra onlara durumunun çok ciddi olduğunu, hastaneden getirdiği malzemelerle onu tedavi etme imkânının olmadığını söyledi ve Huzur Mustafa’ya dönerek:

–  Mustafa Bey, eğer izin verirseniz horozunuzu alır, çalıştığım hastaneye gider, orada tedavi edebilecek araç gereçleri alarak geri dönerim.

–  Tabii, alabilirsin, dedi ve ona da horozu hızlandıracak ve yavaşlatacak sözü söyledi.

Dr. Burak, babası ve onun arkadaşları yerde ağır bir şekilde yaralı yatan Hasan’ı dikkatli bir şekilde sedyeye yerleştirdiler. Oradan, yine dikkatli bir şekilde yola çıkarak Huzur Mustafa’nın evine vardılar ve tedavi edebilmek için misafir odasına yerleştirdiler. Dr. Burak, Hasan’ı dikkatli bir şekilde misafir odasına yerleştirdikten sonra horozun üzerine binerek yola çıktı. Çalıştığı hastaneye gelerek, Hasan’ı iyileştirebilecek gerekli araçları aldıktan sonra geri döndü.

Bir ay tedavinin ardından kendine gelmeye başlayan Hasan, gözlerini açınca etrafında toplanmış arkadaşlarını gördü. Arkadaşlarının etrafında niçin toplandığını anlayamadığı için onlara ‘neden etrafımda toplandınız?’ diye soru sorarak, olan biteni anlamaya çalıştı. Sedat Bey, ona bir ay önce kendisini gölün kenarında yaralı olarak bulduklarını ve o günden sonra Mustafa Bey’in evinde yaralı olarak yattığını, doktor olan oğlu tarafından iyileştirildiğini söyledi ve ona nasıl bu hale geldiğini sordu. Hasan, bu soru üzerine neler olduğunu hatırlayabilmek için biraz düşündü ve karabulutun kendisini yakaladıktan sonra kemiklerini birbirine geçirdiğini hatırladı. Karabulut aklına gelince arkadaşlarına:

–  Hatırlarsanız eğer, sizinle en son gölün kenarında sohbet ediyorduk. O sırada karabulut arkamdan gizlice gelip, beni yakalamaya çalışmıştı, onlar ‘evet’ deyince sözüne devam etmek isterken, içinden öksürmek geldi ve konuşmasına devam edemeden öksürmek zorunda kaldı. Öksürdüğü sıra ağzından kan geldi. Dr. Burak, Hasan’ın ağzından kan geldiğini görünce koşarak yanına gitti ve ona:

– Kendini bu kadar zorlayıp, yorma. Başından geçenleri tamamen iyileşince anlatırsın, dedi ve onu yatağına yatırdı. Ona günlük ilaçlarını verdikten sonra, dinlenmesi için hep beraber odadan dışarıya çıktılar. Odadan dışarıya çıkınca Sedat Bey oğluna, Hasan’a ne olacak der gibi baktı. Dr. Burak babasının ne demek istediğini anlamış gibi ona ‘umarım iyileşir’ dedi ve babasının omzuna elini koyarak teselli etmeye çalıştı.

Sedat Bey, kendisini o farelerin elinden kurtarıp iyileşmesine sebep olan Hasan’ın yaralı bir şekilde yatmasına üzülmüş, onun için ne yapılması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Düşünmesine rağmen bir türlü çare bulamayınca ellerini açarak, onun iyileşmesi için dua edip beklemeye başladı. O dua ederken vakit gece yarısıydı ve gökyüzünde ay çıkmıştı. Yıldızlar pırıl pırıl parlıyordu. Her şey uyumuş, ortalık sakinleşmişti. Sadece ağustos böceklerinin ötüşü duyuluyordu. Hava hafif serin ve rüzgârlıydı. Bir ara ölen eşi aklına geldi ve ona da dua etti. Onun güzel huylu oluşunu hiçbir zaman unutmamış, her aklına gelişinde onu yâd etmişti. O, bu düşünceler içerisindeyken Huzur Mustafa yanına gelerek Hasan’ın kendine geldiğini söylemesi üzerine öyle bir sevindi, havalara zıpladı ki, o saatte uyanık olup onu o şekilde görenler, ‘ne oluyor size böyle’ diyebilirlerdi.

Huzur Mustafa, Hasan’ın kendine geldiğini haber vermesine sevinen Sedat Bey, koşarak misafir odasına giderek güler yüzle Hasan’a:

– Arkadaşım, geçmiş olsun. Bizi bayağı bir korkuttun ama, şükür ki kendine geldin.

Hasan, kendisiyle ilgilenmeleri karşısında o kadar sevindi ki, bu sevincini dile getirebilmek için ayağa kalkmaya çalıştı ama bunu başaramayıp tekrar yatmak zorunda kaldı.

Sedat Bey, Hasan’ın ayağa kalmaya çalıştığını görünce:

–  Yavaş ol arkadaş, kendine geldin ama, henüz daha tam olarak iyileşmedin. Onun için kendini fazla zorlama.

Aradan birkaç gün daha geçtikten sonra Hasan’ın toparlandığını gören Dr. Burak, babasından izin alarak, çalıştığı hastaneye geri döndü. Hasan, kendisini toparladıktan sonra hava almak için dışarıya çıktığı sıra ahırın orada bağrışmalar geldiğini duydu.  Sesin geldiği yere doğru yönelince Huzur Mustafa, Sedat Bey’in horozu tutmaya çalıştıklarını gördü. Onların, horozu tutmaya çalıştıklarını görünce dayanmayarak onlara ‘neden horozu tutamaya çalıştıklarını sordu. Huzur Mustafa, kendilerine hitap edilen bu soru üzerine:

– Sedat Bey, seni iyileştirebilmek için, doktor olan oğlunun yaşadığı şehre giderken horozdan düşmemek için boğazına sarılmış. Bu arada farkına varmadan horozun boğazını çok sıktığı için, horozun boğazında yara oluşmuş. Bizde onu iyileştirmek için ceviz kabuğu kaynatarak onun boğazına sürmeye çalıştık.  O da, o sırada canı yandığı için sağa sola koşuşturmaya başladı. Bizde bunun üzerine, horozun kendisine daha fazla zarar vermemesi için tutmaya çalıştık. İşte horozu tutmaya çalışmamızın sebebi bu.

Sedat Bey ve Huzur Mustafa, horozu yakalayıp yerine bağladıktan sonra hep beraber ahırdan çıktılar. O gün aralarında sohbet ederlerken bir ara Hasan’ın gözüne duvardaki fotoğraf takıldı. Onun kim olduğunu anlamak için Huzur Mustafa’ya onun kim olduğunu sordu. Huzur Mustafa ‘o benim rahmetli annem’ dedi. Hasan, duvardaki resmin, annesi olduğunu duyunca ona neden sadece annesinin resminin olduğunu, babasının resminin niçin asılı olmadığını sordu. Huzur Mustafa, bu soru üzerine kafasını yere eğdi. Sanki soruyu cevaplamak istemiyor gibiydi. Hasan, sorduğu soruyu ısrar edince ona:

–  Babam, yok benim.

–  Nasıl yani?

Huzur Mustafa, yanlış anlaşıldığını anlayınca, gerçeği anlatmanın zamanı geldiğini anlayarak ona:

– Aslında, benim babam var ama, nerede olduğunu bilemiyorum. Babam, ben küçükken anlaşılmaz bir sebepten dolayı bizi terk ederek başka bir yere gitmiş ve bir daha geri dönmemiş. Annem, babam geri dönmeyince, yaşadığımız köyde daha fazla barınamadı ve oradan ayrılarak bu köye göç etmek zorunda kaldık. Bu köye göç ettiğimiz o günden sonra annem, beni başkasının elinde büyütmek istemediğinden dolayı hiç evlenmedi. Babamın evi terk edişinden sonra hayatın tüm zorluklarını tek başına göğüslemek zorunda kaldı ve genç yaşında beli iki büklüm oldu, dedi ve kafasını yere eğdi.

Huzur Mustafa, bunları söylerken eskiyi hatırlamış o yüzden de gözleri dolu dolu olmuştu. Ağladığını kimse görmesin diye kafasını yere eğmişti. Sedat Bey, onu teselli edercesine arkasını sıvazlaması üzerine gözyaşlarını silerek:

– Ben, anneme çok şey borçluyum. Onun sayesinde insanlara iyilik yapmayı, affedici olmayı, güler yüzlü ve merhametli olmayı, insanların hatasını yüzüne vurmamayı, ayıpları örtücü olmayı öğrendim. Onun sayesinde sabırlı olmayı öğrendim. Belki de genç yaşında, bu dünyadan göçüp gitmese bana daha çok şey öğretecekti ama ömrü vefa yetmedi. Annem öldükten sonra ortalıklarda süründüm. Düştüğüm bu zor durumlardan, bu köyün hatırı sayılır kişilerinden olan Salih Amca’nın sayesinde kurtuldum. Eğer o olmasaydı, belki de daha kötü durumlarda olabilirdim.

Sedat Bey, babasını özleyip özlemediğini sorunca, gözleri ışıldayarak:

–  Babam, bizi terk edip gitmiş olsa bile, ben onu halen daha çok seviyorum. Bir insan ne olursa olsun anne ve babasını sevmeli ve onlara hürmet göstermeli. Her ne kadar evladını terk edip gitmiş olsa bile. Bir insan düşünün, sürekli anne ve babasına eziyet ediyor, onlara karşı geliyor. Bu tür insanlardan hayır bekleyebilir misin? Bir insan düşünün annesini ve babasını başının üzerinde gezdiriyor. Onlara ‘öf’ bile demiyor ve anne ve babasının her zaman duasını alıyor. Böyle insanlardan da her türlü hayır ve bereket gelir, insanlara neşe gelir. Dünyaya intizam ve düzen gelir. İşte, ben de annemden bunları öğrendim, o yüzden babam şu an çıkıp gelse onu affeder, başımın üstünde gezdiririm.

Aralarında geçen bu konuşmalarının ertesi günü gece yarısında ahırın orada büyük bir gürültü duyuldu.  Evin içerisinde olan herkes, horozun bağlandığı ipleri kopartarak sağa sola kendini vurduğunu zannederek, telaş içerisinde evden çıkarak ahıra doğru yöneldiler. Evden çıkıp ahıra yöneldikleri zaman gördükleri manzara karşısında, neredeyse küçük dillerini yutacak gibi oldular. Çünkü ahırın üstü çökmüş ve ahırın üstüne ceviz ağacı bitmişti. Ahıra doğru iyice yaklaşınca daha çok şaşırıp kaldılar. Bu seferki şaşırmalarının sebebi ise ahırın dışında gördükleri ceviz ağacının horozun boğazının üstünde bitmesiydi. Horoz boğazının üstünde biten ceviz ağacının ağırlığı karşısında daha fazla dayanamamış ve yere çökmüştü. Üstelik horozun üstünde biten ceviz ağacının meyveleri olgunlaşmış bir şekildeydi. Bir farkla ki bu cevizler, normal cevizlere benzemiyorlardı ve neredeyse bir elma büyüklüğündeydiler.

Horoz, üzerindeki ağırlığa daha fazla dayamamış, yerde debelenmeye başlamıştı. Gözlerinden yaş geliyor, hayatının son günlerini yaşıyor gibiydi. Sahibi olan Huzur Mustafa yaklaşınca ona minnet dolu gözlerle baktı ve gözlerinden iki damla yaş düştü. Sanki lisan-ı hal diliyle senden razıyım der gibiydi. Gözlerinden yaş düşmesinin ardından, bir iki dakika geçtikten sonra yere yıkılıp başı toprağa deydi. Onun yere yıkılıp, başı toprağa değmesi ceviz ağacına yaramış gibiydi. Çünkü horozun başının toprağa değmesiyle beraber kökleri toprağa kavuştu. Kökleri toprağa kavuştukça da hızla toprağın içlerine doğru uzandılar ve kalınlaşmaya başladılar. Bu arada kökleri kalınlaştıkça ceviz ağacı büyüyor, dalları yaprakları her tarafı kaplıyordu. O kadar büyüdü ki, onun büyüklüğü köyün dışından bile fark ediliyordu.

Huzur Mustafa, horozun ölümünden dolayı üzülmüş, bu üzüntüsünü belli etmemek için tek başına ahırdan dışarıya çıkmış, üzüntüsünü üzerinden atmaya çalışmıştı. Fakat bir türlü buna muvaffak olamıyordu. Çünkü bütün işlerini onunla görmüş, nereye gidecekse onunla gitmiş, kimseyle paylaşamadığı derdini onunla paylaşmıştı. Kısacası onun dert ortağı gibiydi. Bundan dolayı üzülüyor, gözyaşı döküyordu. Sedat Bey, gelip omzuna dokunmasa belki de horozun ölmesinden dolayı sabaha kadar düşünür durur, gözyaşı dökerdi.

Sedat Bey, Huzur Mustafa’nın omzuna dokunarak:

– Mustafa Bey, biliyorum horozunuzun öldüğüne üzülüyorsunuz, ama bir hayvan için bu kadar da üzülmeye değer mi?

Huzur Mustafa, bu söz üzerine oldukça kızdı ve hiddetli bir şekilde:

– Siz ne diyorsunuz Sedat Bey. Ben onu eski sahibinden aldığım zaman tamamen bitkin durumdaydı. Ona en iyi şekilde baktım ve çok kısa bir sürede kendini toparladı. O günden sora hayvan benim her şeyim oldu. Dert ortağım, yardımcım, sığınağım oldu. Onunla her işimi görür, her yere onunla giderdim. Kimseye söylemeye çekindiğim sıkıntımı ona anlatırdım. Gerçi o beni anlamazdı ama anlıyormuş gibi ses çıkarır, benim tüm üzüntülerimi alırdı.

Sedat Bey, bu sert tavır üzerine söylediği söze pişman oldu. Suçlular gibi kafasını yere eğdi. Ayağıyla yere vurarak toprağı kaldırdı. Sonra kafasını kaldırarak Huzur Mustafa’nın yüzüne baktı. Az önce söylediği sözden dolayı pişmanlığını belirtmek için söz söylemek istedi ama bir türlü söz söylemeye muvaffak olamadı. Bu durumlarda sürekli konuşmasını bilirdi, fakat bu sefer konuşamamıştı. Konuşamadığından dolayı, söylediği söze iyice üzülmüştü. Kendini toparlayıp konuşmaya niyetlenecekken Huzur Mustafa’nın oğlu gelerek, annesinin kendisini istediğini söylemesi üzerine, yine konuşmayı becerememişti.

Aralarında bu konuşma geçtikten birkaç gün sonra ahırın orda konuşma fırsatını bulmuş, ondan söylediği sözden dolayı özür dilemişti. Huzur Mustafa, Sedat Bey’in özrünü kabul etmiş ve kendisi de o gün üzüntüden dolayı ne dediğini bilemeden hiddetli davrandığını itiraf etmiş, bu seferde kendisi Sedat Bey’den özür dilemişti. Her ikisi de pişmanlıklarını dile getirip birbirlerine sarılıp, dostluklarını dile getirerek neşe içerisinde Huzur Mustafa’nı evine doğru gittiler. Evlerine vardıkları zaman, evin hanımı ceviz istemesi üzerine tekrar dışarı çıkan Huzur Mustafa, ahırın oraya vararak eline bir toprak parçası alarak, ceviz düşürebilmek amacıyla elindeki toprağı ceviz ağacına doğru fırlattı. Attığı toprak ceviz ağacının üzerinde kalması üzerine, toprak atma işini birkaç defa daha denedi. Birkaç defa daha denemesine rağmen ceviz düşüremeyince, bu işten vazgeçerek evine geri dönerek hanımına:

– Senin isteklerini her zaman yerine getirmeyi vazife bildiğimi bilirsin, ama üzgünüm. Bu sefer isteğini yerine getiremedim. Çünkü, birkaç defa denemem rağmen, bir türlü ceviz ağacından ceviz düşüremedim, dedi ve hanımının isteğini yerine getiremediği için üzgün olduğunu belirtmeye çalıştı.

Hanımı, Safiye Hanım, Huzur Mustafa’nın üzgün olduğunu görünce, onu teselli etmek için:

– Sen, benim isteklerimi, kalbimi kırmadan ve incitmeden her daim yerine getirdiğini bilirim. Onun için hiç üzülmene gerek yok. Hem neden üzülüyorsun ki, bu seferlik nasip değilmiş dersin, ertesi gün tekrar denersin, dedi ve kocasını teselli etmeye çalıştı.

Ertesi gün, erkenden uyanıp ceviz düşürebilmek için ahıra doğru yöneldi. Ahıra vardıktan sonra, eline toprak parçası alıp cevize doğru atmaya niyetlenecekken, gördüğü manzara karşısında adeta dondu kaldı. Çünkü bir gün evvel, ceviz ağacının üzerine atmış olduğu toprak parçası, ceviz ağacının üzerinde tarla oluşturmuştu. Ceviz ağacının üzerinde oluşan tarlayı görünce kendi kendine ‘Bu nasıl olur, önce horozun üzerinde ceviz ağacı, onun ardından cevizin üzerinde oluşan tarla’ der ve elini yüzüne koyarak hayret içerisinde tarlaya doğru bakar. Şaşkınlığını üzerinden atıp, ceviz ağacının üzerinde oluşan tarlayı ailesi ve misafirlerinin de görmesi için acele evine gider. Evinde, önce ailesini alelacele uyandırır. Oluşan durumu kısaca ailesine anlatarak onların oraya gitmesi, kendisinin de Sedat Bey’i sesledikten sonra geleceğini söyleyerek, misafir odasına yönelir.   Orada, ilk önce Sedat Bey’i kaldırarak ona:

– Sedat Bey, size bir şey göstereceğim. Bu göreceğiniz, ne sizin ne de bizim daha önce gördüğümüz türden bir şey, der ve acele ile kalkıp gelmesini ister. Sedat Bey, gece yarısı kapısına gelip, kendisini uyandıran Huzur Mustafa’nın tam olarak ne dediğini anlamasa bile, onu kırmamak için üstünü giyinip Hasan’ı uyandırmadan, uykulu gözlerle sessizce odadan dışarıya çıkar ve Huzur Mustafa’nın peşine takılır.

Hasan, sabah uyandığında odada Sedat Bey’i göremeyince, belki dışarı çıkmıştır düşüncesiyle odadan çıkar. Evin içinde dolaşıp kimseyi göremeyince kendi kendine ‘sabah sabah, bunlar nereye gitti acaba?’ der ve odasına geri döner. Odanın içinde öğlene kadar beklemesine rağmen kimse gelmeyince, Huzur Mustafa’yla Sedat Bey’i aramak için evden çıkar. Kapıdan adımını atıp bir iki adım gittikten sonra Huzur Mustafa’nın oğlu Sercan’la karşılaşır. Onu görünce babasının nereye gittiğini sorar.

Sercan, şaşkınlığını belli etmese bile, hal ve hareketlerinden farklı bir şeylerle karşılaştığını belli etmektedir. Hasan, tekrar babasının nerede olduğunu sorunca kendine toparlar ve onun ahırda olduğunu söyleyerek, kendisini seslemek için geldiğini söyler. Sercan’la aralarındaki konuşma bittikten sonra ahıra giden Hasan, Huzur Mustafa ve Sedat Bey’in ceviz ağacının tepesine doğru baktıklarını görünce kendisi de merak ederek ceviz ağacının tepesine bakar. Kafasını kaldırıp yukarıya bakmaya başladığı sıra başı dönmeye başlayıp, kulakları uğuldamaya başlar ve ‘yeter artık uyan, seninle uğraşacak zamanımız yok’ diye sesler duyar. Sesler kaybolup, kafasındaki uğuldama geçince ceviz ağacının tepesindeki tarlayı görür. İlk anda gözlerine inanamaz ve eliyle birkaç sefer gözlerini ovuşturur, tekrar tekrar cevizin üstüne bakar. Her seferinde bakıp aynı manzarayı görünce, yanılmadığını anlar.

Hasan, bir taraftan yukarıya doğru bakarken bir taraftan da Huzur Mustafa’ya bunun nasıl gerçekleştiğini sorar. Huzur Mustafa, her ne kadar ceviz ağacının üstünde, tarlanın nasıl oluştuğunu anlamasa bile ona:

– Bundan iki gün önce hanımım, benden ceviz istedi. Bende, onun isteğini yerine getirmek için ceviz ağacına gelerek ona üç defa toprak attım. Toprağı üç defa atmama rağmen ceviz düşmeyince, bende bu işten vazgeçerek eve gittim ve ertesi günü bekledim. Ertesi gün, yani bugün ceviz ağacının yanına geldiğimde, attığım topraklardan ceviz ağacının üzerinde tarla oluştuğunu gördüm, der ve tarlanın üzerinde ne olduğunu merak ederek yukarıya doğru bakar. Yukarıya baktığı halde, bir şey göremeyince merakını daha fazla yenemez ve bu merakını yenebilmek için ceviz ağacına tırmanmaya başlar. Onun ceviz ağacına tırmandığını gören Hasan ve Sedat Bey, ceviz ağacına tırmanarak onun peşinden giderler.

Ceviz ağacının üst tepelerine çıkıp tarlaya yaklaşınca, cevizin üst dalından tarlaya çıkan bir kapak görürler. Önde olan Huzur Mustafa kapağı kaldırarak tarlaya çıkar. Onun peşinden Hasan ve Sedat Bey’de tarlaya çıkarlar. Hep beraber tarlaya çıkınca orada muhteşem güzellikte olan, her sapında çifter çifter buğday olan, buğday tarlasıyla karşılaşırlar. Karşılarına çıkan buğday tarlası olgunlaşmış ve biçilmeyi beklemektedir. Yalnız bir farkla ki, bu buğday başakları normal buğday başaklarına benzemiyorlardı. ve Buğdayın her bir tanesi karpuz büyüklüğünde ve ortalarında delikler vardı. Buğdayların üzerinde arılar vızıldamak da, kuşlar uçmakta ve kelebekler neşe içerisinde her tarafı dolaşmaktadırlar. Karşılaştıkları hayvanlar bile normal büyüklüklerinin iki üç katı büyüklüğündeydiler. Buğday tarlasının ortasına doğru bir insanın rahatlıkla sığabileceği büyüklükte birde mağara görülmekteydi.

Huzur Mustafa, buğdayın büyüklüğünü görünce Sedat Bey’e dönerek:

–  Bu buğdaylar bize bir ömür yeter, ama gördüğümüz bu hayvanlardan zarar görmeden buğdayı nasıl biçebilir ve taşıyabiliriz, diye fikir almak isteyince Sedat Bey:

–  Hayvanların ve buğdayların büyüklüğünü görünce, bir anda her şeyi unutuverdim. Onun için, şu an sana fikir verecek durumda değilim.

Huzur Mustafa, Sedat Bey’den bir fikir çıkmayınca, belki bir yolunu bulabilirim, der ve tarlaya çıktıkları kapağın oraya gelerek cevizden aşağıya iner. Evine doğru yönelerek, evde orak, tırpan ne varsa hepsini alarak sırtına yükler ve tarlaya çıkabilmek için ceviz ağacığının oraya gelir. Sırtındaki aletleri yere bırakarak hepsini birbirine bağlar. Bağladığı ipin ucunu eline alarak ceviz ağacına tırmanıp, tarlanın girişinde olan kapağın oraya varır. İlk önce, elinde tuttuğu ipi yukarı doğru çekerek aletleri kapaktan tarlaya doğru atar ve ardından kendisi tarlaya çıkar.

Yazar: Murat CANPOLAT

Hikayenin I. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin II. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin III. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin IV. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin V. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin VI. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin VII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin VIII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin IX. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin X. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XI. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XIII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XIV. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XV. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XVI. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XVII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XVIII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XIX. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XX. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXI. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXIII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXIV. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXV. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXVI. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXVII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXVIII. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXIX Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXX Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXXI Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXXII Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin XXXIII Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

 

Exit mobile version