Dehşet Hikayesi “BİR CARCOSA SAKİNİ”
Dehşet Hikayesi “Bir Carcosa Sakin” Ölümün farklı biçimleri vardır, bazılarında beden geride kalır ve bazılarında da ruhla birlikte çok uzaklara gider, kaybolur. Bu genelde, yalnızca tek başınayken olur -Tanrı’nın buyruğu böyledir çünkü- ve biz de sonunu görmediğimizden adamın kaybolduğunu ya da uzun bir yolculuğa çıktığını söyleriz; çıkmıştır da sahiden; ama bazen bu bir dolu şahitlerin verdikleri ifadelerin de kanıtladığı gibi, birçoklarının gözü önünde de gerçekleşebilir. Bir ölüm çeşidinde ruh da ölür ve bunu, beden yıllar boyunca dinç kalırken yapar. Bazen katı gerçeklerle de onaylandığı gibi, bedenle birlikte ölür,ama bir zaman sonra, bedenin çoktan çürüdüğü o yerde tekrar ayağa kalkar.
Hali’nin -Tanrı onu da huzura erdirmiştir- bu sözleri üzerine kafa yorup derin anlamlarını sorgularken, üstü kapalı bir lafla karşılaşıp da yine de lafın arkasında farkına vardığından başka bir şey olup olmadığından kuşkulanan herkes gibi, yüzüme çarpan buz gibi ani bir rüzgâr beni fiziksel dünyaya geri döndürene dek nerelere doğru gezindiğimin farkına varmamıştım. Şaşkınlık içinde anla dım ki, her şey farklı görünüyordu. Her bir yanımda, ağustos rüzgârında Tanrı bilir hangi gizemli ve huzursuz edici telkinle hışırdayıp ıslık çalan kurumuş çimlerden oluşan uzun bitki örtüsüyle kaplı iç karartıcı ve ıssız, engin bir ova uzanmaktaydı. Yukarısında önceden öngörülmüş bir olayın neticesini izlemek için kafalarını kaldırmış gibi uzun aralıklarla çıkıntı yapan, birbirlerine, sanki birbirlerinin ne demek istediklerini anlıyormuş gibi rahatsız edici derecede ciddiyette bakışlar fırlatıyormuşa benzeyen, garip şekilli ve iç karartıcı renklere sahip kayalar duruyordu. Orada burada birkaç kavrulmuş ağaç, bu art niyetli, suskun bekleyişin elebaşılarına benziyorlardı.
Güneşin görülemiyor olmasına karşın günün oldukça ilerlemiş olması gerektiğini düşündüm. Rüzgârın soğuk ve dondurucu olduğu hissedilebilir olmasına rağmen bu gerçeğe ilişkin farkındalığım fiziksel olmaktan çok, zihinseldi, bir rahatsızlık hissetmiyordum. Bütün bu kasvetli manzaranın üzerinde, kurşuni renkli alçak bulutların kapladığı bir gökkubbe gözle görülür bir lanet gibi asılı duruyordu. Bütün bunların içinde bir tehdit, bir işaret gizliydi; etrafta kol gezen kötülüğe dair bir ipucu, bir kıyamet iması. Kuş, hayvan ya da böcek yoktu hiç. Rüzgâr, ölü ağaçların çıplak dallarının arasında iç geçiriyor ve çimler, dehşet dolu sırlarını yeryüzüne fısıldamak için eğiliyorlardı; ama o kasvetli yerin berbat, tüyler ürpertici sükûnetini bozan, bundan başka hiçbir ses ya da hareket yoktu.Çimenliğin arasında, hava koşullarının yıprattığı ve bir aletle şekillendirdikleri her hallerinden belli olan birkaç taş buldum. Kırılmış, yosun tutmuşlardı ve yarıya kadar yere gömülüydüler. Bazıları yere kapaklanmış, bazıları farklı açılarla bükülmüştü, ancak hiçbiri dik durmuyordu. Bunlar belli ki mezar taşlarıydı, mezarların kendileri artık tümsekler ya da çökükler olarak görülmüyorlardı; aradan geçen yıllar mezarların hepsini düzlemişti. Oraya buraya dağılmış iri kıyını yığınlar, azametli bir türbenin ya da iddialı bir anıtın bir zamanlar hiçleşmeye karşı aciz meydan okuyuşunu nerede gerçekleştirdiğini gösteriyorlardı. Bu kalıntılar, abesle iştigalin izleri ve şefkatle dindarlığın anıtları o kadar eski, o kadar hırpalanmış, aşınmış ve lekelenmiş; bu yer o kadar terk edilmiş, unutulmuş görünüyordu ki kendimi, adları çoktan tarihe karışmış tarih öncesi bir insan ırkının gömüldüğü bir yerin kâşifi olarak düşünmeden edemiyordum.
Kafam bu düşüncelerle doluyken, kendi deneyimlerimin gelişimine bir an ilgisiz kaldım, ama kısa sürede “Buraya nasıl geldim?” diye düşünmeyi başardım. Bir anlık bir düşünce, bütün bunları açıklığa kavuşturmama ve aynı zamanda da, rahatsız edici de olsa gördüğüm ya da duyduğum her şeyi hayal gücümün her şeyi hangi kendine özgü bir karakterle yarattığını açıklayabilmeme yetti. Hastaydım. Aniden meydana gelen bir hummanın beni nasıl bitkin düşürdüğünü ve ailemin, sayıklama nöbetlerim sırasında devamlı özgürlük ve temiz hava diye bağırdığımı anlattığını ve evin dışına kaçmamı engellemek için beni yatakta tuttuklarını artık hatırlıyordum. Şimdi ziyaretçilerimin bütün tedbirlerini atlatmış ve buraya doğru gelmiştim; ama nereye? Hiçbir tahmin yürütemiyordum. Belli ki yaşadığım şehirden çok uzaklara, şu ünlü antik şehir Carcosa’ya.
Hiçbir yerde herhangi bir yaşam belirtisi görülemiyor ve duyulamıyordu; yükselen dumanlar, bekçi köpeğinin havlamaları, sığırların böğürmeleri, oynayan çocukların bağırmaları yoktu, gizem ve ürperti dolu havasıyla, kendi hastalıklı beynimin ürünü olan bu kasvetli gömülme bölgesinden başka hiçbir şey. Orada, kimsenin elinden hiçbir şeyin gelmeyeceği bir sayıklama nöbetiyle çılgına dönmüyor muydum yine? Gördüklerimin HEPSİ sahiden de deliliğimin ürünü birer hayal değiller miydi? Un ufak olmuş taşlarla solmuş otlar arasında yürürken bile eşlerimle oğullarımın isimlerini haykırdım, ellerimi uzatıp onların ellerini aradım.
Arkamdan gelen bir ses geriye dönmeme sebep oldu. Vahşi bir hayvan, bir vaşak bana doğru yaklaşıyordu. Aklıma şu düşünce geldi: Eğer burada, çölde yıkılır kalırsam, eğer humma geri gelir de ben onu görmekte başarısız olursam, bu hayvan boğazıma yapışır. Haykırarak ona doğru atıldım. Ona neredeyse dokunabilecekken, sakinleşip bir kayanın ardında kayboldu.
Bunun hemen ardından, az ilerimde yerin akından bir adamın kafası çıktı sanki. Doruğu, genel yükseltiden zor ayırt edilen alçak bir tepenin gerisindeki yokuştan iniyordu. Az sonra bedeninin tamamı, gri bulutların oluşturduğu arka planın önünde görüş açıma girdi. Yan çıplaktı; vücudunun diğer yarısı da hayvan postlarıyla kaplıydı. Saçı taranmamış, sakalı uzun ve derbederdi. Bir elinde okla yay taşıyordu; diğerindeyse arkasında uzun, kara bir duman izi bırakan parlayan bir meşale. Sanki uzun çimlerin gizlediği açık bir mezara düşmekten korkarcasına yavaş yavaş ve tedbirli yürüyordu. Bu garip varlık beni şaşırttı, ama paniğe sürüklemedi ve önüne çıkıp, yakalama yolunu seçerek onu neredeyse yüz yüze karşıma alıp, şu tanıdık selamlamayla yanına yaklaştım: “Tanrı seni korusun.”
Ne benimle ilgilendi ne de hızını azalttı.
“iyi kalpli yabancı,” diye devam ettim, “hastayım ve kayboldum. Bana tarif et Carcosa yolunu, yalvarırım sana.”
Adam, birden bilinmeyen bir dildeki barbarca bir nağme haykırmaya başlayarak yanımdan geçip gitti.
Çürümüş bir ağacın dalındaki bir baykuş kederle öttü ve uzaklardaki bir başka baykuş cevapladı. Yukarı baktığımda, bulutlardaki ani bir gediğin arasından Aldebaran’la Uya des’i gördüm! Bütün bunlarda geceye dair bir ima vardı; Vaşak, meşaleli adam ve baykuş. Yine de görebiliyordum, hatta karanlığın yokluğunda yıldızları bile görebiliyordum. Göre biliyordum, ama belli ki ne beni gören ne de duyan vardı. Ne biçim bir korkunç büyü al tındaydım?
Yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu ciddi ciddi düşünmek üzere heybetli bir ağacın dibine oturdum. Deli olduğumdan artık kuşku duyamazdım, ancak inancımda, bir kuşkunun filizlendiğini fark ettim. Hummadan eser kalmamıştı. Bütün bedenimde, daha önce hiç bilmediğim bir zindelik ve dinçlik hissi vardı; zihinsel ve fiziksel bir coşkunluk duygusu. Duyularımın hepsi tetikte gibiydi; havayı hantal bir madde olarak algılıyor, sessizliği duyabiliyordum.
Oturduğumda gövdesine yaslandığım çift köklü heybetli ağacın heybetli köklerinden bir parçası da diğer bir kökün oluşturduğu girintiden pörtleyen bir taş parçasına sarılmıştı. Böylece taş, büyük ölçüde çürümüş olsa da hava şartlarından kısmen korunuyordu. Kenarları yuvarlaklaşmış, köşeleri ufalanmış, yüzeyi ise bir hayli çizilmiş ve soyulmuştu. Taşın çevresindeki toprakta parıldayan evrenpulu parçacıkları görülebiliyordu; çürüyüşünün izleri. Bu taş belli ki, ağacn yıllar önce üzerinde bittiği mezarı işaretlemekteydi. Ağacın müşkülpesent kökleri mezarı soymuş, taşı da tutsak almıştı.
Ani bir rüzgâr, bazı kuru yapraklarla ince dalları taşın üst yüzeyinden süpürdü; kabartma harflerle kazınmış bir ithaf gördüm ve okumak için eğildim. Cennetteki yüce Tanrım! BENİM adım ve soyadım! BENİM doğum tarihim! BENİM ölüm tarihim!
Ben, dehşet içinde ayağa fırlarken dikey bir ışık demeti ağacın bir yanını bütünüyle aydınlattı. Güne, gül rengi doğuya doğru gökyüzünde yükseliyordu. Ağaçla güneşin geniş ve kızıl yuvarlağının ortasında dikildim -ağacın gövdesine onu karartacak hiçbir gölge düşmedi!
Uluyan bir kurtlar korosu şafağı selamladı. Onları, çöl manzaramın yarısını doldurup ufka kadar uzanan düzensiz tümseklerle tepeciklerin üstlerinde tek tek ve gruplar halinde kalçalarının üzerine oturmuş görüyordum. Ve sonra biliyordum ki bunlar, ünlü antik şehir Carcosa’nın kalıntılarıydı.
Hoseib Alar Robardin’in ruhunun, medyum Bayrolles’a aktardığı gerçekler bunlardır.
AMBROSE BIERCE
hikaye, korku hikayesi, korku hikayesi okuma, +18 hikaye, dehşet hikayesi, antik şehir, dehşet öyküleri, dünya klasikleri,