Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 19. Bölüm “Taş Mezarlar”
Hava aydınlanmıştı, yani artık Zehir tehlikesi yoktu. Karanlığa ait diğer çoğu yaratık gibi yeraltında gizleniyor olmalıydı. Ve Alice’in gözleri bağlanıp kulakları da tıkanınca artık onun aracılığıyla görüp işitemezdi. Nerede olduğumuzu bilmesine imkân yoktu.
Önümüzde bir günlük zorlu bir yürüyüş daha olduğunu biliyor, gece olmadan Heysham’a varıp varamayacağımızı düşünüyordum. Ama Hayalet bizi bir patikadan geçirip büyük bir çiftliğin kapısının önünde durdurduğunda çok şaşırdım. İçerideki köpekler ölüleri bile mezarlarından çıkarabilecek şekilde havlarken yaşlı bir adam, bir değnekten destek alarak topallaya topallaya bize doğru geldi. Yüzünde endişeli bir ifade vardı.
“Üzgünüm,” dedi çatlak bir sesle. “Gerçekten üzgünüm, ama değişen bir şey yok. Bende olsa size verirdim.”
Anlaşıldığı kadarıyla Hayalet beş yıl önce bu çiftliğe musallat olan bir öcünün icabına bakmış, ancak parasını hâlâ alamamıştı. Ustam ödemeyi şimdi istiyordu, ama istediği para değildi.
Yarım saat sonra eyalette gördüğüm en büyük atlardan birinin çektiği bir at arabasındaydık; arabayı kullanansa çiftçinin oğluydu. İlk başta, yola çıkmadan önce, gözü bağlı olan Alice’e şaşkın bir şekilde bakmıştı.
“Aval aval kıza bakmayı bırak da kendi işine bak!” diye Hayalet tarafından azarlanınca gözlerini hemen kaçırıvermişti. Bizi götürdüğüne memnun görünüyordu, birkaç saatliğine de olsa gündelik işlerinden uzaklaşmak onu mutlu etmişti. Çok geçmeden arka sokakları izleyerek Caster’ın doğusundan geçiyorduk. Hayalet, Alice’i at arabasının içine yatırdıktan sonra yoldan geçenler tarafından görülmemesi için üzerini samanla örttü.
Atın ağır yükler çekmeye alışkın olduğuna hiç şüphe yoktu ve arkada sadece üçümüz olduğundan epey hızlı bir şekilde ilerliyordu. Uzakta, Caster şehrini ve kalesini görebiliyorduk. Orada uzun süren duruşmaların sonrasında birçok cadı öldürülmüştü, ama Caster’da cadıları yakmıyor, asıyorlardı. Yani, babamın denizci tabirlerinden birini kullanacak olursam, ‘tam yol’ ilerledik ve çok geçmeden Lune Nehri’nin üzerindeki bir köprüden geçip yönümüzü güneybatıya, Heysham’a doğru değiştirdik.
Çiftçinin oğluna, köyün hemen dışındaki yolun sonunda beklemesini söyledik.
“Şafakta döneriz,” dedi Hayalet. “Merak etme. Harcadığın zamana değecek.”
Dar bir patikadan tepeye tırmanırken sağımızda eski bir kiliseyle bir mezarlık vardı. Orada, tepenin kuytu tarafında her şey sessiz ve sakindi; yüksek, ulu ağaçlar mezar taşlarını örtüyordu. Ama bir kapıdan geçip de tepenin zirvesine ulaştığımızda sert bir rüzgârla ve deniz kokusuyla karşılaştık. Hemen önümüzde küçük bir taş şapelin kalıntıları vardı. Yalnızca üç duvarı hâlâ sağlamdı. Oldukça yüksekteydik ve aşağıda, akıntının ve yakındaki dağlık burundaki kayalıkları döven dalgaların neredeyse tamamen kapladığı kumluk sahili ve körfezi görebiliyordum.
“Batıdaki sahillerin çoğu dümdüz,” dedi Hayalet, “ve eyaletteki tepelerin en yükseği de bu. Eyalete gelen ilk insanların buraya geldiğini söylerler. Batıdan, çok uzaktaki topraklardan gelmişler ve gemileri aşağıdaki kayalıklarda karaya oturmuş. Onların soylarından gelenler şu şapeli inşa ettiler.”
İşaret ettiği yere baktım ve kalıntıların arkasında, taş mezarları gördüm. “Eyaletin hiçbir yerinde bunlara benzer bir şey yok,” dedi Hayalet.
Dik bir yamaçtaki büyük kayalıkların içine yan yana oyulmuş, her biri insan bedeni şeklinde ve bu oyuklara giren taş kapakları olan altı mezar vardı. Farklı boy ve şekillerdeydiler ama hepsi küçüktü, sanki çocuklar için yapılmışlardı. Bunlar Küçük İnsanlar’dan altısı için hazırlanmış mezarlardı. Kral Heys’in altı oğlu için.
Hayalet en yakındaki mezarın yanına eğildi. Hepsinin baş kısmında, kare şeklinde bir oyuk vardı ve parmağıyla bu oyuğu takip etti. Ardından sol el parmaklarını uzattı. Sadece karışı oyuğu dolduruyordu.
“Bunlar ne için kullanılıyordu acaba?” diye mırıldandı kendi kendine.
“Bu Küçük İnsanlar’ın büyüklüğü ne kadardı?” diye sordum. Mezarların hepsi farklı boydaydı ve yakından baktığımda ilk başta düşündüğüm kadar küçük olmadıklarını görüyordum.
Hayalet sorumu yanıtlamak yerine çantasını açıp katlı bir metre çıkardı. Metreyi açıp mezarı ölçtü.
“Bu yaklaşık bir buçuk metre kadar,” dedi, “ve orta kısmının genişliği yaklaşık otuz beş santimetre. Yıllar geçtikçe nesiller de büyümeye başladı, çünkü denizden gelenlerle aralarında evlilikler oldu. Yani tam olarak yok olmadılar aslında. Kanları hâlâ damarlarımızda dolaşıyor.”
Hayalet dönüp Alice’in göz bağını açtı. Sonra kulak tıpalarını çıkarıp her şeyi çantasına geri koydu. Alice gözlerini kırpıp çevresine baktı. Mutlu görünmüyordu.
“Burayı sevmedim,” diye yakındı. “Normal olmayan bir şeyler var. Kötü bir his bu.”
“Öyle mi?” dedi Hayalet. “Bugün söylediğin en ilginç şey bu. Tuhaf, çünkü bence burası çok hoş bir yer. Canlandırıcı deniz havası gibisi yoktur!”
Bana pek de canlandırıcı gelmiyordu. Rüzgâr durmuştu ve denizden kıyıya doğru sis çoğalırken hava da soğumaya başlıyordu. Bir saat içinde hava kararacaktı. Alice’in ne demek istediğini biliyordum. Burası gün batımından sonra uzak durulması gereken bir yerdi. Bir şeyler hissediyordum ve bunun pek dost canlısı bir şey olduğunu düşünmüyordum.
ÇOK KORKUTUM YAA