Hayaletin Çırağı (III. Bölüm 13. Yol)
Horshaw, yeşil tarlaların üzerindeki kara bir lekeydi; tepenin kasvetli ve rutubetli güney yamacına sırt sırta yapışık, birbirine girmiş halde kurulmuş, iki düzine evden oluşuyordu. Bütün bölge madenlerle delik deşik edilmişti ve Horshaw bu deliklerin tam ortasındaydı. Köyün yukarısındaki mıcır yığınları bir maden ocağının girişini işaret ediyordu. Mıcır yığınının arka tarafında eyaletin en büyük kasabalarını en uzun kış mevsimleri boyunca ısıtmaya yetecek kadar kömür barındıran yataklar vardı.
Biraz sonra yağmurdan sırılsıklam olmuş kömürlerle yüklü at arabalarının geçtiği, taş kaldırımlı, dar sokaklarda duvarlara yapışarak yürümeye başladık. Dev İngiliz atları arkalarına koşulan yük arabalarını, ayaklarının altında kalan parlak kömürlerin üzerinde kayarak çekiyordu.
Çevrede tek tük insan vardı; fakat güpür perdeler, biz önlerinden geçerken aniden kapanıyordu. Bir de gece mesailerine gitmek için kan ter içinde yürüyen, asık suratlı madencilerle karşılaştık. Yüksek sesle konuşuyorlardı, fakat bizi görünce aniden tek sıra oldular ve sokağın bize en uzak tarafından sessizce yürümeye başladılar, içlerinden biri istavroz çıkardı.
“Buna alışmalısın delikanlı,” diye homurdandı Hayalet.
“Bize ihtiyaç duyulsa da pek hoş karşılanmayız, üstelik bazı yerler diğerlerinden çok daha kötüdür.”
Sonunda bir köşeyi dönüp en aşağıdaki, vadiye en yakın ve en korkunç sokağa girdik. Burada hiç kimse yaşamıyordu; sokağı görür görmez anlavabilirdiniz bunu. Bazı pencereler kırılmış, diğerleriyse kerestelerle kapatılmıştı ve hava kararmış olmasına rağmen hiç ışık yanmıyordu. Sokağın ucunda bir mısır tüccarının deposu vardı. Menteşeleri paslanmış, devasa, ahşap kapıları aralık duruyordu.
Hayalet en sondaki evin dış tarafında aniden durdu. Bu, depoya en yakın köşedeki ve üzerinde numara olan tek evdi. Evin numarası, metal bir plakaya işlenmiş ve kapıya çivilenmişti. Rakam bütün rakamların içinde en kötü ve uğursuz olanıydı: on üç. Bu rakamın tam üzerinde de tek bir paslı perçinle tutturulmuş ve neredeyse taşlı kaldırımları gösterecek kadar eğilmiş sokak tabelası vardı. Üzerinde YAĞMUR YOLU yazıyordu.
Bu evin pencere camları vardı, fakat güpür perdeler sarıydı ve örümcek ağlarının yardımıyla asılmıştı. Bu, ustamın, hakkında beni daha önce uyardığı lanetli ev olmalıydı.
Hayalet cebinden bir anahtar çıkarıp kilidi açtı ve içerinin karanlığına doğru ilerledi. Önce ahmak ıslatandan kurtulduğuma sevinmiştim, ama Hayalet bir mum yakıp küçük odanın ortasına koyduğunda, terk edilmiş bir ahırda olsam çok daha rahat olacağımı anladım. Görünürde tek bir ev eşyası yoktu, sadece yer halıyla kaplıydı ve pencerenin altında bir çöp yığını vardı.
Gördüklerim zaten yeterince kötüydü, ama söyleyecekleri gördüklerimden de korkunçtu.
“Pekâlâ delikanlı, şimdi benim gitmem gereken bazı yerler var, bu yüzden burada olmayacağım, ama sonra döneceğim. Ne yapman gerektiğini biliyor musun?”
Tir tir titreyen muma bakıp her an sönmesinden korkarak,
“Hayır efendim,” dedim.
Bir yandan içinde saklanan bir şeyler varmış gibi görünen sakalını kaşırken bir yandan da açıklıyordu:
“Daha önce sana söylediğimi yapacaksın. Beni dinlemiyor muydun? Uyanık olman gerekiyor, hayal dünyasında yaşama. Her neyse, çok zor bir şey değil. Burada tek başına bir gece geçirmek zorundasın. Bütün çıraklarımı ilk akşamlarında buraya getiririm ve böylece hamurundaki özellikleri anlarım. Ah, ama sana söylemediğim bir şey var. Senden gece yarısı olunca, kilere inip orada gizlenen şey, her neyse, onunla yüzleşmeni istiyorum. Bununla başa çıkarsan bu işte kalıcı olmak için çok önemli bir adım atmış olursun. Sormak istediğin bir şey var mı?”
Evet sorularım vardı, ama cevapları duymaya korkuyordum.
Bu yüzden sadece başımı salladım ve üst dudağımın titremesine engel olmaya çalıştım.
“Gece yarısı olduğunu nereden bileceksin?” diye sordu.
Omzumu silktim. Güneşin ya da yıldızların yerlerine bakarak saati tahmin etme konusunda iyiydim. Gecenin bir yarısında birdenbire uyandığımda bile saati neredeyse tam olarak tahmin ederdim, ama burada bunu yapabilir miydim, bilmiyordum. Bazı yerlerde zaman daha yavaş akıyormuş gibi olur. İşte bu ev de onlardan biri olabilirmiş gibi geliyordu.
Birdenbire kilise saatini hatırladım. “Yedi kez çaldı,” dedim.
“On iki kez çalmasını bekleyeceğim.
“Güzel, en azından şu anda uyanıksın,” dedi Hayalet, küçük bir gülümsemeyle. “Saat on iki defa çaldığında, mumu eline al ve kilere inerken yolunu bulabilmek için kullan. O zamana kadar, becerebilirsen uyu. Şimdi beni dikkatle dinle; hatırlaman gereken üç önemli şey var: Ön kapıyı, ne kadar ısrarlı çalarlarsa çalsınlar, hiç kimseye açma ve kilere inmekte geç kalma.”
Ön kapıya doğru bir adım attı.
“Üçüncü şey ne?” dedim son saniyede.
“Mum, delikanlı. Ne yap ne et, sönmemesini sağla…”
Sonra kapıyı arkasından çekip beni tek başına bırakarak gitti. Dikkatlice mumu elime aldım, mutfak kapısına yürüdüm ve içeri girdim. Taş bir lavabodan başka hiç bir şey yoktu. Sağ taafta ili kapı daha vardı. Birinin kapısı aralıktı, yukarıdaki yatak odalarına çıkan çıplak, ahşap merdivenleri görebiliyordum. Bana yakın olan diğer kapı kapalıydı.
O kapalı kapı da beni tedirgin edenbir şey varı, yine de hızlıca bir bakmaya karar verdim. Korka korka kolunu tutup kapıyı ittim. Çok zor açılıyordu, bir an için birinin kapıyı arka taraftan tuttuğu hissine kapıldım. Daha sert itince aniden gıcırdayarak açıldığı için dengemi kaybettim. Geri geri birkaç adım yalpalarken neredeyse mum elimden düşüyordu.
Taş merdivenler karanlığın içine iniyordu; basamaklar kömür tozuyla kaplanmış, simsiyah olmuştu. Sola doğru kıvrılarak indiği için yukarıdan baktığımda kileri göremiyordum, ama merdivenlerden gelen serin bir esinti, mumun alevini titreterek dans ettiriyordu. Kapıyı hızla kapattım, mutfağın da kapısını kapatarak ön taraftaki odaya gittim.
Mumu pencereye ve kapıya en uzak olan köşeye koydum. Düşmeyeceğinden emin olduktan sonra yerde, uyuyabileceğim bir alan aradım. Pek fazla seçenek yoktu. Çöp yığınının üstünde uyumayacağım kesindi, bu yüzden odanın tam ortasına kıvrıldım.
Zemin sert ve soğuktu, ama yine de gözlerimi kapattım. Uyuduğum anda bu korkunç eski evden uzak olacaktım ve gece yarısından önce uyanacağıma da emindim.
Genellikle kolay uykuya dalarım, ama bu defa biraz farklıydı. Soğuktan titriyordum ve rüzgâr pencereleri tıkırdatmaya başlamıştı. Ayrıca duvarlardan da hışırtılar, patırtılar geliyordu. Kendi kendime, sadece fareler, deyip durdum. Çiftlikte onlara alışıktık. Ama sonra, birden, karanlık kilerin derinliklerinden çok rahatsız edici, yeni bir ses duymaya başladım.
Önceleri gözlerimi yummama neden olan cılız bir sesti, ama yavaş yavaş kesinlikle bir şeyler duyduğuma emin olacağım kadar netleşti. Aşağıda, kilerde, olmaması gereken bir şeyler oluyordu. Birisi ritmik bir şekilde kazıyor, çıkan toprakları metal bir kürekle ters yüz ediyordu. Önce metalin kayalık bir yüzeye çarparak çıkardığı gıcırtı sesi duyuldu, arkasından da yumuşak toprağın derinine inip bir parçayı zeminden ayıran aletin hışırtısı.
Bu ritim tıpkı başladığı gibi ani bir şekilde bitene kadar dakikalarca devam etti. Ortalık yeniden sessizleşmişti. Fare bile patırdamayı bırakmıştı. Sanki ev ve içindeki her şey nefesini tutmuştu. En azından ben tutuyordum.
Sessizlik bir vurma sesiyle bozuldu; arkasından birbiri ardına gelen, ritmik vurma sesleriyle… Giderek yükselen vurma seslen… Yükselen. Ve yaklaşan…
Birisi kilerden yukarıya doğru merdivenleri çıkıyordu. Mumu kapıp en uzak köşeye büzüştüm. Güm, güm… Ağır postalların sesi giderek daha yakna geliyordu. O karanlığın içinde kim kazı yapıyor olabilirdi ki? Şu anda merdivenleri tırmanan kimdi?
Belki de sorulması gereken soru merdivenleri çıkanın kim olduğu değil, ne olduğuydu…
Kiler kapısının açıldığını duydum ve ağır postalların mutfağa girdiğini… Köşeye iyice yaslandım. Bedenimi mümkün olduğunca küçültmeye çalışarak mutfak kapısının açılması nı bekledim. Ve sonra kapı yavaşça açıldı, yüksek sesle gıcırdadı. Odaya bir şey girdi. O anda bir soğukluk hissettim. Gerçek bir soğukluk. Bu dünyaya ait olmayan bir şeyin çok yakınımda olduğunu söyleyen bir soğukluk… Cellat Tepesi’ndeki gibi bir soğukluktu, ama bu çok çok daha kötüydü. Mumu kaldırdım, alevler tekinsiz gölgeler yaratarak duvarlarda ve tavanda dans ediyordu.
“Kim var orada?” diye sordum. “Kim var orada?”
Sesim, mumu tutan elimden bile daha titrekti. Cevap gelmedi. Dışarıdaki rüzgâr bile susmuştu.
“Kim var orada?” dedim tekrar.
Yine cevap gelmedi, ama görünmez postallar yerdeki kaplamayı gıcırdatıp önümde durdu. Giderek daha çok yaklaştılar ve şimdi onun nefes alışını duyuyordum. Büyük bir şey derin derin nefes alıp veriyordu. Büyük, yüklü bir arabayı yokuş yukarı çeken bir at gibi nefes alıyordu.
Sonunda ayak izleri yönünü değiştirdi ve pencerenin yakınlarında durdu. Nefesimi tuttum. Pencerenin önündeki şey, her ikimiz için de nefes alıyormuş gibiydi, sanki ciğerlerine hiç yeterli hava çekemezmiş gibi derin ve uzun nefesler çekiyordu.
Tam artık buna katlanamayacağımı düşünmeye başlamıştım ki uzun, bezgin ve üzgün bir iç çekti ve döşemeleri tekrar gıcırdatarak pencereden kapıya yöneldi. Ancak postallar kilere doğru inmeye başlayınca nefes alabilmiştim.
Kalbimin atışı yavaşlamaya başladı, ellerimin titremesi geçti. Yavaş yavaş sakinleştim. Kendimi toplamak zorundaydım. Korkmuştum, ama eğer bu gece olacak en kötü şey buysa, bunu çoktan atlatmış ve ilk sınavımı geçmiş sayılırdım. Hayalet’in çırağı olacaktım, bu nedenle artık bu ev gibi lanetli evlere alışmam gerekirdi. Bu, işimin gereğiydi.
Yaklaşık beş dakika sonra artık kendimi daha iyi hissediyordum. Uykuya dalabilmek için ikinci bir deneme yapmayı bile düşündüm, ama babamın zaman zaman dediği gibi, “Kötülere huzur yoktur.” Nasıl bir yanlış yaptım, bilmiyorum; aniden son derece rahatsız edici, yeni bir ses başladı.
Önce cılız ve uzaktandı; biri kapıya vuruyormuş gibi. Bir sessizlik oldu, sonra tekrar başladı. Üç sert vuruş. Bu defa biraz daha yakındandı. Bir sessizlik ve üç vuruş daha… Olayı çözmem zor olmamıştı. Birileri on üç numaraya yaklaşırken sokaktaki bütün kapılara vuruyordu. Sonunda lanetli eve geldiklerinde kapıdaki üç vuruş ölüleri bile uyandıracak kadar sertti. Acaba kilerdeki şey, kapıyı açmak için yukarı çıkar mıydı? İkisinin arasında kendimi kapana kısılmış gibi hissettim: Dışarıda, içeri girmek isteyen bir şey; aşağıda özgürlüğüne kavuşmayı istiyor olabilecek başka bir şey.
Sonra, aniden her şey düzeldi. Ön kapının diğer tarafından bir ses, tanıdığım bir ses, bana sesleniyordu:
“Tom! Tom! Kapıyı Aç! Beni içeri al!”
Bu annemdi! Sesini duyduğum için o kadar mutlu olmuştum ki bir an bile düşünmeden kapıya koştum. Dışarı da yağmur yağıyordu ve ıslanıyor olmalıydı.
“Çabuk ol Tom, çabuk ol!” dedi annem. “Beni bekletme.”
Tam kapıyı açmak için sürgüyü kaldırırken Hayalet’in uyarısını hatırladım:
“Ön kapıyı, ne kadar ısrarlı çalarlarsa çalsınlar, hiç kimseye açma…”
Ama annemi nasıl dışarıda, karanlıkta bırakabilirdim?..
“Haydi Tom! Bırak içeri gireyim !” dedi ses.
Hayalet’in söylediklerini hatırlayarak derin bir nefes aldım ve düşünmeye çalıştım. Sağduyum bana bunun annem olamayacağını söylüyordu. Neden beni buraya kadar takip etsindi? Nereye gittiğimizi nereden bilecekti? Ayrıca annem tek başına yolculuk da yapmazdı. Babamın ya da
Jack ’in onunla gelmiş olması gerekirdi.
Hayır, dışarıda bekleyen başka bir şeydi. Kapıya durmaksızın vuracak elleri olmayan bir şeydi. Kaldırımda ki pırtısız duracak ayakları olmayan bir şeydi. Kapıya daha sert vurulmaya başlandı.
“Lütfen beni içeri al Tom !” Ses yalvarıyordu. “Nasıl bu kadar katı ve acımasız olabiliyorsun? Üşüyorum, sırılsıklam oldum, yorgunum.”
Sonunda ağlamaya başladı, işte o zaman onun annem olmadığını anladım. Annem güçlüydü. Annem, durum ne kadar kötü olursa olsun asla ağlamazdı.
Birkaç dakika sonra sesler derinleşip sustu. Yere uzandım ve tekrar uyumaya çalıştım. Uykuya dalmaya çalışarak bir o tarafa bir bu tarafa dönüp durdum, ama uyuyamadım.
Rüzgâr camları daha da şiddetli tıkırdatmaya başlamıştı ve kilise çanı her yarım saatte bir çalarak beni gece yarısına biraz daha yaklaştırıyordu. Kilere inme vaktim yaklaştıkça tedirginliğim artıyordu. Hayalet’in sınavını elbette geçmek istiyordum, ama o an evime dönüp güzel, güvenli, sıcak yatağımda olmayı ne kadar çok isterdim.
Sonra, kilise çanı tek bir kez çaldıktan sonra -on bir buçukta- kazma sesleri yeniden başladı.
Hantal postalların bir kez daha kiler merdivenlerini tırmandığını duydum; kapı bir kez daha açıldı ve görünmez postallar ön odaya girdi. Şu an vücudumda hareket eden tek şey kalbimdi; o kadar hızlı çarpıyordu ki göğüs kafesimi delip dışarı çıkacak gibiydi. Fakat bu defa postallar, pencere kenarına gitmedi. Bana doğru gelmeye devam ettiler. Güm! Güm! Güm! Dosdoğru bana geliyorlardı.
Bir şeyin, anne kedilerin yavrularına yaptığı gibi ensemden tutarak beni kaldırdığını hissettim. Sonra görünmez bir kol vücudumu sarıp kollarım bedenime doladı. Nefes almaya çalıştım, ama imkânsızdı. Göğüs kafesim eziliyordu. Kiler kapısına doğru götürülüyordum. Beni taşıyan şeyin ne olduğunu göremiyordum ama hışırtılı nefes alışlarını duyuyordum. Bir şekilde, neler olup biteceğini bildiğimden, panik içinde debeleniyordum. Aşağıdan gelen kazma seslerinin nedenini biliyordum. Kilerin karanlığına inen basamaklardan indirilecektim ve orada beni bir mezarın beklediğine emindim. Canlı canlı gömüleceğimden emindim!
Dehşete kapılmıştım ve çığlık atmaya çalışıyordum, ama durumum sıkıca bağlanmış olmaktan da beterdi. Felç olmuştum ve hiçbir kasımı hareket ettiremiyordum.
Birdenbire düşmeye başladım…
Kendimi en üst basamağın birkaç santim uzağında, emekler pozisyonda, kilerin ardına kadar açık kapısına bakarken buldum. Paniğe kapılmıştım, kalbim, vuruşları sayılamayacak kadar hızlı çarpıyordu. Ayağa kalkıp kilerin kapısını çarparak kapattım.
Mum söndü.
Pencereye yürürken ani bir ışıltı odayı aydınlattı ve arkasından neredeyse tam tepeme yıldırım düştü. Rüzgâr ıslık çalarak eve vuruyor, pencereleri zangırdatıp ön kapıyı sarsıyor, eve girmek ister gibi uğulduyordu. Birkaç dakika boyunca çaresizce dışarı bakıp şimşekleri seyrettim. Kötü bir geceydi, şimşekler beni korkutsa da o sırada dışarıda, sokaklarda yürüyor olmak için, o kilere inmekten kurtulmamı sağlayacak herhangi bir şey için her şeyi verirdim.
Neden sonra, kilise çanı çalmaya başladı. Çan seslerini saydım, tam on iki kez vurmuştu. Şimdi kilerdeki şey her neyse, onunla yüzleşme vaktiydi.
Tam o sırada çakan şimşek odayı tekrar aydınlattı ve bu ışıkla odanın zemininde dev ayak izleri olduğunu fark ettim. Önce bunların Hayalet’in ayak izleri olduğunu sandım, fakat bu izler, onları bırakan botlar kömür tozuyla kaplıymış gibi simsiyahtı. Mutfaktan gelip pencere kenarına gidiyor ve sonra geldikleri yere dönüyorlardı. Kilere, karanlığın dibine… Benim de gitmek zorunda olduğum yere!
Mumu bulmak için zeminde elimi dolaştırdım. Sonra giysi bohçamı eşeleyip kıyafetlerimin arasında babamın verdiği çıra kutusunu aradım.
Karanlıkta el yordamıyla zemine birkaç çıra koydum, ateşi yakmak için kutunun taşını ve metalini kullandım. Mumun yanmasını sağlayacak kadar alev elde edinceye dek ateşi küçük çıra yığınına tuttum. Babamın bu hediyenin ne kadar işime yaramış olabileceği konusunda hiçbir fikri yoktu.
Kiler kapısını açmamla birlikte başka bir şimşek çaktı ve bütün evi sallayan, ayaklarımın altındaki basamakları gıcırdatan başka bir yıldırım daha düştü. Ellerim titreyerek, elimdeki mumun alevinin yarattığı dans eden tuhaf gölgelerle kilere inmeye başladım.
Oraya inmek istemiyordum, ama Hayalet’in sınavını geçemezsem muhtemelen hava aydınlanır aydınlanmaz eve dönmek için yola koyulmam gerekirdi. Olanları anneme anlatırken duyacağım utancı düşündüm.
Sekiz basamak sonra köşeyi döndüm, böylece artık kileri görebiliyordum. Büyük bir kiler değildi, fakat köşelerde, mum ışığının ulaşamayacağı karanlık gölgeler ve pis perdeler vardı. Tavanında örümcek ağları asılıydı. Toprağa bulanmış zemine küçük kömür parçaları ve iri keresteler yayılmıştı. Büyük bira fıçısının yanında eski, ahşap bir masa vardı. Bira fıçısının etrafında dolaşırken arka köşede bir şey olduğunu fark ettim. Kereste parçalarının arkasında duran şey beni o kadar korkutmuştu ki neredeyse elimdeki mumu düşürecektim.
Karanlık bir şekildi, sanki bir öte beri yığını gibiydi, fakat ses çıkarıyordu. Cılız, ritmik bir ses… Nefes alıp verme gibi.
Yığına doğru bir adım ilerledim; sonra bir adım daha, bacaklarımı kıpırdatabilmek için irade gücümü kullanıyordum. O sırada, artık dokunabilecek kadar yaklaştığımda, yığın aniden büyüdü. Zemindeki bir gölge olmaktan çıkıp sonunda benden üç dört kat büyüklüğe ulaşıncaya kadar büyüdü. Neredeyse kendimi tutamayıp koşmaya başlayacaktım. Kocaman, karanlık, şapkalı ve korkunçtu, parlak yeşil gözleri vardı.
Ancak o zaman elinde bir şey tuttuğunu fark ettim.
“Neden geciktin?” dedi Hayalet. “Neredeyse beş dakika geç kaldın!”
Yazar: Joseph Delaney
Türkçeleştiren: Ceren Aral
Hayaletin Çırağı I. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı II. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı III. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı IV. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı V. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı VIII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı IX. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı X. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XI. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
Hayaletin Çırağı XII. Bölümü Okumak İçin Tıklayınız
devamını sabırsızlıkla bekliyorum. Teşekkürler Ceren ARAL !