Çok Güzel Bir Hikaye “Beyaz Güvercin”

Çok Güzel Hikaye

Çok Güzel Bir Hikaye “Beyaz Güvercin”

Bekir Dayım avlunun sokak kapısında beni bekliyordu. Ben ayakkabımın bağlarını bağlarken, annemin mutfaktan telaşlı sesini duyabiliyordum. “Oğlum bekle beni, sana ekmek arası sucuklu tost yaptım trende yersin” Diye seslenmesiyle, gelmesi bir oldu.  Elindeki paketi sırt çantama koydu. Telaşlı ve üzgün olduğu belliydi. Benden ilk defa ayrılıyordu. İlkokulu bitirmiştim. Notlarım da çok iyiydi. Yaz tatilini hak etmiştim. İlk defa bir yolculuğa çıkacaktım. Hem de tek başıma. Ben de çok heyecanlıydım. Üstelik ilk defa bir trene binecektim.

Haziran ayı olmasına rağmen hava serindi. Akşam üstleri Sivas’ta hava hep böyle kasvetli olurdu. Gülkurusu bulutlar şehrin üzerini kapatmış gibiydi. Dayımla birlikte uzun bir yürüyüşten sonra İstasyon Caddesinin sonundaki tren garına gelmiştik. Gar kalabalıktı. Kasketli, paltolu insanlar ellerindeki tespihleri şakıtarak dolaşırken, benim yaşlarımda bir çocuk duvar dibinde önündeki tahta sandıkta ayakkabı boyuyordu. Çocuğun üstü başı boya içinde, saçları dağınık, mintanı da yırtıktı. Sağ kulağının üstüne de bir de sigara sıkıştırmıştı. Dayımla göz göze gelince “Üşümüyor mu!” Dedim. Dayım “Üşümeyi unutmuş çocuk ekmek derdinde “Dedi. Tren henüz gelmemişti. Kalabalığı yara yara başka kalın siyah bıyıklı bir amca da, cam kavanozun içinde kenger sakızı satıyordu. İri yapılı insanlar arsında dayımın elini sıkı, sıkı tutmaya çalışıyordum. Ortalığı köfte, soğan ve kokoreç kokusu sarmıştı. Dayım beni kalabalıktan biraz uzaklaştırmak istemişti. Binanın sonuna doğru yürüdük. Simitçi bir çocuk başındaki yuvarlak tepsiyi tıka basa simit ve poğaça ile doldurmuş “Fırından yeni çıktı, sıcak sıcak simitler” Diye bağırıyordu. Benim ödüm kopuyordu kendinden daha yüksek simitlere birileri çarpsa hepsi yerle bir olurdu.

Tren sesini duymuştuk, daha sonra homurtular başlamıştı. Büyük bir uğultuyla üzerimize çökecekmiş gibi geldi kara tren. Koca demir tekerlerinden ateşler çıkartıyordu. Sanki elektrik kaynağı yapılıyormuş gibi etrafa çıngılar sıçrıyordu.  Garda bir hareketlilik başlamıştı. Benim sadece sırt çantam vardı. Trenden inenlerin başında, gazozcu çocuk vardı.  Sonra yolcular valizlerle birer ikişer iniyorlardı. Tren Kars’tan geliyor Ankara’ya kadar gidiyordu. Benim yolum kısaydı. Bir buçuk saatlik yol diyordu dayım. İki istasyon sonra Yavru’da inecektim. Orada beni dedem karşılayacaktı. Sonrada birlikte köye gidecektik.

Bekir dayımın elini bırakmıştım. Trene doğru yürürken dayım “Söylediklerimi unutma. Yıldızeli’nden sonraki istasyonda ineceksin. Tren de kimselerle konuşma, kimseden bir şey alıp yeme. Diye tembihlemişlerdi. Türkçe öğretmenimizin derste anlattıkları hala aklımdaydı.  Tren yolculuğu güzeldir. Otur kopartmanda bir pencere kenarına, memleketimin dağını taşını, tarlasını toprağını, bağını bahçesini seyret. Akarsularını, köyünü, kasabasını, yurdumun insanını bak uzaklardan doyamazsınız” Diyordu. Bekir dayımdan ayrıldıktan sonra onun gösterdiği kompartımana doğru yürüdüm. Doğruca pencere kenarına oturdum.  Boyum kısa olduğu için dışarısını göremiyordum. Kalktım ayakta daha iyiydi. Pencerenin buğusunu montumun koluyla sildim. Dışardakileri hep görebiliyordum. Bekir dayım bir eliyle bıyıklarını düzeltirken, bir eliyle de bana el sallıyor” Güle, güle yeğenim. Herkese selam söyle, yolun açık olsun. Diyordu.

Kompartıman kalabalık değildi, dışardakilerin hepsi binmemişti, sanırım başka bir tren bekliyorlardı. Hava kararmak üzereydi. Ben gidene kadar kararmasını istemiyordum. Dışarıya baka, baka gitmeyi istiyordum. Hiç oturmaya niyetim yoktu.

Makinistin uzunca bir düdüğünden sonra tren homurdanarak yavaş yavaş hareket etmeye başlamıştı. Bekir dayıma el salladım, oda bana el sallıyordu. Dışardaki insanların tümü vagondaki yolculara el sallıyordu. Sonra herkes geride kaldı. Tren gardan ayrılmıştı. Evlerin önünden acı sesiyle geçmeye devam ediyordu. Elektrik direkleri, ağaçlar, caddeler geride kalıyordu. Öğretmenimin “Yoluculuklar, yeni çevreler insanlar, kitaplar çocukların öz güven eksikliğini tamamlar, karakter yapısının güçlenmesini sağlar” Demişti.

Akşamın alacakaranlığı başlamıştı. Tren olanca hızıyla gidiyordu. Kompartıman fazla kalabalık olmadığı için olsa gerek, ufaklık camın önünden çekil otur artık yerine diyen yoktu. Annemin yaptığı tostu çantamdan çıkarttım. Şirin bir köyün önünden geçiyoruz. Akşam güneşinin bütün güzelliği sanki köyün üzerinde asılı duruyordu. Bütün evlerin çatıları kırmızı kiremitli, birkaç evin bacalarında dumanlar yükseliyordu. Etraf yemyeşildi. Köyün yükseklerinde avlusu taştan yapılmış yeşil boyalı bir cami vardı. Köyün ortalarında düzgün sıvalı tek katlı bir okul, bayrak direğindeki rengi biraz solmuş bayrak ve bahçesinde oynayan çocuklar. Köyün hemen kenarına doğru bir çay akıyor, birkaç inek otlanıyor. Tavuklar köpekler oynaşıyordu.

Otlanmaktan dönen koyunların köyün içine doğru yürümesiyle ağıllarda onların gelmesini bekleyen kuzuların buluşmasına şahit oluyordum uzaktan. Bu muhteşem olayı ömrümce unutmayacağımı biliyorum. Ortalık birbirine karışmış çan ve kuzu melemelerinin sesleri buraya kadar geliyordu. Tepelere doğru uzanan tarlaların çoğu yeşildi, ama sararmış olanları da vardı. Pencere önünden yakın yerleri takip edince gözlerimin yorulduğunu fark ettim. Kara tren hızla ilerledikçe, evden uzaklaştıkça içim de bir sızı hissetmeye başlamıştım. Annemi düşündüm. O nu şimdiden özlemiştim. İlk defa ayrılıyordum.

Tren Sivas’tan kalkalı yarım saat olmalıydı. Ben hala dışarıya bakmanın tadındaydım. Tostumu bitirmiştim. Üzerindeki yağlı kâğıdı buruşturup çantama koydum. Çöp kutusu olan bir yerde atarım diye düşündüm. Arkamdan bir sesin bana söylendiğini anlamıştım. “Halfe sen nereye gidiyorsun! Annemin ve dayımın sakın birileri ile konuşma tembihleri geldi aklıma.         Arkamı dönüp dönmemekte kararsızdım. Duymamazlıktan gelmiş gibi yaparak uzaklara bakmaya devam ediyordum. “Delikanlı sana diyorum” Diyerek eliyle biri koluma dokundu. Epeyce yaşlı beyaz saçlı iri yapılı kasketli biri, hemen arkamdaki koltukta oturuyordu. Göz göze geldiğimizde “Sen akıllı bir çocuğa benziyorsun.” Üzerimdeki kıyafetlerime bakarak, “Okuyor musun!” Dedi. Çekinmiştim, ama konuşmalıydım. “Evet” Dedim. “İlkokulu bitirdim. Adam uzunca bıyıklarını düzeltirken, “Okuduğun belli, aferin. Yediğin tostun kâğıdını yere atmadın. Çantana koydun. Belli ki çöp kutusuna atacaksın. Aferin sana, sen zeki bir çocuğa benziyorsun, okumayı asla bırakma.” Ben biraz kızarmıştım. “Adın ne senin” “Serdar, amca “Dedim. Yaşlı amca gözlerini kısarak bana bakıyordu. “Okuyunca ne olmak istiyorsun” Diye sordu? Bende “Gazeteci olmak istiyorum. Deyince, yine bir aferin daha çaktı. “Bu güzel ülkenin gerçek gazetecilere ihtiyacı var”. “Nereye gidiyorsun böyle küçük gazeteci” “Söyle bakayım” gözleriyle beni süzüyordu. Amca yaşını başını almış babacan birine benziyordu. Konuşmalarından kötü biri olmadığını düşünmeye başlamıştım. Doğrusunu söyleyeyim diye geçiriyordum içimden. “Yavru’ya gidiyorum orada ineceğim, dedemin yanına gidiyorum.” Dedim. “Aferin büyüklerini daima sev, onlara saygıda kusur   etme”. Arkaya doğru taranmış uzunca beyaz saçları, burnunun sağ tarafında yukarıya doğru, kırçıllı beyaza kaçan bıyıklarıyla örtemediği iri bir siyah beni vardı. Üzerindeki kışlık paltonun altından yeleğinin cebindeki köstekli saati görülüyordu. Kaşları gür ve çatık olmasına rağmen aydınlık bir yüzü vardı. O nu bu haliyle tiyatro sanatçılarına benzetiyordum.

Hava kararmağa başlamıştı. Tren arada bir acılı düdüğünü çalarak kıvrılarak giden raylar üzerinde kayarak gidiyordu. Kompartımanda az yolcu olduğu için herkes sağa sola uzanmış rahat bir yolculuk yapıyordu. Karşı koltukta tek başın bir kadın kucağındaki uyuyan çocukla oturuyordu. Amca gözlerini kısarak bana bakıyordu. Sonra zincirli köstekli saatini çıkararak baktı “On dakika sonra Yıldızeli’nde olacağız, senin Yavru’ya yaklaşıyoruz.” Çok kalacak mısın orada” Diye sordu. Ben de “Bilmem dedem bilir” Dedim. Parmaklarıyla bıyıklarını havaya doğru bükerek, “Ne isteyeceksin dedenden” Diye sordu. Yaşlı amcaya iyice ısınmıştım. Rahat rahat konuşabiliyordum. İçimden geçenleri saklamanın bir anlamı yok gibi geliyordu. “Dedemden bir çift güvercin isteyeceğim.” Dedim. Amca bıyıklarının altından gülüyordu. Neden güldüğünü çözememiştim. Mutlaka benim bilmediğim bir şeyler var diye düşündüm. “Siz şehirli çocukların kuşları çok sevdiğinizi biliyorum, çok rastladım senin gibi köylerden şehre güvercin götürenleri, ama çoğu pişman oluyorlar. Çünkü onların bakımı zordur. Herkes beceremez. Yazık oluyor kuşlara hep ziyan oluyorlar. Amca doğru söylüyordu ama ben güvercinleri çok seviyordum. Almadan dönmemeye de kararlıydım.

Tren uzunca tiz bir düdük sesinden sonra yavaşlayıp homurdanarak durmuştu. Oturduğum koltuktan kalkarak vagonun penceresinden dışarı baktım. Yıldızeli tren istasyonuna gelmiştik. Akşam tam çökmemişti, herkes ortada idi. Elektrik direklerindeki lambalar yansa da hava iyice kararmadığı için sönük, cılız yanıyormuş gibi duruyordu. Birkaç köylü kadın, erkek ve çocuk ellerindeki irili ufaklı valiz ve torbaları trene doğru çekerek binmeye çalışıyorlardı.

Yerime oturmuştum. Amca bana bakarak gülümsüyordu. “Senin yolun kısaldı. Yarım saate varmaz Yavru’ya varırız.” Benim yolum uzun Ankara. Sabahleyin ancak orada oluruz sanırım. Kısa bir sessizlikten sonra “Siz Ankara’da mı yaşıyorsunuz” Diye sordum. Amca parmaklarıyla saçlarını arkaya doğru tarardı. Sonra da “Hayır küçük gazeteci ben Erzurum’da yaşıyorum, kızım Ankara’da doktor onu ziyarete gidiyorum. Kızımda senin gibi azimliydi doktor olacağım dedi sonunda iyi bir doktor oldu. Azmedince her şey oluyor insan. Diyerek tekrar gülümseyerek baktı. “Sen inmeden şu güvercin işini bir daha konuşalım. Dedi. Yine gözlerini kısarak tane tane anlatmaya başlamıştı. “Bak küçük gazeteci Güvercin’ler yalnız değil hep birlikte uçarlar. Güvercin barış demektir, kardeşliği simgelerler.” Benim aklım karışmıştı. Güvercinlere farklı bakmaya başlamıştım. Küçükken annem yerde bulduğu ekmek parçalarını yüksek bir yerlere koyarak kuşların yemelerini isterdi. Amca benim etkilendiğimi anlamıştı gülümseyerek, “Güvercinlerin özgürlüğünü biz almayalım, onları yuvalarından ayırmayalım anlaştık değil mi?” Dedi. Ben de bir suçlu tavrıyla! Evet efendim. Dedim.

Yavaşlamıştık etraf iyice kararmıştı. Uzaktan evlerin yanan ışıkları görülüyordu. Yine ayağa kalktım. Vagonun penceresinden bakmaya başladım. Önce elektrik direkleri başladı. Sonra kümeleşen evler geçiyordu önümden. İyice yavaşlamıştık homurtular devam ediyordu. Tren durmuştu. Yavru’ya gelmiştik. Amcaya dönerek “Size iyi yolculuklar, ben iniyorum” Dedim. O da “Geçmiş olsun küçük gazeteci. Ülkenin gerçeklerini yazmayı asla ihmal etme. Seni tanıdığıma memnun oldum. Dedene selam söyle okulunu asla bırakma” Diyordu.

Vagondan iner inmez sağa sola bakınmaya başladım. Hava iyice kararmıştı. Fazla kalabalık yoktu. Tren acı düdüğünü çalıyordu. Nakaratlı uğultular içinde hareket etti. Önündeki koca ışıklarında yükselen, insanın genzini yakan, geride bir duman yığını bırakarak gitmişti tren.  Nerdeyse durmasıyla gitmesi bir olmuştu. İyi ki vagonda fazla oyalanmamıştım.

Birkaç yolcu Gar önündeki valiz ve torbalarının başında dururken yüksek sesle şiveli konuşuyorlardı. Küçük kasketli çocuklarda torbaların üzerine oturmuşlardı. Belli ki bunlar sonradan gelecek Treni bekliyorlardı. Hava soğumuştu. Çocukların o soğuk etkilemez hallerini görünce içimin titrediğini hissettim. Seyyar bir satıcı ekmek arası köfte ayran satıyor, ocak başındaki dolgun yanaklı esmer çocuk yelpazeyle ateşi körüklerken “Köfteye gel, odunda köfteye gel” Diye bağırıyordu. Hemen yanında siyah iri bir köpek göz kapakları çapak ve sinek içinde, kırmızı uzunca dili aşağıya doğru sarkmış, hırlayan nefesiyle oturduğu yerden insanlar arasında sanki birini arıyor gibi sağa sola bakınıyordu. Biraz korkmuştum. Ya dedem gelmezse diye! Burada kimseleri tanımıyordum. Birkaç adım ilerde yürüdükçe hızlı adımlılarıyla, paltosunun eteklerini sağa sola kaldırarak gelen birinin dedem olduğunu görünce sevindim, bütün korkularım gitmişti. Rahatlamıştım. Ben de ona doğru yürüdüm. Dedem kucakladı beni. Öptü yanaklarımdan. “Üşüyor musun, nasıl geçti tren yolculuğun” Diye sordu. Köy çok yakındı yamaca doğru olduğu için bütün evlerin yanan ışıkları buradan gözüküyordu. Sonra da biraz ilerdeki motora binerek köye gittik.

Köy havası bana çok iyi gelmişti.  O yaz tatil boyunca Dedem, Anneannem, Gülizar Emem bir dediğimi iki etmediler. Her sabah dedemle birlikte koyunların, kuzuların yemlerini sularını verdik. Birlikte doğaya, kırlara yürüyüşler yaptık. Her gün Gülizar Ememlere uğrardım. Evleri Köy camisinin yanındaydı. Çok güvercin vardı burada. Gümüş renklisinden beyazına, cami çatısından koru halinde gelen güvercin uğuldamaları köyü kaplıyordu. Ceplerimdeki darılar bitinceye kadar onları beslerdim. Gülizar Ememin bana getirdiği yiyecekleri onlarla paylaşırdım. Onların gökyüzünde süzülmelerine bayılırdım. Tabi Karabaşta’ benimle. Karabaş dedemin sadık köpeğiydi. Parlak siyah tüyleri, mahzun bakışlarının tam üstünde beyaz tüyleri vardı. Dedem onun yüz ifadesinden ne istediklerini biliyordu. Bana da çok alışmıştı.

Köye geleli bir aya yakın olmuştu. Bugün dönecektim. Sabahleyin yine erken kalktım. Köyden dedem, anneannem Gülizar Emem bir de Karabaş’tan ayrılmak zor geliyordu ama annemi de özlemiştim. Güzel bir sabah kahvaltısından sonra yola çıkacaktık. Dedem Motoru çalıştırdı. Yavru iki üç kilometre kadardı. Oradan otobüsle Sivas’a gidecektim. Karabaşta olanları anlamış gibi motorun yanında bizi bekliyordu. Motorun ardından Yavru’ya kadar gelecekti dönüşte benim yerime oturup dönecekti.

Motor hareket etmişti köyden ayrılıyordum. Çok sevdiğim güvercinleri dedeme kararsızlığımdan söyleyememiştim. Köyün son evinin önüne gelmiştik. Yukardan bize doğru bağıra, bağıra koşan Gülizar Emem “Serdar durun, durun” Diyordu. Dedemde fark etmişti motoru durdurmuştu. Gülizar Emem soluk soluğa bize kadar geldi. Elinde küçük bir kuş kafesi vardı. Kafesin içerisinde bir çift kar beyazı güvercin duruyordu. “Oğlum bunları senin için yakaladım al” Diyerek bana uzattı. Çok sevinmiştim. Gülizar ememe teşekkür ettim. İkisi de mahzun, mahzun siyah gözlerle etraflarına bakınıyordu. Önlerindeki darıları beyaz gagalarıyla yemeye çalışıyorlardı. Kucağımda kafesin içerisinde bir çift güvecin benimdi. Dedem motoru tekrar çalıştırmıştı. Aklıma trendeki yaşlı amca geldi. Konuştuklarımızı adeta yeniden yaşıyordum. Birden dedeme dönerek “Bir dakika dedeciğim dedim”. Dedemin ve Gülizar Emem’in şaşkın bakışları üzerimdeydi.  Kafesin kapağını açarak beyaz güvercini avcuma aldım. “Güvercinler hep birlikte uçarlar, özgürlüğün gökyüzündeki kanatlı halidir. Onların özgürlüğünü ellerinden almaya hakkımız yoktur.” diyerek güvercinleri gök yüzüne bıraktım.” İki kar beyazı güvercin gökyüzüne doğru özgürlüğüne kanat çırparken, biz de dedem, karabaş ve ben Yavru’ya doğru gidiyorduk.

Selahattin Süzer Şair/Yazar

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, çok güzel hikaye, eğitici hikayeler, hikaye okumak, öykü, beyaz güvercin, duygusal hikayeler, 

Exit mobile version