Genesis’ten Yeni Bir Hikaye; Elmas Avcı (Beşinci Bölüm: Rikanlar)
Kopan Parçanın başına ne geldiğiyle ilgili pek çok teori ileri sürüldü, ama genel kanı Zafer’in gördüğünü söylediği saydam yaratıkla ilgiliydi. Aslında orada olmuş bitmiş şeyler hakkında kafa yormanın bizim açımızdan pek bir yararı yoktu; çünkü biz bunları tartışırken tehlike sinsice bize de yaklaşıyor olabilirdi. Gerçek şu ki bu tuhaf gezegende geçirdiğimiz her dakika aleyhimize işliyordu. Bu yüzden vakit kaybetmeden, elimizdeki yegane planı uygulamaya koyulduk. Rikan gemisini tutan ağı lazerlerimizle kesip düşürecektik ve sonra gemiye girecektik. Tabi Rikanlar bizden önce davranıp itki motorlarını ateşlemezlerse. Aksi halde dokuz bin altı yüz santigrat derece sıcaklıkta hepimiz kavrulacaktık. On dokuz kişi yürüyüş kıyafetlerimizi giyip Tulpar’ı terk ettik ve Rikan gemisine doğru yürümeye başladık. Engin ise Tulpar’da yaralılarla birlikte kaldı. Kristal kumların üzerinde ilerlerken ara sıra esen hafif rüzgarlar elmas tozlarını kaldırıp önümüze savuruyor ve bir açığımızı kollar gibi çevremizde dolanıp kaybolan küçük hortumlar oluşturuyordu. Nötron yıldızı düşman gemisinin arkasında ufuk çizgisine doğru iyice alçalmıştı. Rikan metalinin kamuflaj özelliğinden dolayı yıldızın mor ışığı sanki buzlu bir camın arkasındaymış gibi görünüyordu. Bordo renkli elmas bulutlar pembe gökyüzünü örtmeye başlamıştı. Gürül gürül akan kristal derelerin çağıltıları ise insanı huzursuz eden türdendi. Elmas tepelerinin arasındaki düzlük bir arazi boyunca ilerlemeye devam ettik. Üzerinde tuhaf şekilli küçük yaratıkların sağa sola koşuştuğu kumların üzerinde yürüyerek sonunda turkuaz renkli kristal oluşumların bulunduğu alana geldik. Kumdan çıkmış testere dişli yapraklara ya da açık duran mahmuzlu kıskaçlara benzeyen bu oluşumların çevreleri yine kumdan dışarı çıkıp esneyerek etrafa uzanmış çeşitli uzunluklardaki saydam ince kıllarla kuşatılmıştı. Havadaki esinti bu acayip kıl ormanını dalgalandırırken, üzerine düşen mor ışık kırmızı ve mavi tonlarda yansımalara neden oluyordu.
“Bunlar gezegenin bitki örtüsünün bir türü olmalı.” dedi önümüzde yürüyen bir adam, bu şeyleri daha yakından inceleyebilmek için yaklaşık üç metrelik bir kıla doğru yaklaşırken.
“Dikkatli ol kardeşim, kıllar kesici olabilir.” diyerek meraklı adamı uyarmaya çalıştı Zafer.
Adam Zafer’e dönüp bir kere baktı ve tekrar önünde kendine doğru uzanan kıla yöneldi. Sonra adam işaret parmağıyla kıla dokunur dokunmaz bir sarsıntı oldu ve kılların ortasındaki bir buçuk metrelik kıskacın adamı kapıp kumun içine çekmesi göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede gerçekleşti. Biz, çevresindeki kıllarla birlikte kumun içinde kaybolan kıskacın ardından bir süre ateş edip lazerlerimizle boş elmas kumulunu döverken, yanımdaki başka bir adamın kaskı başka bir kıla değdi ve kılların merkezindeki kıskaç da ani bir hareketle kumdan yükselip adama doğru uzandı. Kıskaç adamdan bir hayli uzak olduğundan kumdan daha fazla dışarı çıkmak zorunda kaldı ve kıskacın ortasındaki öğütücü ağzı, onun altındaki üçgen kafayı ve ağzın hemen üstünde parlayan tek bir gözü ilk defa o an görebildim. Yaratık ince uzun dört ayağını kumdan dışarı çıkarmıştı ve kıskaçlarıyla onu yakaladığında adamın zirkonyum kıyafetini kırıp paramparça etmişti. Kıyafetin kırıklarından içeri dolan üç bin altı yüz santigrat derecelik sıcaklık adamı alev alev bir ateş topuna çevirirken bu yaratık da adamla birlikte kumun içine çekilerek gözden kayboldu. Derken başka bir yaratık başka bir adamı avladı. Bizler paniğe kapılıp rastgele sağa sola lazer yağdırırken kaçmaya çalışan iki kişi daha bu yaratıklara yem oldu. Lazerlerimiz yaratıkların boyunlarından uzayan saydam kılları çim gibi biçiyordu ama tepelerindeki kıskaçlarına, üçgen kafalarına ve bir ucu kumdan hiç çıkmayan ince uzun, turkuaz renkli gövdelerine lazer işlemiyordu. Lazer tüfeklerimizin onlara verdiği hasar, pürüzsüz bedenlerinde oluşan çiziklerden öteye gitmiyordu.
“Ateşi kesin!” diye haykırdı en sonunda Mürsel, “Cephanenizi boşa harcamayın. Kıllar… Kıllar yaratıkları tetikliyor. Ne olursa olsun kıllara dokunmayın.”
Bizler ateşi kestikten sonra her şey bir anda normale döndü ve etrafı derin bir sessizlik kapladı. Saydam kılların arasında esen rüzgar hüzünlü ıslıklar çalıyordu. Az önce yakaladıkları avlarını kumların altında midelerine indirmiş olan yaratıkların mahmuzlu kıskaçları ve boyun kılları kumların üzerinde tekrar yavaş yavaş yükselmeye başladı.
“Orada neler oluyor?” diye sordu, Engin’in telsizden gelen sesi.
“Burada kumun içi yaratıklarla dolu.” diye cevap verdi Mürsel, “İçimizden beş kişiyi avladılar ve lazerlerimiz de onlara işlemiyor ne yazık ki.”
“Bakın!” dedi Zafer eliyle önümüzdeki arazinin uzak noktalarını işaret ederek, “Kıskaçlar Rikan gemisinin altında kalan bölgede yoğunlaşıyor. Anlaşılan o ki gemiyi yakalayan görünmez ağı ören yaratık her neyse, bu şeyler de onun larvaları. Ağın üstündeki annelerinden düşen artıklarla beslenip pupaya, ardından da ağ ören yaratıklara dönüşüyor olmalılar. Muhtemelen turkuaz kabuklarını kumun altında değiştirip saydam erişkinler oluyorlar. Bu özellik de onlara kamuflaj üstünlüğü sağlıyor. Bu gezegende her organizma kendisine, nötron yıldızının şok dalgalarına karşı koyacak kadar sert bir kabuk geliştirmiş. Yüksek ısı ve yüksek basınç gezegenin evrimsel süreçlerinde en temel rolü üstlenmiş. Lazer silahlarımız bu canlıların sert dokularını delebilecek kadar güçlü değil maalesef.”
“Eğer yavruları böyleyse anneleriyle tanışmayı hiç istemem doğrusu.” dedi Emrah.
“Gevezeliği kesin de yolunuza devam edin.” dedi daha sonra Engin telsizden, “Şok dalgasına otuz dakika kaldı.”
Bunun üzerine hepimiz var gücümüzle koşmaya başladık. Önümüze çıkan kılların yüksek olanlarının altından başlarımızı eğerek, alçak olanların üzerlerinden sıçrayarak geçtik. Esen rüzgarlar kesildiğinde kılların üzerindeki ışık dalgalanmaları da kesildiği için daha zor görünür oluyorlardı, ama böyle anlarda bile yavaşlamadık ve bu tuhaf tuzakların arasında ilerleyip bir kumul sırtını kendimize siper yaparak yüz üstü yere yattık.
“Biz hazırız.” dedi Mürsel telsizden Tulpar’daki Engin’e.
“Pekala, öyleyse başlıyorum.” diye karşılık verdi Engin.
Sonra Tulpar’ın lazer topları Rikan gemisini tutan ağın çeşitli noktalarına doğrulup otomatik olarak hedeflerine kilitlendi ve mühimmatlarını ağa boşaltmaya başladı. Lazer atışları görünmez ağa isabet edip yukarıda ateşten kubbeler gibi açılırken ve aşağıya kıvılcımlar yağdırırken açıkçası Rikanların Tulpar’a karşılık vereceğini düşünüyordum, ama düşündüğüm gibi olmadı. Düşman gemisi sessiz ve hareketsiz öylece kalmaya devam etti. Bir süre sonra, görünmez ağın isabet alan kısımları kor gibi kızarıp gözle görünür hale geldiği bir esnada gök gürültüsünü andıran bir kopma ve yırtılma sesi duyuldu. Rikan gemisinin onu tutan şeyden sıyrılıp düşerken ki sesi, ölmekte olan dev bir canavarın iniltileri gibiydi. Geminin megatonlarca ağırlıktaki kütlesi yere çakılınca yer yerinden oynadı ve kumların üzerinden yükselen parlak bir toz bulutu her yeri kapladı. Elmas tozlarının arasında koşarak düşman gemisinin yanına ulaştık. Biz geminin dumanımsı metalini lazerlerimizle keserken metal üzerindeki lifler tıpkı canlıymış gibi kıvrılıp titreşiyordu. Bu sırada Rikanların itki motorlarını ateşleyip bizi yakmaları ya da antimadde silahlarıyla bizleri atomlarımıza ayrıştırmaları an meselesiydi, fakat bunların hiçbiri olmadı. Kestiğimiz metal yere düşüp geminin içini gözler önüne serdiğinde, Mürsel bunun olması gerektiğinden fazla kolay olduğunu ve dikkati elden bırakmamamız gerektiğini söyledi. Gerçekten de geminin savunmasında ve Rikanların davranış tarzında bir gariplik var gibiydi, ama ne olursa olsun gemiye girmek için elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu. Daha sonra ilk defa bir Rikan gemisine girmenin vermiş olduğu şaşkınlığı yaşadım. Geminin içi oldukça yoğun ve yeşil renkte parlayan bir sisle doluydu. Bir şeyler beni ağırlaştırıyor, hareketlerimi yavaşlatıyor gibiydi.
“işte bu Rikan atmosferi.” dedi Mürsel, “Rikanlar bu gazı soluyorlar. Ayrıca geminin içinde görebileceğiniz tek ışık kaynağı da bu gazdır. Gaz kendiliğinden yeşil ışık saçar, ama bu gaz onlar için bir ışık kaynağı değildir. Onların gözleri morötesi ışığı algılayabilecek bir yapıya sahip ve bu gemideki iç aydınlatmalarda da bizim gözümüzün algılayamadığı morötesi ışık kullanılmış.”
Yürümekte güçlük çekiyorduk, çünkü ayaklarımızın altındaki sert yüzey, çapları yirmi ile yüz metre arasında değişen çeşitli büyüklüklerde olan ve farklı hızlarda dönen disklerle doluydu. Mürsel bizi aydınlatana kadar bu disklerin ne tür bir amaca hizmet ettiği konusunda herhangi bir tahminde bulunamadık ve Mürsel söylemeseydi böyle bir yüzey yapısının Rikan anatomisine hareket kolaylığı sağladığı aklımın ucundan geçmezdi. İçeride cisimlerin uzaklığı ve konumu bizler için aldatıcı olabiliyordu. Örneğin sanki elimi uzatsam dokunacakmışım gibi duran hareketli küp duvarlar sağa ya da sola doğru birkaç adım attığımda benden bir hayli uzaklaşıyordu. Mürsel bu göz yanılgısının Rikan atmosferinin sağladığı yeşil ışığın, atmosferi oluşturan gazların içinden geçerken uğradığı kırılmalardan kaynaklandığını belirtti. Kubbelerden oluşan tavanın ise ne kadar yüksekte olduğunu kestirebilmek mümkün değildi. Çeşitli boyutlardaki dönen birçok küpten oluşan duvarlarda belirli aralıklarla büyük dikdörtgen levhalar bulunuyordu ve levhaların yüzeyleri tıpkı rüzgarlı bir denizin yüzeyi gibi dalga dalgaydı.
“Bunlar da ne böyle?” diye sordu Zafer.
“Pencere.” diye yanıtladı Mürsel, “Rikanlara net bir görüş sağlayabilmeleri için morötesi ışığı geçirecek şekilde tasarlanmış pencereler bunlar. İnsan gözüyle onlara bakıp dışarıda neler olup bittiğini görmeye çalışma.”
O sırada bir sarsıntı gerçekleşti ve daha sonra bunun şok dalgası olabileceğini düşündük.
“Geçtiğim yerlerden geçin! Aksi halde kendinizi geminin bilinmeyen bir yerinde bulursunuz.” diyerek önümüzdeki duvarın bir yerinden geçip gözden kayboldu Mürsel.
Sonra birer ikişer onu takip ettik. Sıra bana geldiğinde içinde küplerin dönüp durduğu duvara yaklaştım ve elimle duvara dokunduğum esnada içeri çekilip kendimi başka bir odada buldum. Ani bir refleksle lazer tüfeğimi bu yeni odada sağa sola doğrultup ateş edeceğim bir Rikan aradım, fakat duvardan benden önce geçenler dışında kimseyi göremedim. Arkadaşlarım ileride, önlerinde duran kocaman bir şeyi inceliyorlardı. İlk önce bu şeyin ne olduğunu anlayamadım, fakat dikkatlice bakınca bunun parça parça edilmiş bir Rikan cesedi olduğunu fark ettim. Uzaylı cesedi ve onu inceleyebilmek için çevresine dikilenler elli metrelik bir diskin üzerinde ağır ağır dönüyorlardı. Onlara bakarken yukarıdan üzerime düşen sümüksü bir sıvı kaskımın camı üzerinde iğrenç bir şekilde süzüldü. Bu yapış yapış şeyi elimle sildikten sonra başımı yukarı kaldırdım ve o dehşet verici manzarayla karşılaştım. İç organları yarılmış karınlarından metrelerce aşağı sarkan, kimilerinin kafası, kimilerinin uzantıları kopmuş yüzlerce Rikanlı tavana ve duvarların yüksek kısımlarına sanki görünmez bir ağla yapıştırılmış gibi öylece duruyordu.
Hikayenin 1. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü için TIKLAYINIZ
Gerçekten çok güzeldi. Zaten senden boş bir şey çıkmaz. Hayal gücüne sağlık. Devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Teşekkür ederim Zenhar kardeşim. Beğenmene çok sevindim.
Hikâye çok güzel okurken çok güzel zaman geçirdim başarılarının devamını dilerim