İlk Cinayet Hikayesi
İlk Cinayet Hikayesi Oku: Sabah güneşi tüllerin arasından geçip odayı doldurduğunda uyandı çilli suratlı, ince bacaklı çocuk. Yüzünün yarısını kaplayan kalın camlı gözlüklerini taktı. Heyecanlıydı. İçi içine sığmıyordu. Yılın bu dönemleri hep böyle olurdu. Yaşamının en büyük saadetlerini duyardı bu zamanlarda. Okullar tatildi. Asık yüzlü, kötü sözlü öğretmenler yoktu. Sekiz aydır bir mahkum azabıyla yaşadığı basık havalı, nobran insanlı ilçe, üç aylığına yoktu.
Balkona koştu. Tahta parmaklıkların arasından, karşı tepedeki sedir yapraklarının kokusunu içine çekerek uzun uzun işedi. Tahtaya sürttü. Hazirandı. Elini yıkadı alüminyum ibrikteki buz gibi suyla. Yüzünü yıkamadı.
Bozarmaya başlayan, dizleri yırtık yeşil pantolonunu, kemer tokasının pimini en iç deliğe takarak bacaklarına giydi; upuzun kemerin kalan kısmını tersine kıvırarak önce meşin köprüden sonra ise iki kumaş köprüden geçirdi. Bir diğerine koşut, beyaz çizgili sarı örgü kazağını giydi.
Gece, idare lambasının soluk ışığında lastiklerini çatal ve kayışa bağladığı kuş lastiğini yattığı sedirin altından aldı. -İlçeden gelirken yeni almıştı lastiği, onun heyecanıyla gece güç uyumuştu.- İncecik boynuna astı.
Çıt sese uyanan annesi uykulu, biraz şaşkın, “ Nereye bu erken vakitte? Daha bir şey de yemedin” dedi.
“Acıkmıyorum, gelince yerim” dedi.
Fırladı çıktı.
Gök masmaviydi. Poyraz esiyordu hafif. Batıda, dağların üstünde, öğle sonu yağacak yağmurun habercisi tek tük bulut parçaları asılıydı. Dut ve erik yaprakları yeşilin en taze tonuyla parlıyordu. Çimenlerde şebnem taneleri ışıl ışıldı. Nemli toprak, kenger, keven ve çimenlerin birbiriyle karışmış mis kokusu dolduruyordu havayı.
Kevenlerin arasından geçen keçiyolundan, bahçelere giden şoseye çıktı. Ceplerini taşlarla doldurdu.
Kuş vurma ligi başlamıştı. Kırlangıç, karga, saksağan, alabak sayılmazdı. Eti yenir olmalıydı. Cırrık, kara tavuk, bakkal, sinsin, serçe… Herkes herkesin ne vurduğunu bilirdi. Yazmazlardı bile.
Geçen yıl, ondan önceki, ondan da önceki yılı boş geçmişti. Bu sefer kararlıydı.
Gürültülü kuş cıvıltıları bahçenin her bir yanında yankılanıyordu. Çeşit çeşit; siyah, ala, kızıl, ak, boz kuşlar ağaç beğenmiyor, o ağaçtan öbür ağaca uçuyor, bir daldan diğerine zıplaşıp duruyorlardı. Heyecandan gözleri yuvalarından uğradı. Elmaların, kirazların, dutların altında sessiz sessiz, handiyse soluksuz dolaştı. Kimi bir yaprağa kimi de bir budak çıkıntısına salladı taşları. Hiç alakasız dallardan pır pır uçup gitti kuşlar.
Gün ikindiye varmış, ince bir yağmur başlamıştı. Oysa bir serçe olsun vuramamıştı. İki cebinde dolu taşlarıyla beraber umutları da büsbütün tükenmişti.
İnce ve kederli boynunu bükmüş, eve doğru seğirtmeye başlamıştı. Amcasının kerpiç evlerinin ardında kıpır kıpır, siyah bir hareketlenme gördü. Gözlerini büzerek dikkatle baktı. Bir kara tavuktu bu. Uçamıyordu, yavruydu. İhtimal bugün ilk uçuşunu gerçekleştirmek için yuvasından ayrılmıştı.
Kalın camın ardındaki kahverengi gözleri parladı. Dudaklarına hain bir kıvrım oturdu. Kederli yüreği öfkeyle kabardı. Yavaşça çıkardı boynundan kuş lastiğini. Bir kaç taş buldu. Kayışa özenle yerleştirdi. Sağ gözünü yumdu. Sündürdü, sündürdü attı, ıska. Bir taş daha sürdü kayışa. Sündürdü, attı, yine boş. Vuramadıkça onun öfkesi, aynı doğrultuda aşağı yukarı koşup duran kuşun da korkusu artıyordu. Ama o kararlıydı. İstese elleriyle rahatlıkla yakalayabileceği kuşa biraz daha yaklaştı. Iska, ıska, ıska… Ve en son kanatlarını çırparak yerde debelendi kuş.
Kanadının alt yanını parçalamıştı taş. Siyah, yapış yapış tüylerinin altında kanlı organlar görünüyordu. Avucuna aldı henüz sıcak olan bedenini. Yavru sarısı gagası, bir şey söylemek istercesine bir kaç kez açılıp kapandı. Nefesini duydu. Titriyordu. Gözleri yavaş yavaş aklaştı, sonra söndü ışığı. Boynunu kopardı kuşun ince boyunlu çocuk.
Çok geçmedi. Yağmur başladı. Gözleri buğu buğu oldu.
Kevenlerin arasında taze bir köstebek yığını buldu. Toprağını kenara çekti elleriyle. Bir çukur açtı. Minimini kuşun bedenini çukura yerleştirdi, gömdü. Ayak ve baş ucuna birer çöp dikti. Gözünden bir damla yuvarlanıp düştü toprağa. Fatiha okudu. Ertesi gün gitti, baktı mezarına. Yoktu. Daha derin kazmalıydı.
Yazar: Turhan CANTÜRK