Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 12. Bölüm “Gümüş Kapı”
Korku Hikayesi Oku; Kilere dönünce Alice hiddetten parlayan gözlerle bana baktı.
“Bu haksızlık, Tom! Zavallı Maggie yakılmayı hak etmiyor. Hiçbiri bunu hak etmiyor. Bir şeyler yapılmalı.”
Omuz silkip öylece boşluğa baktım, aklım uyuşmuş gibiydi. Bir süre sonra Alice sırtüstü yatıp uykuya daldı. Ben de aynı şeyi denediysem de yine Hayalet’i düşünmeye başladım. Durumun umutsuzluğuna rağmen yine de yakılma cezasının gerçekleştirileceği yere gidip yapabileceğim bir şey olup olmadığına bakmalı mıydım? Bunu bir süre enine boyuna düşündükten sonra gece çöktüğünde Priestown’dan ayrılıp annemle konuşmak üzere eve gitmeye karar verdim.
O ne yapmam gerektiğini bilirdi. Bu karar beni aşıyordu ve yardıma ihtiyacım vardı. Bütün gece yürümem ve uyumamam gerekeceğinden en iyisi şimdi uyuyabildiğim kadar uyumaktı. Uykuya dalmam uzun sürdü, ama uyur uyumaz, neredeyse anında rüya görmeye başladım ve kendimi yeraltı mezarlarında buldum.
Rüyaların çoğunda rüya gördüğünüzün farkına varmazsınız. Bunu fark ettiğinizdeyse iki şeyden biri olur. Ya hemen uyanırsınız ya da rüyada kalmaya devam ederek ne isterseniz yaparsınız. En azından benim için bu hep böyle olmuştur.
Ama bu rüya farklıydı. Sanki hareketlerimi kontrol eden bir güç vardı. Sol elimde küçük bir mumla karanlık bir tünel boyunca ilerliyor ve Küçük İnsanların kemiklerinin bulunduğu mahzen-mezarlardan birinin karanlık kapısına yaklaşıyordum. Oranın yakınında bile bulunmak istemiyordum, ama ayaklarım istemsizce yürümeye devam ediyordu.
Açık kapının önünde durdum, mumun titrek ışığı kemikleri aydınlatıyordu. Kemiklerin çoğu mahzen-mezarın arka kısmındaki raflardaydı, ama kırık kemiklerden bazıları, taş döşeli zemine dağılmıştı ve bir kısmı da yığın halinde köşede duruyordu. İçeri girmek istemiyordum, gerçekten istemiyordum, ama sanki başka bir seçeneğim yoktu. Mahzenmezara girince kemik parçalarının ayaklarımın altında ezildiğini duydum ve aniden üşüdüğümü hissettim.
Geçmiş kışların birinde, henüz daha küçükken, abim James beni kovalayıp kulaklarımı karla doldurmuştu. Ona karşı koymaya çalışmıştım ama en büyük abimiz Jack’ten yalnızca bir yaş küçüktü ve en az onun kadar güçlü kuvvetliydi, öyle ki babam sonunda onu bir demircinin yanına çırak olarak vermişti. Espri anlayışı da Jack’inkiyle aynıydı. Kulağa kar doldurulması da James’in şaka sandığı aptal fikirlerinden biriydi, ama bu kez çok canım yanmış, sonrasında neredeyse bir saat boyunca yüzüm uyuşarak acımıştı. İşte rüyada da aynısı oluyordu. Muazzam bir soğuk. Bu, karanlıktan bir şeyin yaklaştığı anlamına geliyordu. Soğuk, başımın içinde başladı, ta ki donmuş ve uyuşmuş hissedene kadar, sanki soğuk artık yalnız bana ait değildi.
Arkamdaki karanlığın içinden bir şey konuştu. Benimle kapı arasında, sırtıma çok yakın bir yerde duran bir şeydi bu. Sesi sert ve boğuktu ve konuşanın kim olduğunu sormama gerek yoktu. Yüzüm ona dönük olmamasına rağmen nefesinin iğrenç kokusunu alabiliyordum.
“Bağlandım,” dedi Zehir. “Tutukluyum. İşte hepsi bu.”
Hiçbir şey söylemedim ve uzun bir sessizlik oldu. Bu bir kâbustu ve uyanmaya çalıştım. Gerçekten de buna çabaladım ama faydasızdı.
“Güzel bir oda, bu” diye konuşmaya devam etti Zehir, “en sevdiğim yerlerden biri. Eski kemiklerle dolu. Ama istediğim taze kan ve gençlerin kanı en iyisidir. Ama eğer kan bulamazsam kemiklerle idare ederim. Yeni kemikler en iyisidir. Her seferinde yeni kemik isterim; taze, tatlı ve ilik dolu. İşte bunu severim. Körpe kemikleri ikiye bölüp iliği emmeye bayılırım. Ama yaşlı kemikler de hiç yoktan iyidir. Bunlar gibi yaşlı kemikler. İçimi kemiren açlıktan çok daha iyidir. Acı veren açlıktan…
Yaşlı kemiklerin içinde ilik yoktur. Ama yaşlı kemiklerin yine de anıları vardır, anlıyor musun? Yaşlı kemikleri okşarım, evet, yavaşça okşarım ki tüm sırlarını açığa çıkarsınlar. Bir zamanlar onları çevreleyen deriyi görürüm; bu kuru, ölü kırılganlıkla sonlanan umutlar ve hırsları. Bu da beni doyurur. Açlığımı yatıştırır.”
Zehir sol kulağıma çok yakındı, sesi fısıltı gibiydi. Arkama dönüp ona bakmak için ani bir istek duydum, ama aklımdan geçenleri okumuş olmalıydı.
“Arkanı dönme evlat,” diye uyardı. “Yoksa gördüklerin hoşuna gitmez. Sadece şu soruya yanıt ver…”
Uzun bir duraksama oldu ve kalbim, göğsümü çekiçle dövermişçesine atıyordu.
“Ölümden sonra ne olur?”
Bu sorunun yanıtını bilmiyordum. Hayalet asla bu tür şeyler hakkında konuşmazdı. Bütün bildiğim hâlâ düşünüp konuşabilen hortlaklar olduğuydu. Ve ruh her şeyi bırakıp ilerlediğinde geride kalan, cin adı verilen parçalar vardı. Ama her şeyi bırakıp nereye ilerliyordu? Bunu bilmiyordum. Bunu yalnızca Tanrı biliyordu. Eğer varsa?..
Başımı iki yana salladım. Konuşmadım ve arkama dönüp bakamayacak kadar korkuyordum. Arkamda çok muazzam ve korkutucu bir şey olduğunu hissediyordum.
“Ölümden sonra hiçbir şey yok! Hiçbir şey! Hiçbir şey!” diye bağırdı Zehir kulağımın dibinde. “Sadece karanlık ve boşluk. Düşünce yok. Hisler yok. Sadece unutuş var. Ölümün öte yakasında seni bekleyen sadece bu. Ama buyurduklarımı yaparsan sana uzun, çok uzun bir yaşam verebilirim! Üç yirmilik ve on, işte çoğu zavallı insan ancak bu kadar yaşar. Ama ben sana bunun on hatta yirmi kat fazlasını verebilirim! Ve tek yapman gereken kapıyı açıp beni serbest bırakmak! Sadece kapıyı aç, gerisini ben hallederim. Ustan da serbest kalabilir. Bunu istediğini biliyorum. Geri dönebilirsin, bir zamanlar sahip olduğun yaşama.”
Bir parçam evet demeyi istiyordu. Hayalet’in yakıldığını ve çıraklığıma devam edip edemeyeceğimi bilmeyerek bir başıma Caster’a döndüğümü görebiliyordum. Keşke her şey eski haline dönebilseydi! Ama her ne kadar evet demeyi istiyorduysam da, bunun mümkün olmadığını biliyordum. Zehir sözünü tutsa bile eyalette serbestçe dolaşıp, istediği gibi kötülük yapmasına izin veremezdim. Hayalet’in, bunun olmasına izin vermektense ölmeyi tercih edeceğini biliyordum.