Genesis’ten Yeni Bir Hikaye
Elmas Avcı (Üçüncü Bölüm: Kopan Parça)
Gemimiz hala düz duruyorken güverteye gidip Tulpar’ın kopmuş olan parçasına telsiz çağrısı yapmanın iyi fikir olacağını düşündük; çünkü kırk dakika sonra gezegeni vuracak olan yeni şok dalgasının Tulpar’ı ne tür bir pozisyona getireceği hiçbirimiz tahmin edemiyorduk. Bir zamanlar muhaberede çalıştığını söyleyen Engin isminde bir asker bu iş için fazlasıyla hevesliymiş gibi görünüyordu. Adam geminin periskobunu dört yüz elli metre gerimizdeki kopan parçaya çevirince geminin diğer yarısının içler acısı görüntüsü ana ekrana yansıdı. Parçanın kuyruk kısmı bir elmas kumuluna saplandığından, üzerinde dumanlar tüten kırık kısmı kırk beş dereceye yakın bir acıyla havaya kalkık duruyordu ve bu kısmındaki erimiş metal açıkça belli oluyordu.
“Ama bu nasıl olur?” dedi Engin, “Hani Tulpar altı bin santigrat dereceye kadar dayanıyordu?”
“Evet, o sıcaklığa dayanıyordu, ama o Tulpar ortadan ikiye ayrılmadan önceydi.” diye cevap verdi Mürsel, “Gemiyi ısıya karşı koruyan şey zirkonyum seramik kaplamasıydı. Kırık kısımlarda kaplama olmadığı için gemi bu kısımlardan içe doğru yavaş yavaş eriyecek, çünkü bu gezegenin yüzey sıcaklığı üç bin altı yüz santigrat derece. Tabi Rikanlar itki motorlarını ateşlediklerinde bu sıcaklık da dokuz bin altı yüz santigrat dereceye ulaşıyor olmalı.
Tüm bunlardan bir şey çıkıyordu, o da tıpkı kopan parça gibi bizim de yavaş yavaş erdiğimizdi ve bu korkunç gerçeği öğrenmenin verdiği dehşeti oradaki herkesin yüzünden okumak mümkündü.
“Erime kırık bölümlerin iç kısımlarında daha hızlı ilerliyor olabilir.” diye devam etti Mürsel, “Ne kadar zamanımız var bilmiyorum, ama Rikanlar motorlarını kesintisiz olarak ateşlerlerse Tulpar kızgın tavaya atılmış bir tereyağı parçası gibi saniyeler içinde erir.”
“Sence Rikanlar bunun farkında değiller mi?” diye sordum ona ve o da “Anlaşılan o ki şu anda öncelikleri bizi yok etmek değil. Daha başka sorunlarla boğuşuyor olmalılar.” diye cevap verdi.
Engin birkaç defa telsiz çağrısı yaptıktan sonra kopan parçadan nihayet yanıt geldi.
“Konuşan, sıhhiye bölüğünden Astsubay Kıdemli Üstçavuş Sinan Albayrak.” dedi telsizden gelen ses, “Burada on iki yaralıyla birlikte toplamda on dokuz kişiyiz. Gemi ikiye ayrıldıktan sonra oksijen reaktörü bizdeki parçada kaldı. Onu az önce kontrol ettik ve sorunsuz şekilde çalıştığını gördük. Oksijen seviyenizi ve orada kaç kişi olduğunuzu biliyorum ama fazla zamanınız olduğunu sanmıyorum.”
Bunun üzerine Engin telsizdeki adama oksijenden daha büyük bir problemimiz olduğunu ve gezegenin sıcaklığıyla erimeye başladığımızı söyledi. Adamın duydukları karşısında dehşete kapıldığı titreyen sesinden belli oluyordu. Sonra Engin adama Rikan gemisinin durumu hakkında bir fikirleri olup olmadığını sordu ama bizim bildiklerimizden fazlasını bilmediklerini anladık; hatta Rikan gemisinin üzerinde yürüyen yaratığı bile görmemişlerdi; ama içimizden bazılarının kendi aralarında fısıldaşmaya başladıkları kadar da aptal değillerdi, şok dalgalarının gezegeni saatte bir vurduğunu keşfetmişlerdi.
“Bu telsiz görüşmesine sonra devam ederiz, çünkü tam on dakika sonra nötron yıldızından gelecek şok dalgası gezegeni vuracak.” dedi telsizdeki adam.
Görüşmeyi sonlandırdıktan sonra koltuklara oturup kemerlerimizi bağladık ve şok dalgasını beklemeye başladık. Bana saatler geçmiş gibi uzun gelen bir bekleyişten sonra gök gürüldedi. Önce hafif duyulan bir uğultu gittikçe yükseldi ve sonra da kulakları sağır eden bir gümbürtü koptu. Gemi birkaç defa yerde sektikten sonra bir süre sürüklendi ve kendi çevresinde dönerek durdu. Kemerlerimizi çözdükten sonra geminin içindeki sıcaklığın bir hayli artmış olduğunu fark ettik. Duvardaki bir termometrenin göstergesi altmış beş santigrat dereceyi gösteriyordu ve sıcaklık her geçen saniye yükseliyordu. Gösterge yetmiş santigrat derecenin üzerine çıkarken hep birlikte kumanda paneline doğru koştuk.
“Havalandırma kanalları…” dedi Engin, “kırık havalandırma kanallardaki pervaneler gezegenin atmosferindeki gazları ve sıcaklığı içeriye üflüyor.”
“Üzerimizdeki üniformalar üç yüz santigrat dereceye kadar koruma sağlıyor, öyle değil mi?” diye sordu Emrah.
“Evet,” diye cevap verdi Engin, “sıcaklık seksen santigrat dereceye yaklaştı ve kanalları kapatamazsak gemi dakikalar içinde eriyecek. İklimlendirme motorlarını tam güce çevirdim. Bu bize biraz zaman sağlayacaktır ama motorlar bu sıcaklığa fazla dayanamazlar.”
Bu gerçekten de şimdilik işe yaramış gibi görünüyordu çünkü termometrenin göstergesi seksen yedi santigrat dereceye sabitlenmişti.
“Öyleyse hemen burayı terk edelim.” dedi Emrah, “Yürüyüş kıyafetlerimiz altı bin dereceye kadar dayanıyor, yani kopan parçaya rahatlıkla gidebiliriz, öyle değil mi?”
“Olmaz!” diye çıkıştı Mürsel, kumanda panelinin bir köşesini yumruklayarak, “Bunca lazer topunu öylece erimeye mi bırakalım yani? Rikan gemisi hala karşımızda duruyorken ve çevresinde dolandığı söylenen şu saydam uzaylı yaratık hala oralarda bir yerlerdeyken sence bu lazer toplarına ihtiyacımız olmayacak mı?”
Sonra “Kimyasal saldırı protokolü,” dedi Mürsel, “kimyasal saldırı protokolünü başlatırsak havalandırma kanallarını kilitleyebiliriz.”
Mürsel’in aklına gelen bu parlak fikri uygulamaya geçiremedik, çünkü protokolü devreye sokmamıza rağmen hava kanallarındaki kapaklar kapanmamıştı.
“Yüksek ısıdan dolayı sistem panolarındaki devreler yanmış olmalı.” dedi Engin, “Kapakları manuel olarak indirmekten başka seçeneğimiz yok.”
Engin önünde durduğu monitördeki sistem krokisini eliyle işaret etti ve “Bakın! Ana kanalda beş tane kapak görünüyor. Her kapağın yanında ayrı bir pano var ve hepsinin de manuel olarak kapatılması gerekiyor. Bu iş için bana eşlik edecek birine ihtiyacım var.” dedi.
“Hayır!” diye çıkıştı Emrah, “Sen burada, kontrol panelinin başında kalmalısın. Oraya ben giderim.”
“Ben de gönüllüyüm. Halledemeyeceğimiz kadar karışık olmasa gerek.” dedim.
“Peki, öyle diyorsanız öyle olsun.” diye karşılık verdi Engin,” Size ne yapmanız gerektiğini telsizden tarif etmeye çalışacağım.”
Emrah’la birlikte, altı bin santigrat dereceye kadar dayanabilen zirkonyum seramik kaplamalı uzay kıyafetlerimizi giydikten sonra Emrah lazer tabancasını bize en yakındaki havalandırma mazgalına doğrulttu ve ateş etti. Sonra da metal mazgal eriyip duvardan aşağı akarken tutamak merdivenlerden tırmanarak hava kanalından içeri girdi ve bende onu takip ettim. İçinde emekleyerek ilerleyebildiğimiz dört köşeli hava kanalı oldukça boğucuydu ve bitmek bilmeyecekmiş gibi görünüyordu, ama kask kameralarımızdaki görüntüleri kontrol panelindeki monitörde anlık olarak izleyen Engin bir süre sonra Emrah’a sağa sapmasını söyledi. Kanalın ikiye ayrıldığı noktada sağa dönünce kendimizi iki metre genişliğindeki havalandırma borusunun içinde bulduk. Borunun tavan bölümünde sıra sıra uzayıp giden led aydınlatmalar yaklaşık on metre ilerimizde hızla dönen ve borunun içini tamamen kaplayan kırmızı renkli metal pervaneyi aydınlatıyordu. Sıcak havayı bize doğru üfleyen pervaneye yaklaştığımızda kıyafetimin sol kolunda bulunan termometre iki yüz elli beş santigrat dereceyi gösteriyordu.
“Bu şey neden hala dönüyor?” diye sordu Emrah telsizden Engin’e.
“O pervanelerden beş tane var ve her biri, ancak önünde bulunan kapağın kapatılmasıyla durdurulabilir.” diye cevap verdi Engin, “ Şimdi sağ tarafınızda gördüğünüz panonun kapağını açın ve sol üstteki siyah düğmeyi saat yönünde çevirin. Böylece kapak üç metre gerinize inerek hava kanalını kapatacak ve önünüzdeki pervane yavaşlayarak duracak. Bu şekilde beş kapağı da kapattıktan sonra Tulpar’ın kırık kısmına ulaşacaksınız ve dışarıdan geminin etrafını dolanarak tekrar buraya geleceksiniz.”
Engin’in bize tarif ettiği gibi panodaki düğmeyi çevirdikten sonra hava borusunun üst kısmından aşağı inen metal kapak, geminin iç kısmıyla olan bağlantımızı kesti ve daha sonra önümüzdeki pervane yavaşlayarak durdu. Pervanenin kanatlarının arasından geçerek kanal boyunca ilerlemeye devam ettik ve sonrasında karşımıza çıkan üç pervaneyi de bu şekilde kapakları kapatarak durdurduk. Son pervane gezegenin sıcaklığının etkisiyle yarı yarıya erimişti ve kıvılcımlar içinde gıcırdayarak dönerken erimiş metalini tıpkı yağmur damlaları gibi üzerimize savuruyordu. Panodaki düğmeyi çevirdikten sonra kapak yarıya kadar inip durdu. Sıcaklığın etkisiyle eğilmiş olan kapak, içinde hareket ettiği çentiğe sıkışmıştı. Emrah’la birlikte onu tekmelememize, yumruklamamıza ve lazer tabancalarımızla sıkışan kısımlarına ateş etmemize rağmen kapağı daha fazla aşağı indirmeyi başaramadık.
“Hiç faydası yok, yerinden hareket bile ettiremiyoruz.” dedim Emrah’a, “Bir şekilde şu pervaneyi durdurup kırık taraftan dışarı çıkmalıyız.”
Pervaneye doğru dönüp lazer tabancalarımızla ona ateş etmeye başladık. Kıvılcımlarla birlikte üzerimize yağan erimiş metal damlaları kasklarımızın camlarına vurup aşağı süzülerek görüşümüzü kapatırken bile ateş etmeye devam ettik ve elimle kaskımın camını temizlediğim bir an pervanenin iyice yalpalamaya başladığını gördüm.
Emrah “Pervane kopuyor, yere yat!” diye bağırırken kendini yüzüstü yere attı, ama benim bunu yapabilecek kadar zamanım olmadı. Pervane olduğu yerden kopup, kanal duvarlarını döne döne törpüleyerek üzerimize doğru gelirken tam zamanında eğildim. Uğuldayarak başımın üstünden geçen pervane arkamızdaki yarım kapalı kapağa çarpınca büyük bir gümbürtü koptu ve sırtıma çarpan bir şey beni metrelerce ileri fırlattı.
Kendime geldiğimde yerde sırtüstü yatıyordum ve bana sürekli “Emre! İyi misin?” diye soran Emrah tepemde dikiliyordu.
Ona “Ne oldu?” diye sorduğumda, pervanenin arkamızdaki kapağa çarptığını ve kırılan bir kanat parçasının kapaktan sekerek sırtıma vurduğunu söyledi.
“Sanırım yürüyebilirim.” diyerek acıyla doğruldum.
“Çarpan parça giysinin sırt kısmındaki zirkonyum zırhı çatlatmış, haberin olsun.” dedi Emrah.
“İç sıcaklık normal düzeyde, sanırım şimdilik bir problem yok.” diye karşılık verdim.
“İyi o zaman, haydi elimizi çabuk tutalım.” dedi Emrah.
Kanalın ucundaki pembe ışığa doğru olabildiğince hızlı adımlarla yürümeye çalıştık. Emrah koluma girmiş yürümem için bana destek olurken, sıcaktan eğri büğrü olmuş kanalın içinde, erimiş metal zemine bata çıka ilerliyorduk. Tavandan şıpır şıpır damlayan ve duvarlardan oluk oluk süzülen sıvı metal, dizlerimize kadar gömüldüğümüz fokurdayan metal göledine karışıyordu. Erimenin etkisiyle iyice küçülmüş olan çıkışı iki büklüm geçtik ve geminin kırık kısmından dökülen metal çağlayanlarından birine kapılıp metrelerce aşağıya, kırık kısmın dibindeki metal gölüne düştük. Işık geçirmeyen bu tuhaf birikintide önce derinliklere doğru battım, ama kısa süre sonra kendimi toparlayarak yukarı doğru yüzmeye başladım. Yüzeye ulaştığımda yirmi metre kadar önümde yüzmekte olan Emrah’ı gördüm. Kulaç atarak kıyıya ulaştıktan sonra Emrah, önümüzde kıvrılıp giden ışıltılı elmas kumullarının, aralarında süzülen kristal nehirlerinin, sağda solda göğe yükselen tuhaf görünüşlü mücevher bitkilerin ve pembe gökyüzünün üçte ikilik kısmını kaplamış olan Rikan gemisinin üzerinde batmakta olan mor renkli nötron yıldızının manzarası karşısında büyülenmiş gibi donup kaldı, ama kısa süre sonra telsiz sesiyle irkilip kendine geldi.
“Şok dalgasına dört dakika kaldı. Çabuk gemiye dönün. Sancak tarafındaki altı numaralı kapıyı açıyorum.” diyordu Engin telsizden.
Emrah’la birlikte olanca gücümüzle koşarak metal göledinin etrafını dolanmaya başladık. Ayaklarınızın gömüldüğü elmas kumul hızımızı bir hayli yavaşlatıyor, ara sıra tökezleyip düşmemize neden oluyordu. Karşımızdan esen kuvvetli rüzgar ve bu rüzgarın zaman zaman yerden kaldırıp kasklarımızın camına fırlattığı elmas parçacıkları da cabasıydı. Tulpar’ın altı numaralı açık kapısı karşımızda, yanar döner toz bulutlarının arasında bir görünüp bir kaybolurken bir gök gürültüsü duyuldu ve sanki mor renkli bir flaş ışığı üzerimize çaktı. Ardımızda iniltiye benzer bir ses yükselirken yer sarsıldı ve Emrah bu sırada yere düştü. Onu tutup ayağa kaldırmak için arkamı dönüp baktığımda bize doğru hızla yaklaşan dev elmas fırtınasını ve onun ardında gittikçe büyüyen mor ışık küresini gördüm. Emrah’ın elinden tutup ayağa kalkmasına yardım ettikten sonra koşmaya devam ettik ve kendimizi Tulpar’ın açık olan kapısından içeriye attık. Güverteye açılan koridor boyunca koşarken kapının ardımızdan kapandığını duydum. Derken bir gümbürtü koptu ve üzerinde koştuğumuz zemin bizi bir mancınık gibi ileri fırlattı. Tıpkı bir bilardo topu gibi duvarlara çarptıktan ve tavanda bir müddet sürüklendikten sonra koridorun ucuna doğru düştüm. Sonra tekrar tavan, zemin ve duvarlar arasında daireler çizmeye başladım. Nötron yıldızından gelen şok dalgasının etkisiyle taklalar atan Tulpar’ın metal duvarlarından iniltiler, iskeletinden çatırtılar yükseliyordu. Sarsıntılar sona erdiğinde, yüzüstü yatıyor olduğum yerin tavan olduğunu, burnumun ucunda duran bir led aydınlatma ünitesinden anladım.
Hikayenin 1. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 5. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 6. Bölümü için TIKLAYINIZ
Hikayenin 7. Bölümü için TIKLAYINIZ
mükemmel olmuş
Konusu çok farklı devamını sabırsızlıkla bekliyorum