Hayaletin Çırağı V. Bölüm Öcüler ve Cadılar
Hayalet’in ‘Kış Evi’ dediği yere doğru ilerliyorduk. Biz yürürken son şafak sisleri de dağılmaya başlamıştı ve o sırada güneşin farklı olduğunu hissettim. Güneş bazen, kışın bile parlar, bu iyidir; çünkü genellikle yağmur yağmayacağı anlamına gelir. Fakat her yılın belli bir gününde, güneşin sıcaklığını ilk kez birdenbire hissedersiniz. Eski bir dostla tekrar buluşmak gibi…
Hayalet de tam olarak benim düşündüklerimi düşünüyor olacak ki aniden durup yan yan bana baktı ve o nadir gülümsemelerinden biriyle, “Bugün baharın ilk günü delikanlı,” dedi, “bu yüzden Chipenden’a gideceğiz.”
Bu söylediği çok tuhaftı. Her yıl baharın ilk günü Chipenden’a mi gidiyordu, ama neden? Sordum.
“Yazlık. Kışları, Anglezarke Fundalığı eteklerinde geçiririz, yazları da Chipenden’da…”
“Anglezarke’ı hiç duymamıştım. Nerede?” diye sordum.
“Eyaletin en güney kısmında delikanlı. Doğduğum yer. Babam bizi Horshavv’a taşıyana kadar orada yaşadık.”
Yine de, en azından Chipenden’ı daha önce duymuştum ve bu beni biraz rahatlatmıştı. Hayalet’in çırağı olarak sürekli seyahat etmek zorunda olduğum ve bu yüzden de yönümü bulmayı öğrenmem gerektiği kafama dank etmişti.
Daha fazla oyalanmadan yönümüzü değiştirdik. Uzaktaki, kuzeydoğumuzda kalan tepelere doğru yürümeye başladık. Daha fazla soru sormadım, ama o gece yine soğuk bir ahıra sığındığımızda ve akşam yemeği olarak birkaç lokma peynir yediğimizde midem, boğazımın kesilmiş olduğundan şüphelenmeye başladı. Kendimi hiç bu kadar aç hissetmemiştim.
Chipenden’da nerede kalacağımızı ve orada yiyecek düzgün bir şeyler bulup bulmayacağımızı merak ediyordum. Oraya gitmiş birini hiç tanımamıştım, ama çok uzak, sevimsiz bir yayla olmalıydı; babamın çiftliğinden görünen, uzaktaki o gri ve mor tepeler… O tepeler bana hep uykuya yatmış yaratıklar gibi gelmişti, ama bu muhtemelen bana sürekli bu tür hikâyeler anlatan amcalarımın hatasıydı. Derlerdi ki tepeler geceleri hareket etmeye başlarmış ve şafak vakti bazen bütün köyler ağırlıkları altında ezilerek yeryüzünden kaybolurmuş.
Ertesi sabah, koyu gri bulutlar güneşi yine kapatıyordu. İlkbaharın ikinci gününü görebilmek için daha çok beklememiz gerekiyor gibiydi. Üstüne üstlük rüzgâr da giderek sertleşiyordu. Biz yokuşu tırmanırken kıyafetlerimizi üzerimize yapıştırıyor, gökyüzündeki kuşları yalpalatıyordu. Bulutlar, doğu tarafındaki yaylaların ardına saklanmak için birbiriyle yarışıyordu.
Yavaş yürüyorduk. Topuklarımda korkunç kabarcıklar oluştuğu için bu tempodan çok memnundum. Chipenden’a vardığımızda hava kararmaya başlamıştı bile.
Oraya varana kadar, halen çok rüzgâr olsa da, gökyüzü açılmıştı ve mor tepeler ufukta net bir şekilde görünmeye başlamıştı. Hayalet yolculuk sırasında pek konuşmamıştı, fakat şimdi yaylaların isimlerini tek tek sayarken sesi heyecanlı gibiydi. Chipenden’a en yakın olanının ismi Parlick Tepesi’ydi, bazıları net görülemeyen ve uzak olan, bazıları yakın olan diğerlerinin isimleri Mellor Tepesi, Saddle Yaylası ve Kurt Yaylası’ydı.
Kurt Yaylası’nda kurt olup olmadığını sorduğumda ustam, bana haince gülümsedi.
“Buralarda her şey çok hızlı değişir delikanlı,” dedi, “tedbiri elden hiç bırakmamak gerekir.”
Köyün ilk çatıları görünmeye başlayınca Hayalet, yoldan ayrılıp bir akarsuyun yanından kıvrılarak yukarı tırmanan patikavı işaret etti:
“Evim bu tarafta,” dedi. “Bu yol biraz uzun, fakat buradan gidersek köye girmemiş oluruz. Orada yaşayan insanlardan uzak dururum. Onlar da böyle olmasını istiyor.”
Jack’in, Hayalet hakkında söyledikleri aklıma geldi ve kendimi kötü hissettim. Haklıydı. Bu çok yalnız bir hayattı. Tek başına çalışmak zorundaydın.
Dere kenarlarında rüzgârın şiddetine karşı koymaya çalışan birkaç kavruk ağaç vardı, ama bir anda karşımıza akçaağaçlardan oluşan, küllerle kaplı bir orman çıktı. İçine girdiğimizde rüzgâr kesildi, sesi uzaktan gelen cılız bir ıslığa dönüştü. Burası birkaç yüz, belki de daha fazla ağacın toplandığı bir ormandı. Rüzgârdan korunmak için harikaydı, ama birkaç saniye sonra bu ormanın sadece bir sığınak olmadığını anladım.
Daha önce bazı zamanlar, bazı ağaçların ne kadar gürültücü olduğunu düşünürdüm. Diğerleri hiç ses çıkarmazken onlar dallarını gıcırdatıp dururdu. Çok yukarıdan, rüzgârın sesini duyabiliyordum, ama ormanın içinde duyulan tek ses postallarımızın sesiydi. Her şey çok durağandı. Ağaçlarla dolu bir ormanın böylesi sessiz olması, sırtımda bir ürperti hissederek titrememe neden oluyordu. Neredeyse ağaçların bizi dinliyor olduğunu düşünecektim.
Sonunda açık alana geldik. Tam karşımızda bir ev duruyordu. Etrafı dikenli alıçlarla çevrelenmişti, bundan dolayı sadece üst kat pencereleri ve çatısı görünüyordu. Bacasından beyaz bir duman tütüyordu. Ağaçlann altına gelene kadar dimdik yukarı süzülen duman, orada rüzgârla savruluyordu.
O sırada evin ve bahçenin, yamaçta bir çukurun içinde kaldığını fark ettim. Sanki yardımsever bir dev gelmiş ve evin altındaki toprağı avcuyla alıp gitmişti.
Çalılıkların arasından demir kapıya gelene kadar Hayalet’i takip ettim. Kapı alçaktı, belimden daha yukarıda değildi. Açık yeşile boyanmıştı ve boya o kadar yeni görünüyordu ki kuruyup kurumadığını merak etmiştim ve tabi Hayalet’in kapıya giden elinin boyanıp boyanmayacağını da.
Birden nefesimi kesen bir şey oldu. Hayalet sürgüye dokunmadan önce, sürgü kendiliğinden kalktı ve kapı görünmez bir el tarafından çekiliyormuş gibi yavaşça açıldı.
Hayalet’in, “Teşekkür ederim ,” dediğini duydum.
Evin ön kapısı kendiliğinden açılmamıştı; çünkü açılması için önce kilidin, Hayalet’in cebinden çıkacak büyük anahtarla açılması gerekiyordu. Anahtar, Yağmur Yolu’ndaki eve girerken kullandığı anahtara çok benziyordu.
“Bu, Horshaw’da kullandığın anahtar mı?” diye sordum.
“Evet, delikanlı,” dedi bir yandan açık kapıyı iterken. “Abim, çilingir olan, bu anahtarı verdi. Çok karmaşık olmadıkları sürece çoğu kapıyı açar. Bizim işte çok yararlı oluyor.”
Kapı gürültülü bir gıcırtı ve derin bir homurtuyla açıldı, Hayalet’in arkasından küçük, loş ışıklı bir antreye girdim. Sağ tarafta alçak basamaklı bir merdiven vardı, sol taraftaysa halı döşeli, dar bir koridor.
“Her şeyi merdivenlerin önünde bırak,” dedi Hayalet. “Haydi delikanlı, sallanma. Kaybedecek vakit yok. Yemeğimi sıcak severim !”
Böylece çantasını ve bohçamı söylediği yere bırakıp, iştah açıcı sıcak yemek kokularının geldiği mutfağa kadar onu izledim.
İçeri girdiğimizde hayal kırıklığı yaşamadım. Bana annemin mutfağını anımsatmıştı. Pencere pervazındaki büyük saksılarda bitkiler vardı, batan güneşin ışıkları etrafa yansıyordu. En uçtaki köşede odayı ısıtan büyük bir ateş
yanıyordu. Odanın tam ortasında meşe ağacından yapılmış büyük bir masa vardı. Masanın üzerinde iki kocaman boş tabak ve tam ortada, içi sıcak et sosuyla dolu testinin hemen yanında, içleri yemekle dolu, beş servis tabağı duruyordu.
“Otur ve karnını doyur delikanlı.”
Beni masaya davet etti! Ben de ikinci kez davet edilmeyi beklemedim.
Kendime en büyüğünden tavuk ve biftek dilimleri alıp tabağımın kenarında kızartılmış patates ve sebzeler için biraz yer bıraktım. Sonunda üstlerini et sosuyla donattım. O kadar lezzetliydi ki daha iyisini ancak annem yapabilirdi.
Aşçının nerede olduğunu ve tam olarak kaçta geleceğimizi nasıl bilip de biz gelir gelmez sıcak yemekleri hazır ettiğini merak etmiştim. Kafamın içi sorularla doluydu, ama aynı zamanda çok yorgundum. Bütün enerjimi yemek yemek için ayırdım. Son lokmamı yuttuğumda Hayalet, çoktan tabağını silip süpürmüştü.
“Beğendin m i?” diye sordu.
Başımı salladım, neredeyse konuşamayacak kadar şişmiştim. Uykum gelmişti.
“Peynir rejiminden sonra, eve gelip sıcak yemek yemek
çok güzel bir şeydir,” dedi. “Burada çok güzel yemekler
yeriz. Çalıştığımız zamanları telafi edecek yemekler…”
Tekrar başımı sallayıp esnemeye başladım.
“Yarın yapılacak çok iş var, sen en iyisi yatağına git. Kapısı yeşil olan oda senin odan, ilk merdivenlerin başındaki oda,” dedi Hayalet. “İyi uyu. Odanda kal ve gece ortalıkta dolaşma. Kahvaltı hazır olduğunda bir çan sesi duyacaksın. Çan sesini duyar duymaz aşağı in. Biri iyi yemek pişirdiyse o yemeği soğutursan sinirlenebilir. Ama erken de gelmemelisin, çünkü bu da en az diğeri kadar kötü olur.”
Başımı salladım, yemek için ona teşekkür edip evin ön tarafına geçtim. Hayalet’in çantası ve benim bohçam ortadan kaybolmuştu. Onları kimin almış olabileceğini düşünerek merdivenlerden yatağıma doğru çıktım.
Yeni odam, bir ara iki ağabeyimle birden paylaşmak zorunda kaldığım evdeki odamdan çok daha büyüktü. Bir yatak, üzerinde mum olan küçük bir masa, bir sandalye ve bir dolap vardı. Yine de içeride, yürüyebileceğim kadar boş alan kalıyordu. Ve dolabın üzerinde, içinde giysilerim olan bohçam duruyordu.
Kapının tam karşısında, sekiz bölümden oluşan ve yukarı sürülerek açılan bir pencere vardı. Camlar o kadar kalındı ki neredeyse eğilip bükülen ışıklardan başka hiçbir şey göremiyordum. Pencere yıllardır hiç açılmamış gibi görünüyordu. Yatak sağ taraftaki duvara yaslanmıştı. Botlarımı çıkarıp diz üstü çöktüm ve camı açmaya çalıştım. Biraz sıkışmış olmasına rağmen göründüğünden daha kolay açıldı. Camın alt kısmını kaldırmak için şiddetli ve ani çekişlerle pencerenin mandalını ittirdim. Böylece kafamı camdan çıkarıp etrafa bakabilecek kadar açmış oldum.
Aşağıdaki çimlik alan, ağaçların arasında uzayıp giden beyaz çakıl taşlarından yapılmış küçük bir yolla ikiye bölünüyordu. Ağaçların yukarısında, sağ tarafta, tepeleri görebiliyordum. Bize en yakın olanı sanki dokunabileceğim uzaklıktaydı. İçeri girip bohçamı açmadan önce temiz hava ve çimen kokusunu derin derin içime çektim. Elbiselerim dolabın üst rafına kolayca sığdı. Dolabın kapağını kapatırken yatağın karşısındaki duvara, gölge alana yazılmış isimler gözüme çarptı.
Duvarı boydan boya kaplayan isimler siyah mürekkeple yazılmıştı. Bazıları sanki bu isimleri yazanlar kendilerini çok fazla düşünüyormuş gibi diğerlerinden daha büyük yazılmıştı. Çoğu isim zamanla silinmişti. Bu isimler benim gibi bu odada kalmış diğer çırakların isimleri olabilir mi, diye merak ettim. Acaba kendi ismimi eklemeli miydim, yoksa ilk ayın bitmesini ve böylece kalıcı olmayı mı beklemeliydim? Bir kalemim ya da mürekkebim olmadığından bu konuyu daha sonra düşünecektim, ama yine de en son yazılmış ismin hangisi olduğunu anlayabilmek için duvarı daha yakından inceledim.
En son yazılanın BILLY BRADLEY olduğuna karar verdim. Bu isim en net okunaklıydı, fakat yer kalmadığı için küçücük bir alana yazılmıştı. Billy’nin şu an ne yapıyor olduğunu merak ettim, ama çok yorgundum, artık uykuya dalabilirdim.
Çarşaflar temizdi ve yatak çok rahat görünüyordu. Ben de daha fazla vakit kaybetmeden üstümü çıkardım. Başımı yastığa koyar koymaz uyuyakalmışım.
Gözümü açtığımda güneş pencereden içeri süzülüyordu. Rüya görüyordum ve bir ses beni aniden uyandırmıştı. Sesin kahvaltı zili olduğunu düşündüm.
Ne yapacağımı bilemedim. O ses gerçekten beni kahvaltıya çağıran zil miydi, yoksa rüyamda duyduğum bir zil miydi? Nasıl emin olabilirdim? Ne yapmalıydım? Görünen o ki aşağıya geç de insem, erken de insem başım dertteydi. Bu yüzden, muhtemelen kahvaltı zilini duymuş olduğuma karar vererek giyindim ve merdivenlerden aşağı indim.
Aşağı inerken mutfaktan gelen tabak çanak seslerini duyuyordum, ama kapıyı açtığım anda her şey ölüm sessizliğine büründü.
O halde hata yapmıştım. Dosdoğru yukarı çıkmalıydım, çünkü kahvaltının hazır olmadığı belliydi. Akşam yemeğinin tabakları kaldırılmıştı, fakat masa hâlâ boştu ve şöminede soğuk küller vardı. Aslında mutfak soğuktu ve daha kötüsü, her saniye daha da soğuyor gibiydi.
Asıl hatam masaya doğru adım atmak oldu. Adımımı atar atmaz, tam arkamda bir şeyin ses çıkardığını işittim. Çok öfkeli bir sesti. Buna hiç şüphe yoktu. Bu kesinlikle öfke dolu bir tıslamaydı ve çok yakından, sol kulağıma geliyordu. O kadar yakındı ki nefesini hissediyordum.
Hayalet bana erken inmememi söylemişti, bu yüzden şimdi kendimi çok büyük bir tehlike içinde hissediyordum.
Bunu düşündüğüm anda bir şey kafamın arkasına çok güçlü bir şekilde vurdu; dengemi kaybedip kapıya doğru yalpaladım, neredeyse başımın üstüne düşüyordum.
İkinci bir uyarıyı beklemedim. Odadan çıkıp yukarıya koştum. Sonra merdivenlerin ortasında donakaldım. Merdivenlerin tepesinde biri dikiliyordu. Uzun boylu, korkutucu görünen biriydi, odamdan üzerine vuran ışıkla sadece bir silüet halindeydi.
Durdum, ne yöne gideceğimi bilemiyordum. Derken tanıdık
bir ses beni rahatlattı. Bu Hayalet’in sesiydi.
Onu, uzun siyah pelerini olmadan ilk kez görüyordum. Siyah bir tunik ve beyaz süvari pantolonu giymişti. Uzun boylu ve geniş omuzlu görünse de -muhtemelen, genellikle bütün bir günü bir parça peynirle geçirmek zorunda kaldığından- vücudunun diğer tarafları zayıftı. İyi çiftçilerin yaşlı hallerine benziyordu. Tabi bazı çiftçiler yaşlandıklarında şişmanlar, ama genellikle -ağabeylerim evden ayrıldığı için babamın hasat zamanı tuttuğu çiftçiler gibi- zayıftırlar ve sırım gibi, dayanıklı vücutları vardır. Babam hep, “Zayıf kişi, formda olan kişidir,” der. İşte şimdi Hayalet’e bakınca hiç mola vermeden o kadar ciddi bir tempoda, o kadar uzun süre nasıl yürüyebildiğini anlıyordum.
“Seni aşağı erken inmemen konusunda uyarmıştım,” dedi sessizce. “Herhalde sağır oldun. Bu sana ders olsun delikanlı. Bir dahaki sefere çok daha kötü olabilir.”
“Zili duyduğumu sandım,” dedim. “Ama sanırım rüya görmüşüm.”
Hayalet içtenlikle güldü:
“Bu bir çırağın öğrenmesi gereken ilk ve en önemli derslerden biridir,” dedi, “uyanık olmakla uykuda olmanın farkı. Bazıları bunu asla öğrenmez.” Başını salladı, yaklaşıp omzumu sıvazladı. “Gel, sana bahçeyi gezdireyim. Bir yerden başlamamız gerek, hem böylece kahvaltıya kadar da oyalanmış oluruz.”
Hayalet, evin arka kapısından beni dışarı çıkardığında bahçenin, çalılıkların dışından göründüğünden çok daha
büyük olduğunu gördüm.
Geniş çimliğe ulaşana kadar sabah güneşinin altında yürüdük. Önceki akşam bahçenin tamamen çalılıklarla çevrili olduğunu düşünmüştüm, ama şimdi yanılmış olduğumu anlıyordum. Çalılıkların aralıkları vardı ve tam karşımızda da orman. Beyaz çakıl taşlarından yapılmış, ince yol, bahçeyi ikiye bölerek ağaçların arasında gözden kayboluyordu.
“Aslında birden fazla bahçe var,” dedi Hayalet. “Her birine böyle bir patikadan ulaşılan üç bahçe var. Önce doğu bahçesine bakacağız. Burası gün ışığında güvenlidir, ama
karanlık bastırdıktan sonra asla bu yoldan yürüme. En azından çok önemli bir nedenin olmadıkça ve tabi yanında biri yoksa asla geçme.”
Ürkerek ağaçlara doğru giden Hayalet’i takip ettim. Çimlik alanın sınırlarında çimenler daha uzundu ve yıldız sümbülleriyle doluydu. Yıldız sümbüllerini severim, çünkü baharda açarlar ve bana sıcak yaz günlerinin çok uzakta olmadığını hatırlatırlar. Ama o sırada sümbüllere ikinci defa bakamadım bile. Sabah güneşi ağaçların ardında kalmış ve hava aniden soğumuştu. Mutfaktaki soğuğu anımsadım. Ormanın bu kısmında tuhaf ve tehlikeli bir şey vardı ve biz ağaçların arasında ilerledikçe daha da soğuyor gibiydi.
Tepemizde karga yuvaları vardı ve bu kuşların sert, öfkeli sesleri beni soğuktan daha çok ürpertiyordu. Sesleri, süt sağarken şarkı söylemeye başlayan babamın sesi kadar müzikaldi! Süt ekşi olursa annem, babamı şarkı söylediği için suçlardı.
Hayalet durup birkaç adım ötemizdeki zemini işaret etti. “Bu nedir?” diye sordu. Sesi fısıltıdan biraz daha yüksekti. Çimler sökülmüştü ve toprak alanın üzerinde bir mezar taşı vardı. Dik, fakat hafif sola yatıktı. Önündeki bir buçuk iki metrelik alan, daha küçük taşlarla çevrelenmişti. Bu biraz tuhaftı. Ama daha da tuhaf olan bir şey vardı: Zeminin üzerinde, dışarıdaki taşlara cıvatalarla tutturulmuş on üç demir çubuk vardı.
Emin olmak için iki kez saydım.
“Haydi delikanlı, sana bir soru sordum. Bu nedir?”
Ağzım kuruduğundan konuşmakta güçlük çekiyordum ama sonunda sözcükleri toparlamayı başardım:
“Bir mezar…”
“Aferin delikanlı. Bir bakışta anladın. Tuhaf bir şey görüyor musun?”
O sırada ağzımı dahi açamıyordum. Başımı salladım. Gülümseyip sırtımı sıvazladı:
“Korkacak bir şey yok. Sadece ölü bir cadı, güçlerinin çoğunu kaybetmiş durumda ve bu konuda bir hayli zayıf. Onu buraya yakın bir kilise bahçesine, kutsanmamış toprağa gömdüler. Fakat sürekli toprağı kazıp çıkmayı başardı. Ona güzel bir konuşma yaptım, fakat dinlemedi, ben de onu buraya getirdim. Burada olması insanların daha rahat olmalarını sağlıyor. Böylece hayatlarına huzur içinde devam edebiliyorlar. Bu tür şeyleri düşünmek istemiyorlar. Bu bizim işimiz.”
Tekrar başımı salladım, o sırada nefes almadığımı fark edip derin bir nefesle bütün ciğerimi doldurdum. Kalbim göğüs kafesimin içinde sanki birazdan dışarı fırlayacakmış gibi çırpınıyordu ve vücudum baştan aşağı titriyordu.
“Evet, şimdi biraz bela oluyor,” diye devam etti Hayalet. “Bazen, dolunayda canlandığını duyabilirsin, fakat yüzeye gelmek için yeterince gücü yok, ayrıca demir çubuklar onu her durumda tutar. Ama bu ağaçların derinliklerinde daha
kötü şeyler de var.” Sıska işaret parmağıyla doğuyu işaret ederek, “Yaklaşık yirmi adım daha atarsan, o noktaya varırsın.”
Daha kötü?.. Daha kötü ne olabilirdi? Düşündüm, ama nasıl olsa anlatacağını biliyordum.
“İki tane daha cadı var. Biri ölü, biri canlı. Ölü olan, kafası aşağı gelecek şekilde, dikey gömüldü, ama artık yılda bir veya iki kez mezarının üzerindeki demir çubukları düzeltmek zorunda kalıyoruz. Karanlık çöktükten sonra oradan uzak dursan iyi edersin.”
“Neden baş aşağı gömüldü?”diye sordum.
“Güzel soru delikanlı,” dedi Hayalet. “Ölü bir cadının ruhu genellikle iskelete takılı dediğimiz ruhtur. Kemiklerinin içinde hapsolurlar ve çoğu, ölü olduğunun dahi farkında değildir. Önce başları yukarıda gömmeyi deneriz, bu bir çoğu için yeterli olur. Bütün cadılar birbirinden farklıdır, fakat bazıları gerçekten çok inatçı olur. Bu tür bir cadı, henüz iskeletine takılıyken dünyaya dönmeye çalışır. Sanki yeniden doğmak istiyor gibi. Bu yüzden, onlara engel olmak için baş aşağı gömeriz. Önce ayakları çıkarmak, hiç kolay değildir. Bebekler de bazen aynı sorunu yaşar. Ama yine de o cadı çok tehlikeli, ondan uzak dur.
“Canlı olandan da uzak dur. Ölüyken, canlı olduğu zamandan daha tehlikeli olabilir, çünkü onun kadar güçlü bir cadı için dünyaya geri dönmek çocuk oyuncağı olacaktır. Onu bu yüzden çukurda tutuyoruz. Adı Malkin Ana ve kendi kendine konuşur. Aslına bakarsan daha çok mırıldanma gibi. Tahmin edebileceğinden çok daha şeytanidir, fakat çok uzun zamandır çukurda olduğu için güçlerinin çoğu toprak tarafından emildi. Yine de senin gibi bir delikanlıya ellerini yapıştırmaya bayılır. Bu yüzden ondan uzak dur. Şimdi bana oraya yaklaşmayacağına söz ver. Haydi, söz verdiğini duyayım!..”
“Oraya yaklaşmayacağıma söz veriyorum,” diye fısıldadım. Bütün bu anlattıklarından çok rahatsız olmuştum. Bir cadı bile olsa, canlı olan bir yaratığı yerin dibinde tutmak çok acımasızca gelmişti, annem de bu fikri hiç sevmezdi.
“Bir şey daha çocuk. Bu sabahki gibi bir kaza daha yaşayalım istemeyiz. Kulaklarının sağır olmasından kötü şeyler de vardır; çok daha kötü…”
Ona inanmıştım, ama bunu duymak istemiyordum. Yine de bana göstereceği farklı şeyler vardı bu yüzden anlatacağı korkunç şeylerden bir süre için kurtulmuştum. Beni
ormanın içinden çıkarıp başka bir bahçeye getirdi.
“Bu, güney bahçesi,” dedi Hayalet. “Karanlık bastırdıktan sonra buraya da gelme.”
Güneş sık dalların arkasında kaybolmuştu ve hava giderek soğuyordu. Kötü bir şeye yaklaşmakta olduğumuzu anlamıştım. Bir meşe ağacının dibinde yere dümdüz yatırılmış, büyük bir taşa yaklaşık on adım kala durdu. Taş, bir
mezardan biraz daha büyük bir alan kaplıyordu ve yüzeyde kalan kısma bakılırsa, biraz fazla kalındı.
“Bunun altına ne gömülmüş olabilir?” diye sordu Hayalet. Kendimden emin görünmeye çalışarak, “Başka bir cadı mı?” dedim.
“Hayır,” dedi Hayalet. “Bir cadı için bu kadar kaya gerekmez. Demir genellikle bütün problemi çözer. Fakat buranın altındaki şey, göz açıp kapayıncaya kadar demir çubukların arasından sıyrılabilir. Taşa dikkatle bak. Kazınmış olan şeyi görebiliyor musun ? ”
Başımı salladım. Harfi tanıyor, ama ne anlama geldiğini bilmiyordum.
“Bu beta, Yunan harfi,” dedi Hayalet. “Öcüler için kullandığımız işaret. Çapraz çizgi, öcünün yapay olarak taşın altına tıkıldığmı anlatıyor. Altındaki, bu işi yapan kişinin ismidir. Sağ altta Roma rakamıyla bir yazıyor. Yani birinci dereceden bir öcü ve çok tehlikeli. Daha önce söylediğim gibi, birden ona kadar rakamlar kullanırız. Unutma, bir gün bu bilgi hayatını kurtarabilir. Onuncu derece o kadar güçsüzdür ki çoğu insan orada olduğunu bile anlamaz. Birinci derece seni öldürebilir. Bu kayayı buraya getirmek bana bir servete patladı, ama her kuruşuna değer. Artık bağlanmış bir öcü. Yapay bir şekilde bağlandı ve İsrafil suru çalana kadar burada kalacak.”
“Öcüler hakkında öğrenmen gereken çok şey var delikanlı, eğitimine kahvaltıdan sonra başlayacağım. Fakat yakalanmış olanlarla serbest olanlar arasında önemli bir fark vardır. Serbest bir öcü sıklıkla evinden kilometrelerce uzağa gider ve yeterince eğilimliyse sonsuz şeytanlıklar yapabilir. Eğer bir öcü özellikle baş belasıysa ve hiç mantıklı hareket etmiyorsa, senin görevin onu bağlamaktır. Böylece hiç hareket edemez. Tabi, bunu yapmak söylemek kadar kolay değildir.”
Hayalet hoş olmayan bir şeyi hatırlamış gibi aniden kaşlarını çattı. Başını üzgün üzgün sallayarak, “Çıraklarımdan biri, bir öcüyü bağlamaya çalışırken çok ciddi belalara bulaştı,”dedi, “ama bu senin ilk günün, bu konuyu sana henüz anlatmayacağım.”
Tam o sırada, evin olduğu taraftan bir zil sesi duyuldu. Hayalet gülümseyerek sordu:
“Uyanık mıyız, yoksa rüya mı görüyoruz?”
“Uyanığız.”
“Emin misin?”
Başımı salladım.
“O halde gidip yemek yiyelim,” dedi. “Diğer bahçeyi karnımız doyduktan sonra göstereceğim.”
Yazar: Joseph Delaney
Türkçeleştiren: Ceren Aral
Hayaletin Çırağı I. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı II. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı III. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı IV. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı V. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VIII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı IX. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı X. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız