Ömer Seyfettin Hikayelerinden; Ferman
Hikaye Oku; Sanki bir tufandı. Gök delinmiş gibi aralıksız yağmur yağıyor ve bütün ordu Semlin’e doğru sel, çamur, sis ve bora içinde ilerliyordu. Belgrad – Şabaç yolu çökmüştü. Karanlık ormanlara, sarp yokuşlara, uçurumlu dağlara alışkın olmayan yük develeri, yedekçileriyle birlikte kaybolmuşlardı. Subaylar bağırıyor, boru sesleri işitiliyor, atlar kişniyordu. Hatta padişahın otağı bile ortada yoktu. Bu kısa yol, üç gündür bitip tükenmiyordu. Konak yerine, yalnız sadrâzamın çadırı kurulabilmişti. Padişah saltanat arabasının penceresinden kendi otağını göremeyince, çevresindeki, ıslanmış, allı yeşilli, sırmalı giysileriyle gözleri kamaştıran iri ve çevik koruyucularına:
– Daha durmayacak mıyız? dedi.
Hiç kimse karşılık vermedi. Herkes önüne bakıyor ve şakır şakır yağmur yağıyordu. Yaşlı padişah hastaydı. Ama ayaklarındaki nıkris sızılarını duymuyor, Kurban Bayramı namazının Semlinde kılınmasını düşünüyordu. Artık eskisi gibi ata binemiyor, hatta vezirleriyle görüşüp konuşmak için bile saltanat arabasından çıkamıyordu. Konak yerinde padişahın otağını görmeyen bütün ordu, gökyüzünden gelen bu öfke karşısında donakalmış; günah dolu bir topluluk gibi birdenbire sustu. Sesler, borular, uğultular, hatta atların kişnemesi bile kesildi. Yalnız yerlere ve çalılara düşen yağmur damlalarının şıkırtısı duyuluyordu. Sadrazam ne yapmıştı? Tâ İstanbul’dan beri padişahtan bir konak ileri gidiyor, yolları düzeltiyor, padişahın otağını kurduruyordu. Bu onun göreviydi. Ama hangi padişah otağı?… Yağmurun loş gölgeleri içinde, koca kavuğu ve uzun boyuyla Sokullu’nun, elleri önünde bağlı, gözleri yerde, yavaş yavaş saltanat arabasına yaklaştığı görüldü. Haberciler açılarak yol veriyordu. Arkasından üç tuğlu vezirler de geliyordu. Kavuğundan sızan sular solgun yüzüne, sarı sakalına akıyordu. Som sırma perdenin yanına gelince:
– Padişahım, acıyınız, kulunuzun çadırına şeref veriniz, dedi.
– Bizim otağımız niçin yapılmadı?
– Otağcılar fırtınadan yolu kaybetmişler. Konak yerine gelemediler Padişahım…
Padişah bir şey söylemedi, perdenin gerisine çekildi. Yağmur durmuyor, daha da şiddetleniyordu. Sokullu’nun işaretiyle, altın yaldızlı koruyucu mızrakların arasındaki değerli taşlarla süslü saltanat arabası hareket etti. Sakin ve ıslak vezirler, büyük kavuklarındaki parlak tuğları sallayarak, gözleri yerlerde, altın tekerleklerin yanı sıra yürüyorlardı. Çadırın önüne gelince, arabadan inen padişahın kollarına girdiler. Sırma perdeli kapıdan içeri soktular.
Yağmur hiç durmadan yağıyordu.…
İstanbul’dan kırk dokuz günde Belgrad’a gelen yorgun ordu; yollarda birtakım haydutların saldırısına uğramıştı. Yeniçeri ağası bunları izlemeye çıktı. Malkara Beyi, Evren Bey’le birleşti. Hepsi saklandıkları kovuklarda tuttu. Konak boylarında astırdı. Bu izlemelerde üst düzeyden ve padişahın gözdelerinden pek genç bir kahraman olan Tosun Bey yine kendini gösterdi. Tek başına dağları, ormanları, mağaraları dolaştı. Beşer, onar rast geldiği haydutlarla tek başına vuruşarak hepsini yere serdi. Bütün ordu yolunu temizledi. Hiçbir yasakçı onun arkasından at süremiyor, kimse ona yetişemiyordu. İleri, geri, üç konağa birden gidiyor; uykusuzluk, yorgunluk nedir bilmiyordu. Dört yıl önce padişah, onu sipahiler arasında görmüş, güzelliğini, yürekli tavırlarını beğenerek yanına almış, ona birçok görev vermiş, hatta bir yıl içinde çavuşbaşlığa kadar çıkarmıştı.
Daha yirmi beş yaşındaydı. Gür siyah bıyıkları, şahin bakışlı iri ela gözleri, geniş ve kalın omuzları; gösterişli yürüyüşü, her göreni hayran bırakırdı. Savaşlarda, ayrı ayrı yerlerinden şimdiye kadar otuz yara almış ve pek çok general kafasını mızrağına takarak paşalara armağan getirmişti…
O, bütün ordu içinde rakipsiz bir yüreklilik, kahramanlık ve çabukluk örneğiydi. Yaşlı Zal Mahmut’tan daha güçlü olduğunu herkes biliyordu. Kuş gibi uçar, yıldırım gibi seğirtir, arslan gibi atılır, kaplan gibi parçalardı. Sadrazam en tehlikeli işlere onu salar, büyük ve eşsiz başarılarından sonra padişahın huzuruna çıkarır, ona övgü yağdırırdı. Kendilerinden başka yiğit olmadığına inanan gururlu yeniçeriler bile önlerinden o geçerken kendilerini tutamazlar, coşarak:
– Yaşa Tosun Bey! Seni hangi ana doğurdu! diye nara atarlardı.
Tek başına yaptıklarının ünü dillerdeydi. Kuşatılmış kalelere gece gizlice kurulan ince merdivenlerden çıkmış, yalınkılıç, tek başına, düşman arasına atılmış… Düşman ordugâhlarının görünmeden arkasından dolaşarak, cephanelerini ateşe vermiş… Tutsak olduğu zaman yüzlerce koruyucunun arasından kurtularak, onu bekleyen nöbetçileri öldürüp silahları ve atlarıyla dönmüştü.
Herkes onu sever, herkes ona saygı gösterirdi. Hatta vezirler’ bile… Çünkü Tosun Bey, bu yüreklilikle yakında beylerbeyi olacak, vezirlik için çok beklemeyecek, evet öyle sayılır ki, daha sakalına kır düşmeden padişahın mührüne kavuşacaktı. Hem yürekli, hem erdemliydi! Savaşa giderken sedefli curayla kahramanlık destanları söyler; barış zamanında gayet çelebice bilgeliklerle dolu gazeller, kasideler yazardı. Kılıç kabzasının nasırlattığı elinde, kalem yabancı durmuyordu. Halkın dilinde onunla ilgili birçok efsane dolaşırdı. Babasının bir emektarı onu büyütmüştü; haksız yere kafası kesilmiş bir, beyin oğluydu. Yağmur durmadan yağıyordu. Konak, çamurlu ve bozuk bir yolun sağında kurulmuştu. Her yandan seller akıyor, erler sırayla yerlerine geliyorlar, çadırlar kuruluyor, kazanlar indiriliyor, ötede beride ateşler parlıyordu. Bu kalabalığın arasında Tosun Bey’in al atıyla süzüldüğü görüldü. İki konak geriden orduya yetişmişti. Yol kenarında semeri devrilmiş bir katırı kaldıran yeniçerilere sordu:
– Padişahın otağı nerede, ağalar?
Yeniçeriler onu görünce doğruldular, saygıyla selamladılar. En yaşlıları karşılık verdi:
– Kurulmadı.
– Efendimiz ileri mi gitti?
– Hayır.
– Ya nerede?
– Sadrazam Paşa’nın çadırında.
Tosun Bey durdu. Yeniçerinin yüzüne dikkatle baktı. Yeniden sordu.
– Padişahın otağı nerede kurulmuş?
– Kurulmamış.
– Niçin?
– Kaybolmuş…
– Ne?..
Yeniçeri sustu. Önüne baktı.
– Padişahın otağı mı kaybolmuş?
– Evet…
Tosun Bey fena halde öfkelendi. Dişlerini sıktı. Padişahın otağı nasıl kaybolurdu. Bunu aklı almıyordu. Padişah, onca pek kutsaldı. Otağ, gözünde yeri değiştirilen bir Kâbe’ydi. Kâbe’si yıkılan bir inançlının aceleciliğiyle ağır ve keskin mahmuzlarını atının karnına vurdu. Islak tuğlarıyla bayrak direkleri görünen sadrazam çadırına doğru saldırdı. Ama pek ileri gitmedi. Seğirdim ustaları yağmur içinde dolaşıyordu. Onu pek seven Kazasker Perviz Efendi’nin çadırını gördü. Yere atladı. Atını, koşan bir hizmetkâra verdi. Kahramanlık şiirlerini okuduğu Perviz Efendi, çadırın içinde ayaktaydı. Nişancı Eğri Abdizâde Mahmut Çelebi’yle Sabaç Köprüsü’nün, Semendire Beylerbeyi Bayram tarafından nasıl yapıldığını konuşuyordu. Onun girdiğini görünce:
– Hayrola, Tosun Bey! diye sözünü kesti.
Tosun Bey titriyordu. Kendinde değildi:
– Padişahın otağı kaybolmuş.
– Evet oğlum.
– Bu nasıl olur, efendi hazretleri?
– Yolu şaşırmışlar belki…
– Sadrazam Paşa bir konak önden gidiyor. Nasıl kaybetmiş?
Perviz Efendi karşılık vermedi. Mahmut Çelebi yağmurun, fırtınanın şiddetinden söz etmek istedi. Tosun Bey coşuyordu. Açtı ağzını yumdu gözünü… Artık bu kadar kayıtsızlık olur muydu? Bu kulluğa yakışır mıydı? Hasta velinimet hiç düşünülmüyordu. Ya otağı suya kaptırdılarsa… Ya taht bulunmazsa… Daha İstanbul’dan çıkmazdan önce bir çavuş gönderilerek görüşmek için Semlin’e çağrılan Zigismond’u, padişah nerde huzuruna kabul edecekti? Bir parça yağmurdan yollarını şaşıran, dağılan orduya, padişah nasıl güvenecekti? Tosun Bey yürekli adamlara özgü o saldırganlıkla ağzına geleni söylüyordu:
– İki konak arasında bir otağı koruyamayan adam, koca bir devleti nasıl yönetir? dedi. Bu çok ağır bir soruydu. Perviz Efendi yavaşça, kalın halının üzerine serilmiş erguvani şiltesine çöktü. Mahmut Çelebi bu sözü hiç işitmemiş gibi davrandı. Durmadan yağan yağmurun sayısız ve sinir bozucu damlaları tıpır tıpır çadırın üstüne düşüyor, ordugâhın belirsiz uğultusu içinde, sanki düşsel bir akının uzak ve düzenli ayak seslerini duyuruyordu. Tosun Bey dışarı çıkınca, aceleyle adamlarını buldurdu. Atını değiştirdi. Kimseyle konuşmadan, tek başına, padişahın otağını aramaya çıktı. Hava gittikçe kararıyordu. Derin yarlardan, sel yarıklarından aştı. Taşan, köpüren derelerden geçti. Ormanlara dalan yollara girdi. Tepelere çıktı. Dört yana naralar savurdu. Sesinin boğuk yankılarından başka bir karşılık alamadı. Gelen gece pek karanlıktı. Yağmur durmuyordu. “Sabah erkenden çıkar, bulurum,” diyerek geri döndü. O kadar karanlıktı ki… Dizgini boş bırakıyor, geldiği yollardan atının içgüdüsüyle dönebiliyordu. Meşaleleriyle, ordugâh uzaklardan görünmeye başladı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde at, dilediğince yürüyordu.
– Kimdir o? On adım ötede koyu bir karaltı belirdi…
– Yabancı değil…
– Sen misin, Tosun Bey!
– Benim!
– Sadrazam Paşa Efendimiz sizi aratıyor. Biz on süvari, çevreye dağıldık.
– Pekâlâ, gidelim. Ve karanlığın içinde Tosun Bey önde, sipahi arkada, ordugâha koştular. Meşaleleri, nöbetçileri; mehterleri geçtiler. Zaten hizmetkârlar, solaklar, çavuşlar yağmurun altında bekleşiyorlardı. Tosun Bey’i, sadrazamın yanına götürdüler. Paşa büyük şiltesine yaslanmış, uzun ve değerli taşlarla süslü çubuğunu çekiyordu. Karşısında Silahtar Cafer Ağa ile Nişancı Feridun Bey hazırolda duruyordu.
– Oğlum Tosun, dedi, sana bir iş çıktı. Senin gibi at sürecek er yok. Bu padişah fermanını şimdi al. Koş, Niş’e götür… Oradaki Bey’e ver… Karşısında sırılsıklam hazırolda duran Tosun Bey’e, öpüp başına koyduğu kırmızı bir keseyi uzattı. Tosun Bey, elleri bağlı; ilerledi. Eğildi. Keseyi aldı. Öptü. Başına koydu. Dışarı çıkarken Sadrazam:
– Haydi arslanım, çabuk, yolun uğurlu olsun! diyerek gülümsedi. Çadırın önünde eşsiz bir kır atın onu beklediğini gördü Tosun Bey. Yağmur hâlâ eski şiddetiyle yağıyordu. Bindi. Karnı açtı. Üzengisini tutan hizmetkârlardan su istedi. Verdikleri suyu sonuna, kadar içti. Ve ağır, keskin mahmuzlarını atın karnına vurdu. Ordugâhın kalabalığı, ışıkları, uğultusu arasından beş dakikada çıktı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde dörtnala uzaklaştı. Kayboldu… Ormanlardan, derelerden, köprülerden, tepelerden, uçurumlardan şimşek gibi geçti. Belgrad’da durmadı. Hemen atını değiştirdi. Azığını aldı. Yine yola atıldı. Hiç uyumuyor, yalnız düz yerlerde atı tırıs giderken, rüyasız ve uyanık bir uykuya dalıyordu. Gecelerden gündüze, yağmurlardan güneşe girdi. Haziran sıcaklarıyla giysileri kurudu. Kendi ve atı terledi. Akşamları serin rüzgârlara karışan bülbül sesleri işitti. Sabahları cıvıldayan tarlakuşlarının saklandığı ekin denizleri içinde yürüdü. Sonunda bir gece, pek uzaktan Niş’in aydınlıklarını gördü. Büyük bir çiftliğin önünden geçiyordu. İri ve azgın köpekler arkasından koşuyor ve havlıyorlardı. “Gün doğuncaya kadar şurada kalayım. Erkenden kente girerim,” dedi ve çiftliğe saptı. Herkes gibi çiftliğin adamları da onu tanıyorlardı. Atını aldılar. Saygı içinde yukarıya, kuleye çıkardılar.
– Ben biraz dinleneceğim. Gün doğmadan beni uyandırın! diye buyurdu. Ne olursa olsun, her gelen yolcuya yemek çıkarmak gelenekti. Tosun Bey:
– Hiçbir şey istemem. Bana biraz ayran getirin, dedi. Ve getirip bıraktıkları testiyi dikti. Susuzluğu geçince sedire uzandı. Gözlerini kapadı. Ama uyuyamadı. At üzerinde gelen uykusu, böyle hareketsiz kalınca kaçıyordu. İki yanına döndü. Tolgasını çıkardı. Kılıç kemerini gevşetti.… Tam dalacağı sırada birdenbire sıçradı. Göğsünün üzerine koyduğu ferman ateş almış yanıyordu. Elini götürdü. Hayır… Tuhaf bir rüya. Ferman yerinde duruyordu. Biraz daldı. Rüyasında, götürdüğü, fermanın eriyerek kan olduğunu, sonra tufan dalgasının kırmızı alevler halinde bütün vücudunu sardığını görüyordu. Sıçradı, uyandı. Hiçbir tehlike karşısında düzenini bozmayan yüreği şimdi hızlı hızlı çarpıyordu. Doğruldu:
“Hayırdır, inşallah…” dedi. Oturdu. Bir şeyler okudu. Döndü. Üç kez sol yanına tükürdü. Elini titreyerek fermana götürdü. Yerindeydi. Yavaşça tuttu ve elinde olmâdan çekti. Ocağın üzerindeki kandilin titrek ve sönük aydınlığı içinde baktı. Üstüne sardığı çevreyi çıkardı. Bu, kırmızı bir keseydi. Yanından balmumuyla mühürlenmişti. Dikkat etti. Terden, yağmurdan ve hareketten bu mum mühür yerinden oynamıştı. Acaba içinde ne vardı? Dehşetle rüyasına giren bu ferman neydi? Kesinlikle güvenlikle ilgili kutsal bir buyruk… Çünkü savaş yukarıdaydı. Haydutlar, cephane ya da yollar ve ulaştırıcılar için bir şey olmalıydı. Ama, hayır… Bu önemli, pek önemli bir buyruktu. Çünkü özel olarak kendisiyle gönderiliyordu. Acaba neydi? Fermanı tekrar çevreye sardı. Koynuna koyacaktı. Ama göğsünün görünmez bir baskı altında ezildiğini duydu. Boğazı tıkandı. Sanki ferman gerçekten ateş almış, vücudunu yakıyordu. Sönmez bir merak ateşi ruhunda tutuştu. Zaten işte mühür bozulmuştu. Açsa… Belli bile olmayacaktı. Başını salladı. Kendi kendine: “Sakın, sakın!” dedi. İçinde tutuşan merak ateşi öldürücü bir sıtma gibi her yerini sarsıyordu. Ateş içinde yanan elleri, sanki kendi güdüsüyle inat eden başka bir vücudun organıymış gibi torbayı açtı. Üçe katlanmış kâğıdı çıkardı. Tosun Bey, istemine başkaldıran ellerinin cinayetinde titredi. Bir ferman açılabilir miydi. Ama kımıldayamıyor, ellerine söz geçiremiyordu. Zincire vurulmuş, hareketsiz yatarken, başkasının işlediği cinayeti karışmadan seyreder gibi, ellerinin hainliğine bakakaldı. Onu dinlemeyen bu eller, fermanı da açtı. Tosun Bey az ışık veren kandilin ışığıyla ancak gördüğü satırları okudu. Taş odanın beyaz duvarları, nakışlı tavan, halı örtülmüş döşeme çevresinde dönmeye başladı. Deli oluyordu. Cinayetten sonra kaçan katiller gibi elleri iki yanına düştü. Açık ferman dizlerinin üstünde kaldı.
“… İşbu kutsal buyruğumuzu getiren, devletimize zararlı olan Tosun Bey kulumun da hemen, vücudundan başın kesesin ve şöyle bilesin ki…”
Gözünü bu cümleden ayıramıyordu. Aşağısını okuyamadı. Demek, gece gündüz, hiç durmadan koşarak getirdiği, rüyasında vücudunu yakan bu kırmızı kese, kendi idam fermanıydı. Şaşkınlığı çok sürmedi. Belki elli kez ölümün pek yakından geçerek korkunç kanatlarını sürttüğü geniş ve parlak alnını tuttu. Arkasına dayandı. Sağındaki pencereden siyah ve dağınık bulutların geçişine baktı. Bir an öyle durdu. Derin bir solukla göğsünü kabarttı:
“Ama niçin? Ama niçin?” dedi.
Bağlılıktan, yüreklilikten, fedakarlıktan, savaştan, saldırıdan başka ne yapmıştı? Tâ on beş yaşından beri… On yıldır at sırtından inmiyordu. Bütün dünyayı dolaşıyor, en ünlü kahramanların çekindikleri yere gözünü kırpmadan atılıyordu. Kuşatmadaki burçların içine, yüzlerce zırhlı düşmanın arasına, tek başına yalınkılıç atıldığı zamanlar ölmediği halde, şimdi bir celladın, bayağı köpek bir çingenenin satırı altında mı can verecekti? Geçmişi hep birden düşünüyor ve kırılır gibi olan cesareti yavaş yavaş yerine geliyordu. Doğruldu. Ayağa kalktı. Ferman ve kese yere düştü:
“Ben kafamı kolay kolay vermem.” dedi. Pencereye yaklaştı. Siyah bulutlar daha hızlı geliyor, tan yeri ağarıyor, çiftliğin yanından akan küçük bir derenin dokunaklı ve hafif şarıltısı işitiliyordu. Bütün Rumeli, bütün Anadolu onu tanırdı. Anadolu’ya atlayınca hangi şehzadenin yanına gitse, sevgiyle kabul olunacağına güveniyordu. On kişiye, yüz kişiye değil, gerekirse bin kişiye karşı koyabilecek bir cesareti vardı. Sonra gücü, ustalığı, çevikliği… Bütün ülkede bir eşi daha yoktu. Bir kere Anadolu’ya kapağı atınca, ele geçmezdi. İran’a, Turan’a kadar vura kıra gider, adına ününe daha çok ün, şeref eklerdi.. Yüreği yeniden: “Ama niçin? Ama niçin?…” diye burkuldu. Hiçbir şey beklemiyordu. Aklına ancak ödül ve övgü gelirdi. Böyle bir sözcük… Asla… Acaba ne suç işlemişti? Düşünüyor, düşünüyor, bir türlü suça benzer bir şey yaptığını hatırlamıyordu.
“Ah iftiracılar! Allah’tan korkmaz karalamacılar!” Kimbilir aleyhinde ne yalan uydurmuşlardı. Ama… O, babası gibi celladın pis kılıcına bir koyun gibi başını uzatmayacak, canını almaya gelenlerin canlarını alacak, kendi canı alınıncaya kadar başkalarından can alacaktı… “Zaman geçirmeyeyim” diye mırıldandı. Tolgasını başına geçirdi. Kılıcının kayışını, kuburluklarını sıkıştırdı. Yerdeki fermanla keseyi aldı. Yine gözüne “devletimize vücudu muzır olan…” sözcükleri ilişti. Niçin onun vücudu devlete zararlıydı? Böyle bir suçlama, canını devlet uğruna adamış bir insan için ne acı bir aşağılama, ne acı bir sövgüydü… Yazıya dikkat etti. Acaba padişahın yazısı mıydı? Silahtar Cafer Ağa’nın da olabilirdi, padişahla onun yazısı, farksız derecede birbirine benzerdi… Fermanı katladı. Yine keseye soktu. Balmumunu hohladı. Mührü eski yerinden hafifçe yapıştırdı. Azrailin kanadından kopma kanlı bir tüy kadar hafif olan bu müthiş bez içinde, işte hayatı duruyordu. Evirdi çevirdi. Böyle… Bu müthiş şeye bakarken, kafasından hep eremediği dilekleri açıklayamadığı istekleri geçti. Bu dakikaya kadar ne mutluydu. Padişahın en sevgili gözdesiydi. Gördüğü iyilikleri düşündü. Süvarilik zamanlarını hatırladı. Daha on beş yaşındayken bile gücü, yiğitliği, görenleri şaşırtıyordu. Cirit oyunlarında, güreşlerde, vuruşmalarda hep birinci geliyordu. Sonra… Onu evinde büyüten, babasının eski emektarı yaşlı Salih Ağa gözünün önüne geldi. İstanbul’dan çıkarken ayrılık için elini öpmeye gittiği zaman, bu ihtiyarın verdiği öğüdü işitir gibi oldu:
“Padişah’ın buyruğundan dışarı çıkma, Canını istese ver. Düşünme. Dünyada olmasa bile öbür dünyada karşılığını görürsün… Ve geçmişi daha fazla hatırlayamadı. Ansızın bozulan bir saat gibi, sanki kafası durdu. Yalnız kulağından; Salih Ağa’nın sesi çıkmıyordu: “Padişah’ın buyruğundan, dışarı çıkma…” Oysa… Oysa o, işte padişahın buyruğundan dışarı çıkıyor, hatta başkaldırmaya hazırlanıyordu. Bu büyük ve utanç verici günahı işlemiş gibi, yüreğinde heyecan ve pişmanlık karışımı zehirli bir sızı duydu. Canını padişah ve devlet uğrunda vermeye ant içmemiş miydi? O halde bu canı kimden, nereye, niçin kaçıracaktı? Artık birdenbire güçlenmiş istemine bağlı demir elleriyle tuttuğu bu kırmızı keseyi kaldırdı. Dudaklarına dokundurdu. Sonra başına götürdü. Güneş bulutlar içinden gizlice doğarken, doludizgin Niş’e girdi. Canlı bir yıldırım gibi, dar ve bozuk sokaklardan geçti. Beyin konağı önünde de atından atladı. Onu tanıyan kapıcılar, süvariler, erler:
– Tosun Bey! Tosun Bey! diye koşuştular. İki kanadı açık geniş kapının, ortasında bir fener sarkan beyaz badanalı kemerin altından, temiz ve zemini kara taşlı kaplı bir avluya ilerledi. Bağırdı:
– Çabuk Bey’e haber verin, ferman var… Hizmetkârların arasından ayrılan uzun boylu kapıcıbaşı öne düştü. Onu taş merdivenlerden çıkardı. Bey, sabah namazını kılıp selamlığa çıkmıştı, rahat rahat çubuğunu tüttürüyor, uyku sersemliğini üzerinden atmaya çalışıyordu. Odasına ansızın Tosun Bey’i geldiğini görünce şaşaladı. Bu Bey, onun yiğitliğine ve kahramanlığına hayran, yaşlı, feleğin çemberinden geçmiş eski bir askerdi. Hemen ayağa kalktı. Kucakladı. Alnından öptü:
– Hoş geldin yiğidim, iyi haberler getirdin… Tosun Bey gülerek:
– Bir padişah fermanı getirdim, dedi. Ve koynundan kırmızı keseyi çıkardı. Öptü. Başına koydu. Uzattı. Yaşlı Bey, Tosun Bey’le özel olarak gönderilen bir fermanın önemini düşündü. Yorgun yüreği hopladı. Sarardı. Titrek, zayıf ve kıllı elleriyle bu keseyi aldı. Öptü. Başına koydu. Mumun bozukluğuna bile dikkat edemedi. Kopardı. Fermanı çıkardı. Açtı. Okudu. Ve uzun çubuğunun dayalı durduğu yüksek sedire yıkılıverdi. Karşısında Tosun Bey, bir eli kalçasında, dinç ve levent duruyor, gülümsüyordu. Zavallı ihtiyar ağlamaya başladı:
– Ne ağlıyorsun, Bey hazretleri? İhtiyar inledi: – Bu fermanın ne yazdığını biliyor musun?
– Biliyorum. Benim kafamın kesilmesini yazıyor.
Yaşlı Bey, bütün memlekette kahramanlığı dillere destan olan bu al yanaklı, gür bıyıklı, dağ parçası, görünüşü saygı uyandıran, yiğit güzel bahadıra ıslak gözleriyle uzun uzun baktı. Acaba niçin bu öfkeye uğramıştı? Böyle bir arslanı, celladın eline vermek ne büyük bir insafsızlıktı. Hangi vicdan buna razı olurdu? Ak sakalına yakışmayan çocuksu bir hıçkırıkla:
– Suçun ne? diye sordu.
– Padişahım bilir…
– Ben senin başını kesmem, Tosun Bey. Şimdi bağışlanmanı dileyeceğim. Çifte tatar çıkaracağım. Dileğim kabul olunmazsa kendi başımın kesilmesini isteyeceğim.
– Hayır, Bey! Hayır… Padişahın buyruğundan dışarı çıkma. Başımı kes… Kestikten sonra bağışlanmamı dile. Padişahım, kendi buyruğu yerine geldikten sonra, ben kulunu bağışlamalı. Yaşlı Bey daha çok ağlıyor, hıçkırıyordu:
– Ben senin gibi bir yiğide kıyamam. Ben seni kesemem. Elim dilim buna varmaz.
– …
– Vallahi seni kesemem…
Yeni uyanmış erkek bir arslan sessizliğiyle gülümseyen Tosun Bey’in parlak yüzü birdenbire karardı. Gür Kaşları çatıldı. Şahin bakışlı iri ela gözleri açıldı. Tiksinti ve öfkeyle kılıcını çekti:
– Padişahımın buyruğunu yerine getirmeyen âsilerin başını ben keserim!…diye kükreyerek yumuşak kalpli, zayıf ve boyun eğmez ihtiyarın üzerine yürüdü. Al çuhadan büyük kapı perdesinin arkasında gizli nöbet bekleyen silahlı adamlar koşuştu, onu tuttular. Yarım saat sonra, sırmalı resmi kavuğunu çıkarıp başına gösterişsiz dua külahını geçirmiş olan ak sakallı Bey, ıssız odasında seccadesinde oturmuş, boynu bükük “Yâsin” okurken, dışarda dokunaklı ve belirsiz bir yağmur serpeliyor; iç avlunun siyah taşlarındaki taze ve sıcak kanlar üstünde, süvariler görünmeyen içtenlik dolu gözyaşları gibi damlıyordu.
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin Hikayeleri Oku
Allah aşkına bu Ömer Seyfettin kim bilmiyorum ama yazdığı bu hikaye tamamen yalan tosun bey hastalıktan vefat etmiştir Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun
Daha Ömer Seyfettin gibi önemli bir yazarımızı bilmiyorsunuz adı üstünde hikaye kurgu içerebilir bidaha araştırıp konuşun
sonunda kendini mi öldürdü anlamadım.anlatır mısınız lütfen
sonunda kendini mi öldürdü anlamadım