Dehşet ÖyküleriDünya Klasikleri

Dehşet Hikayeleri; “LIGEIA”

Dehşet Hikayeleri

Dehşet Hikayeleri; “LIGEIA”

(. .. ) Ve irade derinlerde saklı olup ölümsüzdür. İradenin sırrını da gücünü de kimse bilemez. Zira Tanrı, kendine has kudretiyle her ,şeyi kapsayan büyük bir iradeden başka nedir ki? İradesinin zayıflığı olmasa, insan ne meleklere teslim olur büsbütün ne de ölüme.
Joseph Glanvill1

Tanrı biliyor ya, Lady Ligeia ile ilk defa nerede, nasıl ve ne zaman tanışmış olduğumuzu anımsamıyorum. O zamandan bu yana çok uzun yıllar geçti, çektiğim onca acıdan belleğim zayıf düştü. Belki de, bunlan anımsayamayışımın sebebi, gerçekte, sevdiğimin karakteridir, onun az rastlanır bilgisinin, huzur veren eşsiz güzelliğinin, alçak perdeden bir müziği andıran yumuşak sesinin ve insanı heyecanlandıran, büyüleyen konuşma tarzının fark edilmeden usul usul kalbime nüfuz etmiş olmasıdır. Bununla beraber, onunla ilk defa ve daha sonra birçok defa Ren Nehri kııyısındaki viran olmaya yüz tutmuş, eski ve büyük bir kentte karşılaşmış olduğumu sanıyorum. Bana ailesinden söz etmiş olduğuna eminim. Köklü bir aileden geldiği muhakkaktı. Ligeia! Ligeia! Niteliği itibarıyla dış dünyanın etkilerini zayıflatmaya başka her şeyden daha uygun olan bir işe gömülmüş olduğumdan, sadece bu tatlı sözcük -Ligeia- artık hayatta olmayan o varlığın hayalini gözlerimin önüne getirebiliyor. Şimdi  bu anıları yazarken, dostum, nişanlım, sonra çalışma arkadaşım ve nihayet bağrıma bastığım eşim olan kişinin soyadını hiçbir zaman öğrenmemiş olduğumu fark ettim birdenbire. Bu, Ligeia’mın bana bir oyunu muydu, yoksa bu hususta ona hiçbir soru sormamakla sevgimin gücünü kanıtlayacak bir sınavdan mı geçiyordum? Ya da benim kendi kaprisim miydi bu – büyük bir tutkuyla bağlandığım aşkıının tapınağına sunduğun son derece romantik bir adak mıydı? Ama olup bitenleri bile apaçık anımsayamazken, onları önceleyen ya da izleyen durumların tamamen aklımdan çıkmış olmasında şaşılacak ne var ki? Ve dedikleri gibi, feIaketle sonuçlanan evliliklere Romantik Aşk denilen ruh -putperest Mısır’ın sarı benizli, tül kanatlı Ashtophet’i2 -yön veriyorsa, benimkine yön verenin de o olduğuna hiç kuşku yok.

Bununla beraber, belleğimde tazeliğini hiç yitirmeyen çok aziz bir anı var: Ligeia’nın kendisi. Boylu boslu ve incecikti, hatta son günlerinde b!r deri bir kemik kalmıştı. Duruşundaki haşmeti, tavırlarındaki rahatlığı ya da yürüyüşündeki akıl ermez hafıfliği ve esnekliği anlatmaya keIimeler yetmez. Bir gölge gibi gelir, bir gölge gibi giderdi. Kapısı kapalı çalışma odama girdiğini, ancak, mermer beyazlığındaki elini omzuma koyarak müziği andıran yumuşak tatlı sesiyle konuştuğunda anlardım. Yüz güzelliğine gelince, kimse onunla boy ölçüşemezdi. Esrar çekmiş birinin düşlerinde parlayan bir aydınlıktı – içi geçen Delos3 kızlarının düşlerinde dolaşan en çılgın fantezilerden çok daha kutsal, cana can katan, duru bir güzellikti onunkisi. Bununla birlikte, onun kendine has hatları, putperestlerin klasik eserlerinde yanlış olarak öğretilen tapınıIası güzelliklerden değildi. Verulam lordu Bacon, güzelliğin biçim ve cinslerinden söz ederken, pek yerinde olarak, “Orantılarında bir tuhaflık bulunmayan mükemmel güzellik yoktur,” der.4 Evet, Ligeia’nın yüz hatlarının klasik güzellik kalıplarına uymadığını görüyor, sevimliliğinin gerçekten ‘mükemmel’ olduğunu algılıyor ve bu güzellikte bir ‘tuhaflık’ olduğunu da seziyordum, ancak ne kadar gayret edersem edeyim bu orantısızlığın ve tuhaflığın nerede olduğunu bir türlü çıkaramıyordum. Yüksek ve solgun alnının -kusursuz bir alın- hatlarını, böylesine tanrısal bir ihtişamı betimlemek için ‘kusursuz’ sözcüğü ne kadar sönük kalıyor! En saf fildişine rakip cildini, alnının sakin, etkileyici genişliğini, şakakların üzerinde zarafetle çıkııntı yapışını ve nihayet Homeres’un sümbül saçlar derken anlatmak istediği şeyi en iyi ortaya koyan kuzgun karası, parlak, gür ve kendiliğinden dalgalı saçlarını inceliyordum. Burnunun zarif hatlarına baktığımda, eşini ancak zarif İbrani madalyonlarında gördüğüm bir kusursuzlukla karşılaşıyordum. Aynı olağanüstü pürüzsüzlük, burnuna belli belirsiz kartal gagası görünümü veren aynı hafif kavis, özgür ruhunun işareti olan aynı ahenkle kıvrılmış burun kanatları. O tatlı ağzına bakıyordum. Tüm tanrısal özellikler burada ifadesini bulmuş gibiydi ­kısa üst dudağın o enfes kıvrılışı; alt dudağın yumuşak, şehvetli mahmurluğu; cıvıl cıvıl gamzeler ve adeta konuşan bir renk; sakin ve yumuşak olmakla birlikte son derece içten ve parlak tebessümüyle aralanan dudaklar arasında beliren ve üzerlerine düşen kutsal ışığı insanı irkiten bir ışıltıyla yansıtan dişler. Çene yapısını dikkatle inceliyor, orada da genişliği, yumuşaklığı, haşmeti, dolgunluğu ve tinselliği ile eski Yunan hatlarını -Atinalı Kleomenes’e5 bir düşte görünen Tanrı Apollon’un hatlarını buluyordum. Sonra, gözlerimi Ligeia’nın iri gözlerine dikiyordum.

Gözler için uzak antikitede herhangi bir model bulunmamaktadır. Lord Verulem’in sözünü ettiği o sır, belki de sevdiğimin gözlerinde saklıydı. Bu gözler, inanıyorum ki, ırkımıza has, bildiğimiz gözlerden çok iriydi. Hatta Nuryahad Vadisi’nde6 yaşayan kabilenin en ceylan gözlüsünün gözlerinden bile iriydiler. Bu özellik, çok fazla heyecanlandığı anlarda daha da belirginleşiyordu. İşte, böylesi anlarda, Ligeia’nın güzelliği -ya da ateşli imgelemimde canlandırdığım güzelliği-yeryüzünden çok yükseklerde ya da bambaşka bir alemde yaşayan varlıkların -Türklerin efsanelerindeki hurilerin- güzelliği oluyordu. Işıltılı, kapkara gözlerini upuzun kirpikler gölgeliyordu. Pek düzgün olmayan kaşları da aynı renkteydi. Bununla beraber, bu gözlerde bulduğum ‘acayiplik’ gözlerin şeklinden, renginden ve parlaklığından bağımsız olup, tümüyle ifadesindeydi. Ah! Ne anlamsız bir sözcük bu! Ruh dünyası hakkındaki tüm cehaletimizi ardına sakladığımız bir ses yalnızca. Ligeia’nın gözlerindeki ifade! Üzerinde ne kadar uzun süre düşündüm! Bir yaz gecesi nasıl da sabaha kadar derinliklerine İnmeye çabalayıp durdum! Sevdiğimin gözbebeklerinin derinlerinde yatan -Demokritos’un7 kuyusundan da derin olan bu şey neydi? Neydi bu şey? Bunu keşfetmek bende bir tutku halini almıştı. Bu gözler! Bu iri, bu ışıltılı, bu ilahi gözler! Onlar benim için Leda’nın8 ikiz yıldızları, bense onlar için astrologların en tutkulusuydum.

Psikolojik bilimlerin sayısız ve anlaşılmaz anormallikleri arasında -sanıyorum, okullarda göz ardı edilen- en şaşırtıcı ve en heyecan verici husus, çok uzun yıllardan beri unuttuğumuz bir şeyi amınsamaya çalıştığınızda, tam anımsayacak gibi olup da bir türlü anımsayamayışımızdır. Aynı şekilde, ben de Ligeia’nın gözlerindeki anlamı var gücümle çözümlerneye çalışırken kaç kere bu anlamı yakalar gibi oldum -yaklaştığımı hissettim-. ama bir türlü ele geçiremedim, sonunda da hepten elimden kaçırdım! Ama işin en garibi şu ki, evrenin en sıradan nesnelerinde bu ifadenin bir dizi benzerini buldum! Şunu demek istiyorum: Ligeia’nın güzelliğinin usul usul ruhuma işleyip orayı kendine türbe edimesinden sonraki dönemde, onun iri, parlak gözlerinin ruhumda her zaman uyandırdığı hislerin aynısını, maddi dünyadaki birçok varlığa baktığımda da hissetmeye başladım. Ama bu duyguyu tanımlamak, çözümlemek ya da açıkça kavramakta da bir o kadar başarısızdım. Bu duyguyu -tekrar ediyorum- incelediğim ve hızla boy atan bir asmada, seyrettiğim bir pervanede, bir kelebekte, bir krizalitte, bir akarsuda tanıyor, okyanusta, düşen bir göktaşında, yaşlı insanların bakışlarında hissediyordum. Ve gökte bir iki yıldız var ki (özellikle de Şilyak Takımyıldızı’ndaki en büyük yıldızın yakınlarında bulunan altıncı kadirden kararsız iki yıldız9), onları teleskopla incelerken ruhumu benzer duyguların kapladığını fark ettim. Aynı şeyleri telli çalgıların bazı seslerinde ve okuduğum kitaplardaki bazı bölümlerde de hissettim sık sık. Sayısız örnek arasında,Joseph Glanvill’inbir kitabındaki bir şeyin -kim bilir, belki de sırf acayipliğinden dolayı her okuduğumda bana aynı duyguyu esinlemekten geri kalmadığını çok iyi anımsıyorum: “Ve irade derinlerde saklı olup ölümsüzdür. İradenin sırrını da gücünü de kimse bilemez. Zira, Tanrı, kendine has kudretiyle her şeyi kapsayan büyük bir iradeden başka nedir ki? İradesinin zayıflığı olmasa, insan ne meleklere teslim olur büsbütün ne de ölüme.”

Aradan geçen uzun yıllar içinde, düşüne düşüne sonunda İngiliz filozofun bu sözleri ile Ligeia’nın karakterinin bir yönü arasında uzak bir bağlantı kurmayı başardım. Ligeia’nın düşünce, hareket ya da konuşmasındaki kudret, uzun yıllar süren ilişkimiz sırasında varlığının daha başka ve dolaysız bir kanıtını ortaya koymayan o muazzam irade gücünün bir sonucu, hiç değilse belirtisi olmalıydı. Tanıdığım bütün kadınlar içinde en sakin olan o, her zaman huzurlu görünen Ligeia, şiddetli tutkuların pençesinde en fazla kıvranan kişiydi. Bu tutkunun derecesini ancak gözlerinin bana haz ve dehşet vererek mucizevi bir şekilde irileşmesinden, o baygın sesinin adeta büyülü melodisinden, perdeden perdeye geçişinden, net bir şekilde anlaşılır oluşundan ve yumuşaklığından, kullanmayı alışkanlık edindiği (ve anlamlarıyla çelişen söyleniş biçimlerinin iki misli etkili kıldığı) çılgınca sözlerin taşıdığı enerjiden kestirebiliyordum.

Ligeia’nın engin bilgisinden söz etmiştim – böylesine derin bilgiyi hiçbir kadında görmüş değilim. Klasik dillerde tam bir uzmandı; çağdaş Avrupa dillerine gelince, kendi bilgime dayanarak söyleyebilirim ki, bu dillerde de bir kere olsun hata yaptığını görmedim. Aslında, akademik bilginin onca övülen, sırf anlaşılmazlığı yüzünden o kadar hayran kalınan hangi dalında Ligeia’nın yanıldığını gördüm ki? Karımın kişiliğindeki bu hususun ancak şu son dönemde dikkatimi çekmiş olması ne kadar heyecan verici ve şaşırtıcı! Bilgide tanıdığım bütün kadınları fersalı fersah aştığını söylemiştim, ama sosyal bilimlerin, fizik ve matematiğin tüm alanlarını hakkıyla bilen erkek neredeymiş? Şimdi açıkça kavradığım şeyi, yani Ligeia’nın bilgisinin şaşırtıcı boyutlarını o zamanlar görmemiştim, yine de, evliliğimizin ilk yıllarında iyice içine gömüldüğüm metafizik incelemelerin kaotik dünyasında kendimi onun yol göstericiliğine çocukça bir güvenle bırakacak denli üstünlüğünün farkındaydım. Çok az incelenmi§ -bu pek bilinmeyen- konuda ara§tırmalarımı sürdürürken, sevgili Ligeia’m omuzlarımın üzerinden eğildiğinde nasıl büyük bir utkuyla, nasıl coşkun bir hazla, nasıl ulvi bir umutla dolar, önümde perde perde açılan enfes manzaranın insan ayağı değmemiş, göz kamaştırıcı, uzun yollarından geçerek sonunda yasaklanması gerekecek kadar kutsal bilgelik hedefine ulaşacağımı hissederdim! Hikaye

Yıllar sonra, sağlam temellere dayanan beklentilerimin kanat takıp uçtuğunu görmekten ne büyük bir ıstırap duyduğumu varın siz kestirin Ligeia’sız, zifiri karanlıklarda el yordamıyla ilerleyen bir çocuktan farksızdım. Derinliklerine daldığımız aşkınlığın sırlarını onun varlığı, onun yorumları aydınlatırdı. Hafif bir ışıltıyla altın gibi parlayan bütün o yazılar onun gözlerinin parıltısından yoksun kalınca bir kurşun gibi donuklaşmıştı. Ve şimdi o gözler üzerine eğildiğim sayfaları ışığıyla giderek daha az aydınlatır olmuştu. Ligeia hastaydı. Çılgınca bakan gözleri çok ama çok parlak bir ışıltıyla alev alev yanıyordu; solgun parmakları ölümün rengini, saydam balmumu rengini aldı; yüksek alnındaki mavi damarlar en küçük bir heyecan dalgasında bile bir yürek gibi şiddetle atıyordu. Ölümünün kaçınılmazlığını gördüm ve amansız Azrail’e karşı bütün ruhumla umutsuz bir mücadeleye giriştim. Tutkulu karımın benden daha eneıjik bir mücadeleye girmiş olduğunu büyük bir şaşkınlıkla görüyordum. Onun o haşin karakterine bakarak ölüm karşısında dehşete düşmeyeceği izlenimine kapılmıştım, ama öyle olmadı. Ölüm Meleği’ne karşı nasıl hararetle direndiğini anlatmaya kelimeler yetmez. Bu yürek paralayıcı manzara karşısında ıstırapla inliyorduın. Onu sakinleştirmek, mantıklı davranmaya davet etmek isterdim, ancak yaşamak, sadece yaşamak, nasıl olursa olsun yaşamak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki, onu avutmaya ve ona mantık yolunu göstermeye kalkışmak budalalığın daniskası olurdu. Ateşli ruhunda kopan fırtınalara karşın, görünüşteki sakinliğini son ana kadar korudu. Sesi daha yumuşayıp daha tatlılaştı, ama ağzından sükunetle dökülen sözcüklerin çılgınca anlamları üzerinde durmayacağım. İnsanüstü bir melodiyi -insanoğlunun o zamana kadar hiç bilmediği tutku ve özlemleri-kendimden geçmiş bir halde dinlerken beynim uğulduyordu.

Beni sevdiğinden hiç kuşku duymuyor ve onun gibi bir varlığın yüreğindeki aşkın sıradan bir tutku olamayacağını kestirmekte de zorlanmıyordum. Bununla birlikte, sevgisinin gücünü ve büyüklüğünü tam olarak ancak ölümün eşiğine geldiğinde anlayabildim. Saatler boyunca, ellerim ellerinin arasında, bana içini döker, tapınma derecesine varan aşkını anlatırdı. Nasıl oluyordu da bu itirafları dinleme mutluluğunu hak ediyordum? Sevgilimin beni mutluğa boğan bu itirafları yaptığı sırada kahpe feleğin onu elimden almasını hak edecek ne yapmıştım? Ama bu konuyu daha fazla açmaya katlanarnam. Sadece şu kadannı söyleyeceğim: Ne yazık ki, hiç mi hiç hak etmediğim halde Ligeia’nm böylesine bir teslimiyetle kendini bu aşka adamasının sebebinin yaşama hırsı, ellerinin arasından hızla kaymakta olan yaşama çılgınca bağlılık olduğunu sonunda anlamıştım. Yaşamak, sadece yaşamak için duyulan bu çılgınca arzuyu, bu büyük hasreti anlatmaya gücüm yetmez, kelimeler yetersiz kalır. Bu dünyadan göçüp gittiği gecenin tam ortasında, buyurgan bir tavırla yanına yaklaşmamı işaret etti ve daha birkaç gün önce yazmış olduğu bazı dizeleri okumamı istedi benden. İsteğine boyun eğdim. İşte o dizeler:

Bak işte bir gala gecesi
Yapayalnız geçen nice yıllardan sonra!
Kanatlı, peçeli ve gözyaşına
Boğulmuş çok sayıda melek
Oturmuşlar bir tiyatroda, seyretmek için
Umut ve korkunun oyununu
Orkestra çalarken aralıklarla
Eyrenin müziğini.
Yüce Tanrının kılığına girmiş oyuncular
Alçak sesle mırıldana, homurdana
Oraya buraya uçuşuyorlar,
Zavallı birer kukla onlar
Dekoru ileri geri değiştiren,
Akbaba kanatlarını çırpııkça
Görünmez dertler yayan
Ve belirli bir biçimi olmayan
Engin varlıkların emriyle gidip gelen!
Ah, bu karışık drama, eminim
Asla unutulrnayacak!
Durmadan kovalanan o Hayalet
Peşinde hep aynı dairede dönenen,
Hep başladığı noktaya gelen
Avını yakalayamayan bir kalabalık
Çokça delilik, ondan da çok günah
Ve dehşet, işte hikayenin özü.
Bakın, bakın! Oyuncuların arasında
Sürünen bir varlık beliriyor!
Sahnenin ıssız tarafından
Kan kırmızı bir şey sürünerek giriyor
Kıvranıyor! Kıvranıyor! Ölümcül sancılarla
Oyuncular ona yem oluyor
Ve gören melekler hıçkırıklarla ağlıyor
İnsan kanına bulanmış zehirli dişleri.
Sönüyor, sönüyor ışıklar, sönüyor her şey
Ve fırtına hızıyla iniyor
Titreyen varlıkların üzerine
Tabut örtüsü perde!
Ve benzi atmış melekler
Kalkıp ayağa çıkararak peçelerini
Haykırıyorlar hakikati
Oynanan oyun bir trajedidir, adı “İnsan”
Kahramanıysa hep kazanan ölüm adlı Solucan.

Ben bu dizeleri okumayı bitirdiğimde, Ligeia ayağa fırladı ve kasılmalar içerisinde ellerini yukarı kaldırarak adeta haykırdı: “Tanrım, ulu Tanrım! Bu işler hep böyle mi olacak? Bu Fatih hiç mi yenilmeyecek? Biz senin parçan değil miyiz? Kim, ama kim bilebilir senin iradenin gücünü  ve sırlarını? İradesinin zayıflığı olmasa, insan ne meleklere teslim olur büsbütün ne de ölüme.”

Sonra, geçirdiği heyecandan bitkin bir vaziyette beyaz kolları yanına  düştü ve ağır ağır ölüm döşeğine döndü. Son nefesini verirken dudaklarından bir mırıltı döküldü. Kulağıını dudaklarına yaklaştırdığımda Glanvill’in sözlerinin son kısmını seçtim: “İradesinin zayıflığı olmasa, insan ne meleklere teslim olur büsbütün ne de ölüme.”

Ligeia öldü … Ve ben duyduğum ıstırapla kalır oldum; Ren Nehri kıyısındaki kasvetli, viran kentteki evimin hüznüne ve ıssızlığına artık katlanamıyordum. Dünyanın servet diye adlandırdığı şeyden yana sıkıntım yoktu. Ligeia bana büyük bir zenginlikle, sıradan ölümlülere kısmet olanlardan çok daha fazlasıyla gelmişti. Birkaç ay bitkin, bezgin ve amaçsızca orada burada sürttükten sonra da, güzel İngiltere’nin en yabanıl ve ıssız yörelerinden birinde adını vermeyeceğim bir manastı 10 satın alarak kısmen onarttım. Binanın iç karartıcı ve hüzün verici haşmetiyle çevrenin yabanıl görüntüsü ve her ikisine ilişkin acıklı eski anılar, beni ülkenin bu kuş uçmaz kervan geçmez yöresine sürgün eden bu her şeyden vazgeçmişlik duygusuna son derece uygun düşüyordu. Binanın dışını bir halı gibi kaplayan yeşilliğe ve çürümüşlüğe el sürmemekle birlikte, içini çocukça bir hevesle ve zayıf da olsa acıımı biraz azaltabileceği umuduyla muhteşem bir tarzda döşedim. Bu tür çılgınlıklardan çocukluğumdan beri çok hoşlanırdım, şimdiyse, duyduğum büyük acıyla aynı saçmalıklara geri dönüyordum. Ama, ne yazık ki bu gösterişli, göz alıcı perdelerde, eski Mısır tarzı ağırbaşlı oymalarda, çılgınca tasarımlanmış kornişlerde ve mobilyalarda, arabesk desenli altın püsküllü halılarda, başlangıç halindeki bir deliliğin belirtilerini sezmiyor değildim. Afyonun ağına yakalanmış, esiri olmuştum;11 tüm işlerim ve tasarılarım afyonun etkisinde daldığım düşlerden renkler taşıyordu. Ama bu saçmalıkIarın ayrıntılarına girmeyeceğim. Sadece o adayı, o lanet olası adayı, aklımın başımda olmadığı bir gün kilisedeki nikahtan sonra -unutulmaz Ligeia’nın yerini almak üzere- Tremaineli, sarı saçlı, mavi gözlü Lady Rowena Trevanion’u gelinim olarak götürdüğüm o odayı anlatmadan geçemeyeceğim. Dehşet Hikayeleri

Bu gelin odasının mimarisinin ya da dekorasyonunun bir tek ayrıntısı yok ki şu anda gözlerimin önünde bulunmasın. Sevgili kızlarının, altın hırsıyla, böyle döşenmiş bir odanın eşiğinden atlamasına izin verirken gelinin mağrur ailesinin akılları neredeydi acaba? Odayı en ince ayrıntısına kadar anımsadığımı söylemiştim -ancak, ne yazık ki en önemli olayların anıları aklımdan silinmiş. Zaten bu akıl almaz görüntüde anıları belleğe kazıyacak bir sistem yoktu. Mazgallı ve kuleli manastırın yüksek kulelerinden birinde yer alan bu oda beşgen biçimindeydi12 ve çok genişti. Odanın tek penceresi güneye bakan duvarı boydan boya kaplıyordu. Gerek güneş ışınları gerek ay ışınları, Venedik işi kurşuni renkli bu tek parça kocaman camdan geçerek üzerine düştüğü eşyaları ürpertici bir parlaklığa büründürüyordu. Bu devasa pencerenin üst bölümünü, kulenin kalın duvarlarına tırmanmış yaşlı bir asma kafes örtüyordu. Neredeyse kapkara olmuş meşeden yapılma ve yarı Gotik yarı Kelt tarzı en acayip, en ürkütücü desenlerle süslenmiş tavan son derece yüksek ve kemerliydi. Bu kasvetli tavanın tam ortasından sarkan, uzun halkalı altın bir zincirin ucunda, çok sayıda deliğinden rengarenk alevlerin bir yılan gibi kıvrılarak çıktığı aynı metalden yapılmış Sarazen üslubu kocaman bir buhurdanlık vardı.

Odanın orasında burasında bazı nadir bulunur divanlar ve Şark işi uzun kollu altın şamdanlar bulunuyordu, tabii bir de yatak -evlilik yatağı- üstünde tabut örtüsü benzeri bir sayvan bulunan, som abanozdan Hint usulü alçak bir karyola. Odanın her köşesinde, Luksor’daki kral mezarlarından getirilmiş, antik kapakları çok eski zamanlardan kalma kabartmalarla süslü, siyah granitten dev birer lahit dikiliyordu. Ama asıl gariplik, ne yazık ki, perdelerde ve duvar kaplamalarındaydı. Son derece -hatta orantısızca-yüksek duvarları tavandan tabana kadar bol dökümlü ağır duvar halıları kaplıyordu; aynı malzeme döşemede halı, divanlarda ve abanoz yatakta örtü, karyolada sayvan ve pencereyi kısmen örten görkemli bir perde olarak kullanılmıştı. Bu malzeme, altın bakımından gayet zengin sırma kumaştı. Üzeri yer yer bir ayak çapında simsiyah arabesk desenlerle kaplıydı. Ama bu şekillerin arabesk niteliği, ancak belirli bir noktadan bakıldığında ortaya çıkıyordu. Bugün artık çok bilinen ve geçmişi antikitenin çok eski dönemlerine kadar uzanan bir usulle yapılan bu desenler bakış açısına göre değişik şekiller alıyordu. Odaya giren birisine bu desenler başlangıçta sadece tuhaf şekiller olarak görünüyor, ama konuk odada iledeyip konumunu değiştirdikçe bu görüntü yavaş yavaş kayboluyar ve konuk kendini Norman batıl inançlarından çıkma veya keşişlerin günah dolu düşlerinde gördükleri türden korkunç varlıklarla çevrili buluyordu. Halıların özel bir düzenek yardımıyla arkalarından hava üflenerek ürküntü verici bir canlılıkla dalgalandırılması akıllara durgunluk veren bu garip görüntülerin etkisini iyice kuvvetlendiriyordu. Hikaye

Tremaineli leydi ile evliliğimizin ilk ayının günah dolu saatlerini işte böyle böyle bir konutta, böyle döşenmiş bir gelin odasında -pek huzursuzluk duymadan-geçirdim. Karımın sert tabiattımdan korktuğu, benden çekindiği ve beni pek az sevdiği fark edilmeyecek gibi değildi, ama aksi olsaydı daha fazla hoşnut olmazdım. İnsandan çok şeytanın duyabileceği bir kinle ondan nefret ediyordum. Büyük bir yeis ve pişmanlıkla eski günleri, şimdi mezarında yatmakta olan o güzel, o yüce, o sevgili varlığı, Ligeia’yı düşünüyordum boyuna. Onun saflığını, yüceliğini, meleklere has ruh güzelliğini, tutkulu aşkını amınsamakla kendimden geçiyordum. Şimdi, ruhum onunkinden daha hararetli bir ateşle alev alev yanıyordu. Afyonun etkisinde gördüğüm düşlerin (çünkü tuzağına düşmüş, bir afyonkeş olmuştum) heyecanıyla gecenin sessizliğinde veya gündüzleri vadilerin gözlerden uzak koyaklarında avaz avaz adını sesleniyordum; göçüp gitmiş olan o sevgili varlığa -ah, temelli gitmniş olabilir miydi?­ duyduğum çılgınca aşkın gücü, hasretimin yakıcı ateşiyle sanki onu hayatın yollarına geri döndürebilimişim gibi. Hikaye

Evliliğimizin ikinci ayının başlarında Lady Rowena ansızın bir hastalığa yakalandı iyileşmesiyse hayli zaman aldı. Yüksek ateş gecelerini cehenneme çeviriyor, o yarı uykulu perişan halinde, kulenin orasında burasında birtakım sesler ve hareketler duyduğunu söylüyordu; bunu hayal gücünün bir oyununa veya bizzat odanın acayip hayaller görülmesine yol açan etkisine verdim. Bir zaman sonra iyileşmeye başladı ve sonunda tamamen iyileşti. Ama aradan kısa bir süre geçtikten sonra, ikinci ve daha şiddetli bir hastalık onu yeniden yatağa düşürdü; bünyesinin zayıf olması yüzünden bu hastalığı tam olarak atlatamadı. Bu dönemden sonra hastalığı endişe verici bir nitelik kazandı, her yeni nöbet bir öncekini aratıyor ve hekimlerinin bilgi ve çabalarına adeta meydan okuyordu. Hastalığı iyice ilerler ve insanoğlunun bildiği yollarla kökünden sökülüp atılamaz bir hal alırken sinirlerinin de fazlasıyla yıpranmış olduğu ve en önemsiz şeylerden büyük bir korkuya kapıldığı gözümden kaçmadı. Daha önce sözünü etmiş olduğu seslerden -hafif seslerden-ve duvar halıları arasındaki hareketlerden giderek daha sık ve daha ısrarla söz eder olmuştu. Dehşet Hikayeleri

Eylül ayının sonlarına doğru bir gece, bu can sıkıcı konuyu her zamankinden daha büyük bir ısrarla yine açtı. Huzursuz bir uykudan henüz uyamıştı, ben endişe ve korku karışımı  duygular içinde, avurdu çökmüş yüzündeki ifade değişikliklerini seyrediyordum. Onun abanoz yatağının yanındaki Hint tarzı sedirlerden birine oturdum. O, yan doğrulup endişeli bir sesle fısıldayarak, benim işitemediğim ama kendisinin o sırada işitmekte olduğu seslerden, benim fark edemediğim ama kendisinin o sırada gördüğü şeylerden söz etti. Halıların arkasında rüzgar bütün hızıyla esiyordu; neredeyse anlaşılır bir konuşmayı andıran seslerin ve duvardaki şekillerin yavaş yavaş dalgalanmasının nedeninin (itiraf etıneliyim, kendim de tam olarak inanmadığım halde) bu esintiden başka bir şey olmadığını ona göstermeye çalıştım. Ama yüzüne yayılan ölüm sarılığı boşuna çabaladığımı anlamama yetti. Bayılacak gibiydi; sesimi duyurabileceğim hiçbir hizmetçi görünmüyordu ortalarda. Doktorları tarafından tavsiye edilen hafif bir şarabın dolu olduğu sürahinin yerini anımsadım ve onu getirmek üzere odanın öte tarafına doğru seğirttim. Ama buhurdanın ışığı altından geçerken çok irkiltici nitelikte iki şey dikkatimi çekti. Görünmez olmakla birlikte varlığından kuşku duyulamayacak bir şeyin hafıfçe sürünerek yanımdan geçtiğini hissetmiş ve altın halının üzerine, buhurdandan yayılan parlak ışıkların en fazla aydınlattığı bölgenin tam ortasına bir gölgenin -melek suretinde belli belirsiz bir gölgenin, Ölüm Meleği’ne ait olduğu düşünülebilecek bir gölgenin-düştüğünü görmüştüm. Ama aldığım azımsanmayacak dozdaki afyonun verdiği heyecanla bunlara pek aldırış etmediğim gibi, bunlardan Lady Rowena’ya da söz etmedim. Şarabı bulduktan sonra odayı yeniden kat ettim ve bir kadeh şarap doldurarak bayılmak üzere olan kanının dudaklarına götürdüm. Biraz kendine gelir gibi olan Lady Rowena kadehi elimden alırken, ben de yanımdaki divana çökerek gözlerimi üzerine diktim. İşte o zaman, yatağın yakınında, halının üzerindeki hafıf ayak seslerini açık seçik işittim ve bir saniye sonra da Rowena kadehi dudaklarına götürürken yakut rengi pırıl pırıl üç dört iri damlanın sanki odanın atmosferindeki görünmez bir kaynaktan sızıyormuşçasına kadehine damladığını gördüm ya da gördüğümü sandım. Ben bunu görmesine gördüm, Rowena fark etmedi. Şarabı duraksamadan içti; ben de bu durumu Rowena’nın biraz önce duyduğu dehşetin, aldığım aşırı dozda afyonun ve gecenin o geç saatlerinin hayal gücümü hastalıklı bir tarzda harekete geçirmiş olmasının bir sonucu olarak düşündüğümden, bundan ona söz etmekten çekindim. Dehşet Hikayeleri

Bununla birlikte, yakut damlaların kadehine düşmesinin hemen ardından kanının sağlığının hızla bozulduğunu kendimden bile gizleyemeyeceğim, öyle ki, üçüncü gece hizmetçiler onu son yolculuğuna hazırlıyorlardı; dördüncü gece ise gelin geldiği bu acayip odada, onun kefene sarılı bedeninin yanı başında tek başıma oturuyordum. Afyonun etkisiyle çılgınca görüntüler gölge gibi gözlerimin önünde uçuşuyordu. Bakışlarımı huzursuzlukla odanın köşelerindeki lahitler üzerinde, duvar örtülerinin sürekli değişip duran şekilleri üzerinde ve tavandan sarkan · buhurdandan kıvranarak çıkan rengarenk alevler üzerinde gezdiriyordum. Evvelsi geceyi anımsadığımda, bakışlarımı buhurdanın parlak ışığı altında bir gölgenin hayal meyal izini gördüğüm yere çevirdim. Ama orada artık gölgeden eser olmadığını görerek rahat bir nefes aldım ve bakışlarını yatağın üzerindeki solgun, kaskatı bedene çevirdim. O zaman, zihnime Ligeia ile ilgili binlerce anı üşüştü -Ligeia’yı böyle kefene bürünmüş gördüğümde hissettiğim o aynı tarifsiz keder, o dile gelmez aynı ıstırapla yüreğim kavruldu. Gece yavaş yavaş sona ererken yüreğim biricik aşkımın acı anılarıyla dolu, gözlerim hala Rowena’nın cesedine dikili öylece oturmaktaydım.Hikaye

Vakit belki gece yarısıydı, belki daha önce, belki de daha geç; bunu tam olarak söyleyemeyeceğim, çünkü zamanın farkında değildim. Çok hafif olmakla birlikte hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıkça işitilen bir hıçkırıkla irkilerek daldığım düşlerden sıyrıldım. Bunun abanoz yataktan -ölüm döşeğinden-geldiğini hissettim. Doğadışı bir dehşetin yol açtığı ıstırapla kulak kabarttım, ama ses yinelenmedi. Cesette bir kıpırtı olup olmadığını görrnek için gözlerimi dört açtımsa da en küçük bir hareket görmedim. Ama yanılmış olamazdım. Ne kadar hafif olursa olsun sesi çok net bir şekilde işitmiştim ve tüm sinirlerim ayağa kalkmıştı. Büyük bir kararlılık ve ısrarla cesede bakmayı sürdürüyordum. Bu esrarı aydınlatacak hiçbir şey olmadan dakikalar gelip geçti. Derken, zor fark edilir, hafif bir kızartının yanaklarından yukarı yükselip gözkapaklarının içeri çökmüş ince damarları boyunca yayıldığını fark ettim. Dile getirmeye kelimelerin yetmeyeceği tarifsiz bir dehşetle kalbimin durayazdığını, oturduğum yerde donup kaldığınu hissettim. Bununla beraber, bir süre sonra görev duygusuyla kendimi toparladım. Cenaze hazırlıklarına başlamakta aceleci davranmış olduğumuzdan kuşku duyamazdım artık – Rowena hala yaşıyordu. Derhal bir şeyler yapmak gerekiyordu, ama odanın bulunduğu kule manastırda hizmetkarların kaldığı bölümden tamamen ayrı ve uzaktaydı -görünürde sesimi duyurabileceğim hiçbir hizmetkir yoktu- odadan uzunca bir süre ayrılmaksızın (ki bunu göze alamazdım) kimseyi yardıma çağıramazdım. Bu yüzden, ruhun henüz büsbütün terk ettmemiş olduğu bedeni yeniden hayata döndürmek için tek başıma uğraşmaya başladım. Ama çok kısa bir süre içerisinde, kan Rowena’nın yanak ve gözkapaklarından yeniden çekildi, benzi eskisinden de çok solup mermerden beyaz bir hal aldı, dudakları iki misli büzüldü, yüzünde ölümün o korkunç ifadesi belirdi; bedenini çabucak iğrenç, yapışkan bir ıslaklık, bir soğukluk kapladı ve anında bir ceset katılığına büründü. Heyecanla firlayıp kalkmış olduğum sedire dehşetten titreyerek yeniden çöktüm ve yeniden kendimi düşlere bırakarak Ligeia’nın hayalini tutkuyla gözlerimin önünde canlandırdım. Hikaye Dehşet Hikayeleri

Aradan bir saat geçmişti ki, bir kez daha yatak tarafından gelen belli belirsiz bir ses duydum. Tanrım, bu mümkün müydü! Dehşetle kulak kabarttım. Sesi yeniden duydum -bir iç çekişti bu. Cesede doğru atıldığımda, dudaklarının titrediğini gördüm – ayan beyan gördüm bunu. Bundan bir dakika sonra, dudaklar sakinleşti ve aralanarak inci gibi bir dizi pırıl pırıl dişi açığa çıkardılar. Ruhuma o zamana kadar tek başına egemen olan derin dehşete şimdi bir de şaşkınlık eklenmişti. Gözlerimin karardığını, aklımı kaçırmak üzere olduğumu hissediyordum, vicdanıının emrettiği görevi yerine getirebilmek için gerekli kuvveti bin bir güçlükle toplayabildim. Rowena’nın alnına, yanaklarına ve boynuna hafif bir pembelik gelmiş, bütün bedenine hissedilir derecede bir sıcaklık yayılmış, hatta kalbi bile hafiften atmaya başlamıştı. Lady Rowena yaşıyordu, iki misli gayrete gelerek onu hayata döndürmeye çalıştım. Şakaklarını ve ellerini ovdum, hafifçe ıslattım; tecrübelerimin ve okuduğum azımsanmayacak sayıda tıp kitabından elde ettiğim bilginin aklıma getirdiği her şeyi yaptım. Ama hepsi boşunaydı. Ansızın rengi soldu, kalp atışları durdu, dudaklarına ölümün ifadesi çöktü, bir an içinde buz kesen vücudu morarıp kaskatı oldu ve günlerdir mezarda yatan birinin o mide bulandırıcı özelliklerine büründü. Yeniden Ligeia’yla dolu düşlerime daldım ve yeniden (bunları yazarken tir tir titriyor olmamda şaşacak ne var?) evet yeniden abanoz karyola yönünden boğuk bir hıçkırık sesi çalındı kulağıma. Ama bu gecenin dile getirilemez dehşetlerini en ince ayrıntılarına kadar anlatmak neye yarar? Şafağın cansız ışınlarıyla ortalığın ağarmasına az bir zaman kalıncaya kadar kaç defa bu iğrenç dirilme sahnesinin yenilendiği, dehşet verici her ölüşün her seferinde onu nasıl geri dönülmez bir şekilde mutlak ölüme yaklaştırdığı, her can çekişmenin nasıl görünmez bir düşmanla mücadele görüntüsü aldığı, her mücadelenin sonunda cesette bilmediğim, anlamadığım ne tür değişiklikler meydana geldiği üzerinde neden durayım ki? Lafı fazla uzattnadan sonuca geliyorum. Hikaye

Bu korkunç gecenin büyük bir bölümü geride kalmıştı; ölü bir kez daha kıpırdadı ve bu defa, daha korkunç ve daha geri dönülmez bir ölümden uyanmasına karşın, o zamana kadarkilerden daha şiddetle kıpırdıyordu. Bense çoktandır mücadele etmek şöyle dursun, kıpırdamaktan bile vazgeçmiş, en az korkuncu ve en az yıpratıcısı belki de ileri derecede dehşet olan şiddetli duyguların girdabıında divanın üzerinde çivilenmiş  gibi çaresizce oturuyordum. Ceset, dediğim gibi, bu defa öncekilerden de şiddetle kıpırdadı. Yaşamın renkleri alışılmadık bir hızla yüzüne yayıldı, kol ve bacakları gevşedi; gözkapakları hala sımsıkı yumulu durmasaydı ve bedenine ceset görüntüsü veren o kefen ve sargılar olmasaydı Rowena’nın artık ölümün zincirlerini kırmış olduğunu pekâlâ düşünebilirdim. O anda tam olarak bu fikirde değildiysem bile, kefene sarılı bu varlığın yataktan kalkıp kapalı gözlerle, uykudan uyanmış birinin şaşkınlığıyla ve  zayıf, sarsak adımlarla odanın ortasına doğru ilerlediğini gördüğümde daha fazla kuşku duyamazdım bundan.Hikaye

Ne titriyor ne de kıpırdayabiliyordum – taş kesilmiştim adeta. Zira, karşımdaki hayaletin havası, boyu bosu ve davranışının bende uyandırdığı anlatılması olanaksız bir yığın düşünce beynime üşüşerek beni felç etmişti. Kıpırdayamıyordum ama gözlerimi hayalete dikmiş bakıyordum. Beynim çıfıt çarşısı gibiydi, düşüncelerimi bir türlü düzene sokamıyordum. Rowena dirilip karşıma mı dikilmişti? Bu gerçekten Rowena olabilir miydi? Tremaineli, sarı saçlı, mavi gözlü Lady Rowena Trevanion? Peki ama neden kuşku duyuyordum bundan, neden? Sargı, ağzını sıkı sıkıya kapatıyordu. Peki, bu ağız, soluk alıp veren Tremaine Lady’sinin ağzı olamaz mıydı? Ya yanaklar? Ömrünün en güzel, en olgun çağının gülleri açmıştı bu yanaklarda – evet bunlar gerçekten de hayata geri dönen Tremaine Lady’sinin güzel yanakları olmalıydı. Ya çene? Tıpkı sağlıklı günlerindeki gibi gamzeli olan bu çene onun çenesi olmayabilir miydi? Ama hastalığından bu yana Rowena’nın boyu mu uzamıştı ne? Bu düşünceyle çılgına döndüm adeta. Bir sıçrayışta kendimi ayaklarının dibine attım! Dokunuşumdan kaçınmaya çalışırken başını saran o korkunç mumlu bezler gevşetip düştü ve upuzun, gür saçlar odanın sıkıntılı havasına dalga dalga döküldü. Bu saçlar gecenin kuzgun kanatlarından daha karaydı! Tam o sırada önümde duran varlığın yavaş yavaş gözlerini araladığını gördüm. “Elbette ya,” diye haykırdım var gücümle, “yanılımış olamam, yanılmam imkansız; bu gözler kaybettiğim aşkımın iri, siyah, çılgın gözleri – evet, bunlar Lady’nin, LADY LIGEIA’nın gözleri! Hikaye

1)Joseph Glanvill (1636-1680), İngiliz deneme yazarı. Bilimsel konulardaki incelemeleriyle olduğu kadar dini konulardaki çalışmalarıyla da ünlüdür. Buradaki alıntı Poe tarafından uydurulmuşa benzemektedir. Glanvill’in bilinen yazıları arasında böyle bir metne ulaşılamamıştır.Hikaye

2) Büyük bir ihtimalle Astoreth, Astarte veya Ishtar olarak da bilen Saydalı tanrıça, Eski Akdeniz uygarlıklannda aşk tanrıçası. Mısırlılar Fenikeli Astoreth’i bereket tanrıçası olarak onurlandırmışlardır.Hikaye

3) Ege denizinde bir Yunan adası. Mitolojide Apollon ve Artemis’in doğum yeri. Artemis, bekaret yemini etrmiş Deloslu kızlar tarafından beklenir.Hikaye

4) Francis Bacon (1561-1626). Büyük İngiliz deneme yazarı. Bacon “Güzellik Üzerine” adlı denemesinde (1625), bu alıntıdaki gibi “exquisite”‘ sözcüğünü değil, “excellent”i kullanır.Hikaye

5) Medici Venüsü ya da MediciAphrodite’si diye bilinen heykeli yapan sanatçı, İÖ üçüncü yüzyıl.Hikaye

6) Frances Sheridan (1724-1766) tarafından yazılan ve Sidney Bidulph imzasıyla yayımlanan “The History of Nourjahad”a gönderme. Hikaye

7) Demokritos (İÖ 460-370): Ruhun madde olduğuna ve gerçekte atomlarla boşluktan başka bir şey olmadığına inanan Yunanlı materyalist filozof “Hakikat hakkında bir şey bilmiyoruz, zira hakikat dipsiz bir uçurumun dibinde yatar” sözleriyle ünlüdür. Hikaye

8) İkizler Takımyıldızı’nın en parlakları olan Kastar ve Polluks adlarını Zeus’un bir ölümlü olan Leda’dan doğma iki çocuğundan alır. Hikaye

9) Şilyak Takımyıldızı’nın (Lyra) iki çiftyıldızı vardır. Parlakolanı Vega yada Alpha Lyrae, daha aşağıda ve solda olanıysa Epsilon Lyrae’dir. Dehşet  

10) Poe, belli ki, Lord Byron’a ailesinden miras kalan ve Byron’ın zaman zaman içinde yaşadığı manastırı düşünüyor. Dehşet  

11) Poe, sık sık, fantastik olanın açıklanması için okuyucuya alternatif olarak “rasyonel” bir yol şunar. Anlatıcının afyon bağımlılığı, inandıncılık için gerekli unsuru sağlayacaktır. Dehşet  

12) Beş kenarlı şekillerin sihirli güçleri olduğu öteden beri kabul edilegelmiştir. Bu şekilIere beşgenden çok beş köşeli üçgen şeklinde birçok eski büyüde rastlanır. Dehşet  

Edgar Allan Poe – Dehşet Hikayeleri

hikaye, hikaye okuma, dehşet, dehşet hikayeleri, korku, korku hikayeleri,Edgar Allen Poe Hikayeleri, öykü, dehşet öyküleri, +18 hikayeler, artı onsekiz hikayeler, ceset, ölü, LIGEIA,

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu