Genesis’ten Yeni Bir Hikaye
Elmas Avcı (Dördüncü Bölüm: Sessizlik)
Güverteye döndüğümüzde Emrah ve ben kahramanlar gibi karşılandık.
“Aferin size çocuklar, iyi iş çıkardınız. Sayenizde diri diri kavrulmaktan kurtulduk.” dedi Mürsel.
”Şimdilik kurtulduk!” diyerek Mürsel’in cümlesine iç karartıcı bir ekleme yaptı Zafer, “Hala erimeye devam ettiğimizi hatırlatmak isterim.”
“Ne yazık ki öyle,” diyerek onu onayladı Engin, “Tulpar’daki oksijen bizi kırk sekiz saat daha idare eder ama geminin bu sıcaklığa bu kadar süre dayanabileceğini sanmıyorum. Bu kopan parça için de geçerli tabi ki. Rikanlar itki motorlarını ateşlemeye devam ederlerse bu süre daha da kısalacaktır.”
“Acaba şu mavi renkli şerefsizler ne alemde.” diye sordu Emrah.
“Bu sohbeti şu anda geminin tavanında yapıyor olmasaydık onları periskopla incelerdik.” diye ona karşılık verdi Zafer.
“Tepetaklak olmuş bir geminin içinde olsak da kontrol panelini kullanabilirim.” dedi Engin, “Tabi ki şu anda geminin altında kalmış olduğu için merkezi periskop sistemini kullanamayacağız ama Tulpar’ın çevresinde bulunan daha düşük çözünürlüklü kameraların aldığı görüntüleri sanal pencerelere yansıtabiliriz. ”
Engin bunları söyledikten sonra tutamak merdivenlere doğru ilerleyerek on beş metre üstümüzde duran kontrol paneline doğru tırmanmaya başladı. Geminin duvarına, ağının üzerinde ustalıkla yürüyen bir örümcek gibi tırmandı ve duvar sona erdiğinde doğruca kontrol paneline giden merdivenin tutamaklarında kollarıyla asılarak ilerledi. Engin kontrol panelinin önündeki sabit koltuğa sımsıkı sarıldıktan sonra bir eliyle panele uzandı ve “Sizi tavanda oturmaktan da kurtarmamı ister misiniz?” diye bize seslendi.
“Zahmet olmazsa…” diye ona karşılık verdi Zafer.
Engin Tulpar’a yapay yer çekimi sağlayan manyetik motorların hepsini aktifleştirdikten ve gemideki aşağı yukarı kavramlarını ortadan kaldırdıktan sonra ters dönüp koltuğa oturdu ve geminin dışındaki kameraların görüntülerini sanal pencerelere yansıttı. Bizler bu panaromik görüntüleri izlerken “Haydi buraya gelsenize!” diye bize seslendi Engin yukarıdan.
Emrah duvardaki tutamak merdivene doğru tereddütle ilerleyince Engin bir kahkaha patlattı ve “Komik olmayın, artık o şeylere ihtiyacınız kalmadı.” dedi.
Fizik kurallarının bu denli alt üst edilmesine alışık olduğundan olsa gerek Mürsel önden ilerleyerek duvarı adımladı, yerden iki üç metre yükseldikten sonra olduğu yerde sıçrayıp tekrar duvarın üzerine düştü ve “Bakın, korkacak bir şey yok. Geminin duvarlarını içten ağ gibi saran bakır boruların içindeki iyon akımı tüm duvarlara yapay yer çekimi sağlıyor.” dedi.
Yaralılar hariç hepimiz Mürsel’i takip ederek duvarı adımladık ve dikey düzlemde yürüyerek yukarı çıktık. Tavanda baş aşağı dururken kendimi her zamankinden daha hafif hissetmek dışında pek anormal bir değişiklik yokmuş gibi görünüyordu.
“Sizce neredeyiz?” diye sordu Engin, sanal pencerelerin oluşturduğu panaromik manzaraya göz gezdirerek.
“Muhtemelen Rikan gezegenine yakın bir yerlerdeyiz,” diye yanıt verdi Zafer.
“Hayır!” diye ona karşı çıktı Mürsel, “Eğer öyle olsaydı Rikanlar çoktan yardım çağırılardı.
“Belki de yardım çağırıyorlardır da şu nötron yıldızının titreşimleri radyo dalgalarını ya da her ne tür sinyallerle haberleşiyorlarsa onu bozuyordur.” dedim kendimce bir fikir yürüterek.
“Evet, radyo sinyalleri gezegenin atmosferinin dışında böyle bir bozulmaya uğruyor olabilir,” diyerek beni onayladı Engin bir müddet düşündükten sonra, “fakat garip olan şu ki iletişim kurma çabalarıma rağmen Rikan gemisinden hiç bir şekilde sinyal alamıyorum. Sanki gemi derin bir uykuya dalmış gibi.”
“O işgalci yaratıklarla nasıl iletişim kurulabilir ki?” diye sordu Emrah.
“Radyo telsizinin klavyesine önce kendi dilimizde bir şeyler yazdım, sonra da mors alfabesini denedim ama karşılık alamadım.” dedi Engin.
“Belki de o saydam yaratık çoktan işlerini bitirmiştir.” dedi Emrah.
“Saçmalama!” diye onu tersledi Mürsel.
Zafer bir elini kaskının camına götürüp bir süre düşündükten sonra “Buldum!” dedi heyecanla, “Bakın ne diyeceğim, siz de biliyorsunuzdur ki Tulpar’ı bu haliyle tekrar uçurmak imkansız. Bu gezegeni ancak Rikan gemisiyle terk edebiliriz. Hem eve dönebilmemiz için, onlara ait olan portal açma teknolojisine ihtiyacımız var.”
“Yani?” diyerek sadede gelmesini istedi Mürsel.
“Diyorum ki,” diye sözlerine devam etti Zafer, “diyorum ki Rikanları takıldıkları yerden kurtaralım.”
“Ne?” dedi Emrah, yüzünü kaplayan öfkeyle yuvalarından fırlayacak gibi olan gözlerini Zafer’e dikerek, “Ne yani? O alçaklarla işbirliği yapmamızı mı teklif ediyorsun? Biz onları kurtardıktan sonra ne olmasını umuyorsun, söylesene ha? Rikanların teşekkür edip bizi gemilerine alacaklarını ve ‘Haydi arkadaşlar, sizleri evlerinize kadar bırakalım.’ diyeceklerini mi? Rikanlardan merhamet umacağıma bu gezegende yanarak ölürüm daha iyi.”
“Rikanlar takıldıkları yerden kurtulup itki motorlarını ateşlerlerse hepimiz kavruluruz.” diyerek bu öneriye karşı çıktı Mürsel.
“Her halükarda Rikan gemisine ihtiyacımız var, ama o yüksekliğe tırmanmayı başarsak bile ağ üzerinde yürüyemeyiz.” dedi Engin, “Korkarım ki düşman gemisini bulunduğu yerden düşürmekten başka çaremiz yok. Gemiyi ele geçirmek istiyorsak öncelikle onu yere indirmeliyiz.”
Engin bu konuyu Kopan Parçayla da görüşmek için telsize davrandı, fakat anonslarına Kopan Parçadan herhangi bir yanıt gelmedi.
“Başlarına bir iş gelmiş olmalı.” dedi Zafer.
Engin tekrar anons edecek olduğunda Mürsel onu durdurup “Boşuna nefesini tüketme kardeşim, anlaşılan hepsi yanıp kül olmuş.” dedi.
Aslında bu konuda hepimiz Mürsel’le aynı şeyi düşünüyorduk ama yine de orada neler olup bittiğini ve sağ kalan birileri var mı yok mu öğrenebilmek için dört kişilik ekip oluşturmaya karar verdik. İkinci bölükten Ümit adındaki bir adam bu iş için gönüllü olduğu söyledikten sonra, yine aynı bölükten üç kişi daha ona katıldı. On beş dakika sonra nötron yıldızından gelen yeni bir şok dalgası gezegeni vurdu ama biraz sarsılmak dışında Tulpar’ın pozisyonu bundan pek etkilenmedi. Kopan Parça ise bir elmas kumulunun öte tarafına yuvarlanmıştı ve Tulpar’ın kameraları onun sadece küçük bir bölümünü görebiliyordu. Dört gönüllü adam zirkonyum kıyafetlerini giydikten sonra Kopan Parçaya ulaşmak için işe koyuldular. Onlar Tulparı terk edip dışarı çıktıktan sonra bir nolu kapı artlarından kapandı. Bu cesur adamların kask kameralarının görüntülerini karşımızdaki monitörde anbean izlerken hiç birimizden çıt çıkmıyordu.
Adamlar elmas kumları adımlayıp tepeye doğru tırmanırlarken “Bu şey de ne böyle?” dedi içlerinden birisi, kumların üzerinde hızla hareket edip duran küçük bir cismin üzerine eğilmeden az önce.
Sadece bir avuç içi büyüklüğünde olan yaratık, üzerine çevrilmiş meraklı gözleri fark etmekte gecikmemiş olsa gerek ki az sonra kıl gibi ince uzun bacaklarıyla kumu alelacele kazarak uçuk pembe renkli bir gülün taç yapraklarını andıran bedenini yarıya kadar kuma gömüp öylece kaldı.
Adam tabancasının namlusunun ucuyla yaratığı ters çevirmeye yeltendiği anda bir diğeri “Haydi Timur! O şeyle oyalanmayı bırak. Yapacak çok işimiz var.” dedi.
Adamlar yaratığı orada kendi haline bırakıp yollarına devam ettiler ve tepenin üstüne ulaştıklarında Kopan Parça’nın tamamı göründü. Sendeleyerek, kayarak, düşerek ve yuvarlanarak yamaçtan aşağı indikten sonra Kopan Parça’nın kırık kısmına doğru yürüyüp kırığın önündeki eriyik metal göledine ulaştılar. Göle birer birer girip yüzdüler ve kırıktan akan metal şelalesinin yanına geldiklerinde kıyafetlerinin kollarında bulunan çekici halatların kancalarını kırık kısmın içlerine doğru ateşleyip, motorlu makaralarla kendilerini yukarı çektiler. Bu gözü pek askerler ne hamur gibi eğilip düşen duvarların arasından geçerken ne de sarkıp parça parça dökülen tavanların altında ilerlerken metanetlerini kaybettiler. Her biri aldığı komutu gerine getirmeye programlanmış birer makine gibi soğukkanlılıkla ilerliyordu erimiş koridorlarda. Önlerine çıkan yumuşamış çelik kapıları lazerleriyle kestiler ve gittikçe sertleşen daha iç kısımlardaki diğer engellileri ise patlayıcılarla havaya uçurup gedikler açtılar. Sonunda yolları yaklaşık on metre çapındaki bir tünelle kesiştiğinde bizler gibi onlar da hayretlerini gizleyemedi ve “Burada neler olmuş böyle?” dedi içlerinden birisi.
“Kocaman bir şey gemiyi delip geçmiş gibi sanki.” diye karşılık verdi bir diğeri.
“Sizce böyle bir hasar nasıl meydana gelmiş olabilir?” diye sordu aramızdan biri.
“Anti madde topları tabi ki de.” diye açıkladı Emrah.
Mürsel Emrah’ın kaskının yan tarafına bir şaplak atarak “Anlamıyor musun? Bunun Rikanlarla bir ilgisi yok.” dedi.
“Sanki tüm gemi kocaman bir elmaymış da dev bir kurt tarafından içi oyulmuş gibi.” diye yerinde bir benzetme yaptı Zafer.
Gerçekten de sanki bir şey geminin içini kemirip sağa, sola, aşağı ve yukarı doğru kavisler alan tüneller açmış gibiydi. Delinen duvarların sıyrılış yönüne doğru uzaması nedeniyle ilk bakışta tünellerde mükemmellik hakimmiş gibi görünüyordu; fakat bunun aksine içinde ilerlemeye elverişli değillerdi. Öyle ki gönüllülerin yolları sıklıkla geminin iç kısımlarını oluşturan çeşitli en ve derinlikteki uçurumlarla kesiliyordu; fakat onlar kancalı halatlarla kimi zaman tırmanarak kimi zaman sarkarak bu tünelleri takip ettiler ve sonunda, lazer silahlarıyla duvarları kevgire çevrilmiş, parçalanmış kaskların ve külleşmiş insan kemiklerinin sağa sola saçılmış olduğu bir mühimmat deposuna ulaştılar. Kısa devre yapan elektrik kablolarından dolayı bir yanıp bir sönen aydınlatmaların altında etrafa bakınırlarken içlerinden birisi el fenerinin ışığını duvarlarda gezdirdi ve tavana kadar sıçramış koyu renkli lekeleri incelemeye koyuldu.
“Bu izleri nerede olsa tanırım,” dedi içlerinden birisi.
“Öyle mi, ne peki?” diye sordu feneri tutan kişi.
Adam “Bunlar yanık kan lekeleri.” diye cevap verdi.
Hikayenin 1. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü için TIKLAYINIZ
Çok sürükleyici adeta kendimi hikayenin içindeyim gibi hissettim
mükemmel olmus diğer bölümleri sabırsızlıkla bekliyorum