Dünya Klasikleri

Hikaye Oku; Mahşerin Üç Atlısı

“Ben hiçbirimiz Majestelerine hizmette kusur etmemeliyiz dedim,” diye yineledi Grock. “Daha açık söyleyeyim, hepimiz Majestelerini korumalıyız. Öyle ya, krallarımız bizim tanrılarımız sayılmaz mı? Hizmet edilmek ve korunmak onlar için. Onlara hizmet etmek, onları korumak da bizim için.”

Mareşal Von Grock konuşkan bir adam sayılmazdı, hatta daha çok kafasını çalıştıran insanların gözüyle bakılacak olursa pek fazla düşündüğü de söylenemezdi. Bu tip adamlar, ola ki yüksek sesle düşünmeye kalktıklarında, köpekleriyle konuşur gibi düşünmeyi yeğlediklerini kestirmek zor olmasa gerekir. Dahası, böyleleri, köpeklerinin karşısında edebiyat yapmaktan ve cevher yumurtlamaktan küstahça bir zevk bile alırlar. Hiç kuşku yok ki, Teğmen Von Hocheimer’i bir köpekle kıyaslamak haksızlık olur. Çok daha duyarlı ve akıllı bir yaratık olan köpeğe karşı haksızlık olur. Grock’un, düşünebildiği bu nadir anlardan birinde, bir avanak ya da dangalağın karşısında yüksek sesle düşünmenin verdiği rahatlık ve güven içinde olduğunu söylemek herhalde daha doğru olacaktır.

“Kraliyet hanedanımızın tarihine bakılacak olursa, hizmetkârın efendisini hep koruduğu görülür,” diye devam etti Grock, “bu yüzden de en azından başarılı ve güçlü olana her zaman ağlamaklı bir hassasiyetle karşı çıkan dış âlem tarafından sık sık yerilmiştir. Ama biz hiç değilse başarılı ve güçlü olduk. Ems telgrafı(Prusya Kralı I. Wilhelm’in, 13 Temmuz 1870’te tatilini geçirmekte olduğu Ren Bölgesi’ndeki Ems kentinden Şansölye Otto von Bismarck’a gönderdiği telgraf. Bismarck’ın özellikle Fransa’yı kışkırtacak bölümleri seçerek açıkladığı telgraf metni, Fransız-Alman Savaşı’nın (1870-71) başlamasına yol açmıştı.) konusunda kendi efendisini bile aldatan Bismarck’a bela okumuşlardı; oysa bu o efendiyi dünyanın efendisi yapmıştı. Paris alınmış, Avusturya hükümdarı tahtından inmiş, biz de güvende olmuştuk. Bu gece Paul Petrowski ölecek ve biz de yine güvende olacağız. İşte senin bu idam hükmünü bir an önce ulaştırmanı bu yüzden istiyorum. Neden Petrowski’nin derhal idam edilmesi emrini götürmen ve emrin yerine getirildiğini görmeden dönmemen gerektiğini anladın mı şimdi?”

Konuşma özürlü Hocheimer bir selam çaktı; gayet iyi anlamıştı. Zaten bir köpeğin bazı özellikleri onda da vardı: Bir buldog kadar cesur ve ölümüne sadıktı.

Grock, “Hemen atla atma, düş yola,” diye devam etti, “sakın gecikeyim deme, hiçbir engel tanıma. Eğer bir mesaj almazsa salak Arnheim’ın Petrowski’yi bu gece salıvereceğinden eminim. Doludizgin sür atını.”

Teğmen de yeniden selam çakıp geceye atıldı; o görkemli birliğin görkeminin ayrılmaz bir parçası olan o müthiş süvari atlarından birine atladığı gibi, adeta bir duvarın üstünde gidercesine, ufkun karanlığına, zorlu bataklıkların karaltılarına ve solup giden renklerine bakan bayır boyunca uzanan yüksek ve daracık yolda sürdü atını.

Atının toynaklarının son yankıları bataklıktan geçen yolda yitip giderken, Von Grock yerinden kalktı, miğferini başına geçirip gözlüğünü taktı ve çadırının önüne çıktı; ama başka bir nedenle. Tören üniformalarını kuşanmış kurmay subayları ona doğru yaklaşmaktaydı; biraz ötedeki hatlardan selam töreninin sesleri ve yağdırılan komutlar oraya kadar geliyordu. Prens Hazretleri teşrif etmişti.

Prens Hazretleri, en azından görünüşüyle, çevresindekilerle bir karşıtlık içindeydi; hatta başka yanlarıyla da o dünyaya aykırı düşüyordu. Gerçi onun başında da sivri uçlu bir miğfer vardı, ama bu çelik mavisi ışıltılı siyah miğfer başka bir alaya aitti; miğferin, bütün o sinekkaydı tıraşlı Prusyalılar arasındaki uzun, koyu, yumuşacık sakalla birlikteliğinde, bir ölçüde demode de olsa, biraz aykırı biraz düşsel bir bağdaşım gözleniyordu. Uzun, koyu, yumuşacık sakalıyla uyum sağlamasına, uzun, koyu, yumuşacık bir pelerin vardı sırtında; göğsünde en yüksek dereceden Kraliyet Nişanı’nın pırıl pırıl parlayan yıldızı, mavi pelerinin altında da siyah bir üniforma. Gerçi her Alman kadar Almandı, ama yine de çok farklı bir Almanlıktı bu; yüzündeki mağrur, ama düşünceli ifade, hayatının biricik gerçek tutkusunun müzik olduğu efsanesiyle ahenk içindeydi.

Tedirginliğe kapılan Grock, prensin, ülkesinin askeri protokol kurallarının çapraşık geçit töreni içinde belirlendiği üzere hemen birlikleri denetlemeye girişeceği yerde, doğruca hiç açılmamasını istediği konuya dalıp, şarkılarının Avrupa operalarının yarısında söylendiğini duyduğu şu cehennem ateşlerinde yanası Polonyalının ne kadar sevilen biri ve ne kadar büyük bir tehlike altında olduğundan söz açıvermesini son derece sinir bozucu, hatta çileden çıkarıcı bulmakla birlikte, bunu onun eşi benzeri görülmemiş eksantrikliğine bağlama yoluna gitti.

Prens, siyah miğferinin altından sert sert bakarak, “Böyle bir adamı idam etmekten söz etmek çılgınlık,” dedi. “Herhangi bir Polonyalı değil ki o. Bütün Avrupa tapıyor ona. Sonra, müttefiklerimiz, dostlarımız, hatta bizim Almanlar yasa boğulur ve onu tanrılaştırır. Orpheus’u öldüren o kaçık kadınlara mı(Eski Yunan mitologyasında, insanüstü müzik yetenekleri olduğuna inanılan Orpheus, bir Dionysos ayininde rakip Tanrı Apollon’a tapındığı için, ayinde esriyip kendinden geçen Mainad’lar tarafından öldürülür. Ama onun adına kurulan kehanet merkezi, Delphoi’deki kehanet merkezinden de ünlü bir duruma gelir.) benzemek istiyorsun?”

“Majesteleri,” dedi mareşal, “onun için yasa boğulsalar da ölmüş olurdu: Onu Tanrılaştırsalar da ölmüş olurdu. Amacı her ne idiyse artık ulaşamazdı amacına. Her ne yapıyordu ise artık yapamazdı. Ölüm, bütün gerçeklerden daha gerçektir ve ben gerçeklere bayılırım.”

Prens, “Senin dünyada olup bitenlerden haberin yok mu?” diye soracak oldu.

“Anavatanın son ordugâhının ötesinde, dünya umurumda değil,” diye yanıtladı Grock.

“Bak sen şu işe,” diye bağırdı majesteleri, “Weimar’a kafa tutacak olsa Goethe’yi bile asardın sen!”

“Kraliyet hanedanının selameti içinse bir an bile duraksamazdım,” diye yanıtladı Grock.

Prens, kısa bir sessizliğin ardından, sert bir sesle, “Bu da ne demek şimdi?” dedi birden.

“Bir an bile duraksamadım demek,” diye cevabı yapıştırdı mareşal. “Petrowski’nin idam edilmesi için emir gönderdim bile.”

Prens, iri kara bir kartal gibi ayağa kalktı; pelerini görkemli kanatlar gibi uçuşup savruldu; onu bir eylem adamı yapanın nutuk atmaktan çok o anlı şanlı gazabı olduğunu bilmeyen yoktu. Von Grock’la konuşmadı bile; sanki o yanında değilmiş gibi, avazı çıktığı kadar bağırarak, arkalarında hiç kıpırdamadan dikilen tas kafalı, tıknaz komutan yardımcısı General Von Voglen’a seslendi.

“Süvari birliğinin en iyi atı kimin, general? En iyi süvari kim?”

“Arnold Von Schacht’ın atı yarış atlarına nal toplatır,” diye yanıtladı general çabucak. “Kendisi de bir jokey kadar iyi at biner. Beyaz Süvari Alayı’ndandır.”

“Pekâlâ,” dedi prens bu kez çıngıraklı bir sesle. “Hemen atına atlasın, o delice mesajı götüren askerin ardına düşüp durdursun onu. Ona tam yetki vereceğim, umarım mümtaz mareşalimizin bir itirazı olmaz buna. Bana kalem ve mürekkep getirin.”

Pelerinini arkaya savurarak oturdu; hemen yazı gereçleri geldi; önceki bütün emirleri hükümsüz kılarak Polonyalı Petrowski’nin idam kararının kaldırılmasını ve salıverilmesini bildiren emri kurum kurum kurumlanarak bir çırpıda kaleme aldı.

Sonra da, ihtiyar Grock ölüm sessizliğine bürünen odada tarihöncesinden kalma bir taş put gibi gözünü bile kırpmadan dikiledursun, prens pelerini ve süvari kılıcını ardından sürükleyerek hızla çıkıp gitti. O kadar büyük bir hiddete kapılmıştı ki, birlikleri teftiş etmesi gerektiğini hatırlatmayı kimse göze alamadı. Daha çok bir oğlan çocuğunu andırmakla birlikte, beyaz süvari üniformasının göğsü madalyadan geçilmeyen, kıvırcık saçlı ateş parçası gibi bir delikanlı olan Arnold Von Schacht, topuk selamı çakıp katlanmış kâğıdı prensten aldı; sert adımlarla dışarı çıkıp atına atladı, dik ve dar yolda bir gümüş ok gibi uçtu, bir akanyıldız gibi ağdı.

Yaşlı mareşal ağır ağır, sessiz sakin çadırına döndü, sivri uçlu miğferiyle gözlüğünü ağır ağır, sessiz sakin çıkarıp her zamanki gibi masanın üstüne bıraktı. Sonra çadırın hemen önünde bekleyen emir erlerinden birini çağırdı, derhal Beyaz Süvari Alayı’ndan Çavuş Schwartz’ı bulmasını emretti.

Az sonra, zayıf ama çakı gibi bir adam mareşalin karşısındaydı; çenesinde iri bir yara izi vardı, bir Alman için fazla esmer sayılırdı, yılların fırtınaları, dumanlı kirli havası karartmadıysa elbette. Mareşal ağır ağır başını kaldırırken, selam çakıp dimdik hazırola geçti. Ve imparatorluk mareşali ve buyruğundaki tüm generaller ile bu zavallı çavuş parçası arasındaki derin bir uçuruma karşın, bu hikayede tüm anılanlar arasında yalnızca bu iki adamın birbirlerini tek bir söz etmeden, bir bakışta anladıkları belliydi.

“Çavuş,” dedi mareşal kestirmeden, “seni daha önce iki kez görmüştüm. Biri, sanırım, karabinayla atıcılık yarışmasında ordu ödülünü kazandığındaydı.”

Çavuş selam çaktı ve bir şey demedi.

“Bir seferinde de,” diye devam etti Von Grock, “bize pusu hakkında bilgi vermeye yanaşmayan o lanet olasıca ihtiyar kadını vurduğun için sorguya çekilmiştin. O zaman bu olay bizim çevrelerde bile hakkında pek çok laf edilmesine yol açmıştı. Ama nüfuz senden yana kullanılmıştı. Ben nüfuzumu kullanmıştım.”

Çavuş bir kez daha selam verdi; hâlâ suskundu. Mareşal, tekdüze bir sesle de olsa garip bir açık yüreklilikle sözünü sürdürdü.

“Prens Hazretleri, hem kendisinin, hem de anavatanın güvenliği açısından hayati önem taşıyan bir konuda yanlış bilgilendirilmiş ve aldatılmış. Bu yanlış yüzünden de düşünmeden bir karar vermiş, bu gece idam edilecek olan Polonyalı Petrowski’nin bağışlanması için bir emir göndermiş. Tekrar söylüyorum: Bu gece idam edilecek olan. Hemen atına atla, af emrini götüren Von Schacht’ın peşine düş, durdur onu.”

“Mareşalim, ona yetişmem ne mümkün,” dedi Çavuş Schwartz. “Onun atı alayın en hızlısı, o da alayın en iyi süvarisi.”

“Sana ona yetiş demedim,” dedi Grock, “Onu durdur dedim.” Sonra sesini biraz alçattı: “Bir adamı durdurmanın ya da geri döndürmenin bin bir yolu vardır: Ne bileyim, bağırırsın ya da ateş edersin.” Sesini biraz daha alçaltarak devam etti: “Mesela, bir karabinanın ateşlenmesi dikkatini çekebilir.”

Bunun üzerine, esmer çavuş üçüncü kez selam durdu ve yine hiç sesini çıkarmadan zalimce sırıttı.

“Bu dünya lafla, suçlamalarda bulunarak ya da övgüler düzerek değil, yapılan eylemle değişir,” dedi Grock. “Eylem geri dönülmemecesine değiştirir dünyayı. Şu anda da yapılması gereken eylem, bir adamın öldürülmesi.” Sonra bir çelik gibi ışıldayan gözlerini karşısındakine dikerek ekledi: “Hiç kuşku yok ki, Petrowski’den söz ediyorum.”

Çavuş Schwartz bu kez daha da zalimce sırıttı ve çadırın eteğini kaldırıp karanlığa daldı, atına atlayıp yola koyuldu.

Üç süvariden sonuncusu, hayal gücünü çalıştırma konusunda ilkinden bile daha beceriksizdi. Ama o da, kusursuz olmasa da önünde sonunda insan olduğundan, böyle bir gecede böyle bir göreve giderken, çevresindeki amansız görünümün bunaltıcılığını yüreğinde hissetmeden edemedi. O sarp yol boyunca, deryalardan bin kez acımasız bir uçsuz bucaksızlığın ortasında atını sürüyordu. Çünkü insan orada yüzemeyeceği gibi bir sandalı da yüzdüremezdi, insanın elinden hiçbir şey gelmezdi orada; dibe batardı, o kadar, çırpınmak bile boşunaydı. Çavuş, insanlığın başlangıcından beri var olan balçığın katı da, sıvı da olmayan, her türlü biçimden yoksun, ama her şeye biçim veren varlığını duyumsar gibi oldu.

Kuzey Almanya’daki binlerce ruhsuz, akıllı adam gibi o da tanrıtanımazdı; ama insanlığın ilerlemesinde yeryüzünün doğal çiçeklenmesini görebilen o mutlu paganlardan sayılmazdı. Önündeki dünya, yeşilliklerin ya da canlıların boy atıp geliştiği, meyve verdiği bir çayır değildi; tekmil canlıların dipsiz bir kuyuya düşercesine sonsuza dek gömülecekleri bir cehennemdi; aklından bunların geçmesi, böylesine iğrenç bir dünyada yerine getirmek zorunda olduğu bütün o tuhaf görevlere duygusuzca bakmasını sağladı. Yukarıdan önüne serilmiş bir harita gibi görünen, dümdüz bitki örtüsünün gri-yeşil kabartıları bir gelişimden çok bir hastalık çizelgesini andırıyordu; ve karayla kuşatılmış bu gölcükler sudan çok zehirle dolup taşıyor olabilirdi. İnsanların gölcüklerin zehirlenmesi konusunda kopardıkları bütün o yaygaralar düştü aklına.

Ama, genellikle pek fazla düşünmeyen insanların çoğu düşüncesi gibi, çavuşun bu düşündükleri de, bilinçaltındaki bir baskının sinirlerini bozmasından ve pratik zekâsını etkilemesinden kaynaklanıyordu. Asıl gerçek, önünde dümdüz uzanan yolun yalnızca iç karartıcı değil, aynı zamanda git git bitmeyecekmiş gibi görünmesiydi. İzlediği adamı uzaklarda hayal meyal de olsa görmeksizin bu kadar uzun süre at sürebileceğini rüyasında görse inanmazdı. Şimdiden bu kadar yol almış olduğuna bakılırsa, Von Schacht’ın atı gerçekten de dünyanın en hızlı atı olsa gerekti; çünkü ne kadar hızlı giderse gitsin yola çıkalı o kadar da uzun bir zaman olmamıştı. Gerçi Schwartz ona yetişmesinin mümkün olmadığını söylemişti, ama o güne kadar edinmiş olduğu uzaklık duygusu, Von Schacht’ın az sonra görüneceğini söylüyordu. Ve çok geçmeden, tam umarsızlık ıssızlığın üstüne çöküp baskın çıkacakken, onu görüverdi.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5Sonraki sayfa

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu