Korku Hikayesi; Hayaletin Laneti 5. Bölüm “Cenaze”
Korku Hikayesi Oku; Gördüklerim karşısında başım dönmeye başladı. Alice’i en son birkaç ay önce görmüştüm. Halası Kemikli Lizzie, Hayalet’le birlikte icabına baktığımız bir cadıydı, ama ailenin diğer üyelerinin aksine, Alice hiç de kötü biri değildi. Hatta benim için arkadaşa en yakın kişi oydu ve birkaç ay önce onun sayesinde Malkin Ana’yı –eyaletteki en kötü cadı– yok etmeyi başarmıştım.
Hayır , Alice’in tek suçu kötü bir ailede yetişmiş olmasıydı. Onun bir cadı olarak yakılmasına izin veremezdim. Bir şekilde onu kurtarmalıydım ama o anda bunu nasıl yapabileceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Cenaze biter bitmez Hayalet’i bana yardım etmesi için ikna etmeyi denemem gerektiğine karar verdim.
Sonra bir de Sorgulayıcı vardı. Priestown’a gelişimizin onun gelişiyle çakışması ne kadar da kötü bir zamanlamaydı. Hayalet ve ben büyük tehlikedeydik. Artık ustam kesinlikle cenazeden sonra burada kalmazdı. İçimden bir ses, Zehir’le hesaplaşmadan hemen buradan ayrılmamız gerektiğini söylüyordu. Ama Alice’i de ölüme terk edemezdim.
Araba geçtikten sonra kalabalık öne atılıp Sorgulayıcı’nın kafilesini takip etmeye başladı. İzdiham yüzünden kalabalıkla birlikte hareket etmekten başka seçeneğim yoktu. Yük arabası katedrali geçip ilerlemeye devam etti ve üç katlı bir binanın önünde durdu. Sanırım burası rahip eviydi ve yakın zamanda tutsaklar burada yargılanacaktı. Yük arabasından indirilip yaka paça içeri sokuldular. Alice’i göremeyecek kadar uzaktım. Yapabileceğim hiçbir şey olmasa da, yine de bir şeyler düşünmem gerekiyordu; çünkü yakılma törenine az bir süre kalmıştı.
Üzüntüyle dönüp katedrale ve Peder Gregory’nin cenaze törenine ulaşana kadar kalabalığı yararak ilerledim. Binanın büyük payandalarıyla uzun ve sivri vitraylı pencereleri vardı. Tam o anda Hayalet’in söylediklerini anımsayarak yukarıya, ana giriş kapısının hemen üstündeki büyük taş yontuya baktım.
Bu, Zehir’in asıl biçiminin bir temsiliydi, yani yeraltı mezarlarında güçlendikçe yavaş yavaş geri dönmeye çalıştığı biçimin. Pullarla kaplı gövdesi çömelmiş; gergin, düğümlenmişe benzeyen kasları, uzun ve keskin pençeleriyle eşiğin üst kısmına tutunmuştu. Aşağı atlamaya hazır görünüyordu.
Daha önce korkunç şeyler gördüğüm oldu, ama o iri kafasından daha çirkin bir şey görmemiştim. Neredeyse uzun burnuna kadar yukarı kıvrılmış bir çenesi, ona doğru yürürken beni izliyormuş gibi görünen şeytani gözleri vardı. Kulakları da tuhaftı, iri bir köpeğin hatta bir kurdunkilere benziyordu. Yeraltı mezarlarının karanlığında karşılaşılacak bir şey değildi!
İçeri girmeden önce bir kez daha umutsuzca rahip evine baktım, Alice’i kurtarabilmek için gerçekten bir umut olup olmadığını düşündüm. Katedral neredeyse bomboş olduğundan arkaya yakın sıralardan birinde yer buldum. Hemen yakınımda, birkaç yaşlı bayan dizlerinin üzerine çökmüş, başlarını önlerine eğerek dua ederken rahip yardımcısı çocuklardan biri mum yakmakla meşguldü.
Çevreyi incelemek için yeterli vaktim vardı. Katedral içeriden, çok daha büyük görünüyordu; yüksek çatısı, iri, ahşap kirişleri vardı; en küçük bir öksürük bile sanki sonsuza dek yankılanacakmış gibi duyuluyordu. Sıralar arasından geçen üç yol vardı. Mihrabın basamaklarıyla sonlanan ortadaki yol, atlı bir yük arabasının geçebileceği kadar genişti. Burası gerçekten de muhteşemdi: Heykellerin hepsi altın kaplamaydı ve duvarlar dahi mermer kaplıydı. Hayalet’in kardeşinin çalıştığı Horshaw’daki küçük kiliseyle arasında dağlar kadar fark vardı.
Ortadaki yolun önünde Rahip Gregory’nin açık tabutu duruyordu, dört köşesine de birer mum yerleştirilmişti. Hayatımda hiç böyle mum görmemiştim. Büyük pirinç şamdanlara yerleştirilmiş olan bu mumların her biri insan boyundan bile uzundu. İnsanlar kiliseye gelmeye başlamıştı. Tek ya da ikili gruplar halinde girip benim yaptığım gibi arkalara yakın sıralar seçiyorlardı. Gözlerim Hayalet’i aradıysa da henüz ortalarda yoktu.
Zehir’e ait herhangi bir kanıt bulabilmek için çevreye bakmadan duramıyordum. Varlığını kesinlikle hissetmiyordum, ama belki de onun kadar güçlü bir yaratık benim varlığımı hissediyor olabilirdi. Ya söylentiler doğruysa? Ya gerçekten de fiziksel bir biçim alabilecek kadar güçlenmiş ve şu anda bu kalabalığın arasında bir yerde oturuyorsa! Endişeli bir şekilde çevreye bakarken Hayalet’in söylediklerini anımsayıp rahatladım. Zehir çok aşağılardaki yeraltı mağaralarına kapatılmıştı, yani şimdilik güvendeydim.
Acaba? Ustamın söylediğine göre beyni çok güçlüydü ve rahipleri etkisi altına alıp onlara kötü şeyler yaptırmak için rahip evine erişebilirdi. Belki de tam bu esnada benim aklıma girmeye çalışıyordu!
Dehşete düşmüş bir şekilde başımı kaldırınca Peder Gregory için son görevini yerine getirip sırasına dönen bir kadınla göz göze geldim. Onu hemen tanıdım, hıçkırarak ağlayan kâhyasıydı ve o da beni tanımıştı. Oturduğum sıranın ucunda durdu.
“Neden bu kadar geciktin?” diye sordu, yüksek sayılabilecek bir fısıltıyla.
“Eğer seni ilk çağırdığımda gelseydin şimdi yaşıyor olurdu.”
“Elimden geleni yaptım,” dedim fazla dikkat çekmemeye çalışarak.
“Bazen elinden gelenin en iyisi yeterli olmuyor , öyle değil mi?” dedi.
“Sorgulayıcı sizin gibiler hakkında çok haklı, sorundan başka bir şey getirmiyorsunuz ve başınıza her ne geliyorsa hak ediyorsunuz.”
Sorgulayıcı’nın ismini duyar duymaz ayaklandım, ama içeri birçok insan girmeye başlamıştı, hepsinin üzerinde siyah pelerinle palto vardı: Rahipler, hem de onlarcası…
Aynı yerde bu kadar çok sayıda rahibi bir arada görebileceğimi düşünemezdim. Sanki dünyadaki tüm rahipler, yaşlı Gregory’nin cenazesi için bir araya gelmişti. Ama bunun doğru olmadığını ve bunların yalnızca Priestown’da –ve belki de civar köy ve kasabalarda– yaşayan rahipler olduğunu biliyordum. Kâhya daha fazla konuşmadı ve aceleyle sıradaki yerine döndü.
Artık gerçekten korkmuştum. İşte burada, katedralde, eyaletteki en korkunç yaratığın yaşadığı yeraltı mezarlarının hemen üzerinde, üstelik Sorgulayıcı’nın ziyaret ettiği bir zamanda oturuyordum ve de tanınmıştım. Umutsuzca, oradan mümkün olduğunca uzaklaşmak istiyordum ve ustamı görebilmek için endişeli bir şekilde çevreye bakındım, ancak onu göremedim. Tam, gitmemin en iyisi olacağına karar vermek üzereyken kilisenin büyük kapıları açıldı ve içeri uzun bir kafile girdi. Artık kaçış yoktu.
Yüz hatları benzediğinden önce en baştaki adamın Sorgulayıcı olduğunu sandım. Ama çok daha yaşlıydı ve Hayalet’in, Sorgulayıcı’nın Priestown piskoposu olan bir dayısı olduğundan söz ettiğini hatırladım; bu, o olmalıydı.
Tören başladı. İlahiler söylendi ve durmaksızın ayağa kalktık, oturduk, diz çöktük. Tam bir konuma alışmışken yeniden hareket etmemiz gerekiyordu. Cenaze töreni Yunanca olsaydı neler olup bittiğini belki anlardım, çünkü annem küçükken bana bu dili öğretmişti. Ama Peder Gregory’nin cenaze töreninin büyük bir bölümü Latinceydi. Bazı bölümlerini anladıysam da Latince derslerine çok daha sıkı çalışmam gerektiğini fark ettim.