Gerçek Bir Kahramanlık Hikayesi Fedai Osmancık Taburu VIII. Bölüm
Fransız Kabadayısı Bir Yumrukta Göle Yuvarlanıyor.
Bizim Almanlar tarafından harbe girmemiz Fransız talebelerini çok daha şirretleştirmişti. Hükumetten yeni bir haber olup olmadığını sormak için konsoloshaneye gittiğim bir gün yolda iri yarı Fransız talebesine rastladım. Konsolos hane binamıza asılı Türk bayrağını göstererek:
– Sizin bayrağı yakında ayaklarımız altında çiğneyeceğiz, dedi.
Kendimi kaybetmişim. Hattâ neresine vurduğumu bile hatırlamıyorum. Yol, gölün kenarında olduğundan o bir anda sulara yuvarlandı. Onu güçlükle kurtardılar. Maamafih ben de onun kurtulmasına yardım ettim. Oraya toplaşanlar ne olduğunu sordular. Fransız talebesi bana baktı. Her halde yüzümde korkunç bir hâl görmüş olacak ki hakikati sakladı. Yalan söyledi:
– Bir şey olmadı. Arkadaş ile şakalaşıyorduk. Ayağım kaydı, göle düştüm, dedi.
Bu hâdise böyle kapandı amma, ben bir türlü unutamadım. Şanlı bayrağımı burada değil, cephelerde müdafaa etmeli idim. Konsolosa:
– Benim muamelemi yapın, ben Türkiye’ye dönüyorum. Asker olacağım. Vatan beni bekliyor.
İşte böylece, Avusturya üzerinden Türkiye’ye geldim. Annem beni görünce hem sevindi, hem üzüldü. Şüphesiz beni görmüş olmasından dolayı sevinmişti. Fakat askere gitmek için tahsilimi yarıda bıraktığımı öğrenince üzülmüştü.
Bu kadar genç var, seninle ne olur ki. Bir kişi ha olmuş, ha olmamış. Bir kişi ile milyonluk Türk orduları artmaz ki. Sen okusaydın doktor olup yine hizmet ederdin. Hükumet de böyle düşünmüş olacak ki sizlerin tahsiline devam etmenize müsaade ediyor. Demek ki hükumetin bir bildiği var. Bana kalırsa sen bir kaç gün burada kaldıktan sonra tekrar İsviçre’ye dön.
Hakikaten bir kaç gün kaldım. Fakat İsviçre’ye dönmek için değil. Askerlik şubesine müracaat ederek askerlik muamelelerimi tamamlıyordum. Annem benim bu teşebbüslerimi duyunca, belki vazgeçerim ümidi ile beni nişanlamaya kalktı. Beraber oynadığımız kız ile nişanlayacaktı. Ben de onu sevdiğim için itiraf etmedim. Nişan merasimi yüzünden şubeye gitmem beş on gün gecikti.
Annem, askerlikten vazgeçtim, diye seviniyordu. Bir gün anneme:
– Anne ben biraz çıkacağım, dedim.
Annem şüphelendi:
– Ne güzel kaç gündür evde oturuyordun, gene nereye gidiyorsun? dedi.
Onu üzmemek için yalan söyledim. Çünkü annemin korkaklığını, askerlikten çekinmesini haklı buluyorum. Çünkü asırlarca İstanbul çocuklarından asker alınmaz olmuştu. Bu sebepten İstanbullular askerliği unutmuşlardı. Annem de bu terbiye ile büyüdüğü için askerlikten pek korkuyordu. Fakat devirler değişmişti. Vatan tehlikede idi. Her evladını vatan müdafaasına çağırıyordu. Artık İstanbul’un mahalle çocukları Çanakkale de kahramanlık destanları yaratıyor, güneş görmemiş nazik göğüslerini düşman kurşunlarına şarapnallerine, süngülerine, denilmez, aşılmaz bir siper gibi açıyorlar, kükremiş aslanlar gibi askerlerin başında düşman siperlerine atılıyorlar, Türkün en yüksek mertebesi olan şehadet şerefini seve seve ihraz ediyorlardı.
O zamanlar çıkan harp mecmuasında bu şahamet levhalarını okurken gözlerim yaşlanıyor:
– Benim onlardan ne eksiğim var, ben de çarpışacağım diye yeminler ediyordum.
Yukarıda kastettiğim gibi annemin üzüntüsüne de, İstanbulluların askerliği unuttuklarını düşünerek hak veriyordum. Onu üzmemek için mecburen yalan söyledim:
– Canım sıkıldı da, arkadaşlarla görüşmeye gidiyorum.