“Kese” Hikayesi
Hikaye oku; Sıcak, kalabalık, gürültü, bir de iskeleden eve kadar yürüyünce bayağı yorulmuşum. Elimdeki paketleri bırakıp kendimi balkona attım, hasır koltuğa oturdum, “Oh! Dünya varmış! Biraz nefes alayım, kendime geleyim.”
Gerçekten yorulmuşum, nerdeyse içim geçmek üzereydi ki küçük oğlum bir elinde yeni keten cekedi, öbür elinde dikiş kutusu ve okuma gözlüğümle çıkageldi. “Anne şunu tamir eder misin?” dedi telaşla “Arkadaşlarla buluşacağız, tam çıkarken cebi kapının koluna takıldı.”
Güldüm, “Olur’’ dedim “tam donatım gelmişsin, ver bakayım,” Gözlüğümü taktım. Fazla bir hasar yoktu, yalnız cep boydan boya sökülmüştü. Düzgünce iğneleyip dikmeye başlamıştım ki İsmet beyin kesesi geldi aklıma.
İsmet bey karşımızdaki evde oturan ilginç bir adamcağız. Yalnız yaşar, kocaman bir tekir kediden başka kimsesi yok. Haftada bir, iki gün gelip evi temizleyen, yemek yapan kadını saymazsak.
İsmet bey bir sosyolog, bir araştırmacı yazar. Çok okur, gerçekten çok okur ve araştırır, güzel kitaplar yazar. “Sosyoloji insanı tümüyle kavrayan bir bilimdir” der. “Bunun için bir sosyolog pek çok konuda, kendini yetiştirmeli, okumalı, araştırmalıdır; tarih, ekonomi, hukuk, şehircilik, psikoloji hatta biyoloji ” Çok titiz çalışır, ince ince araştırır, belgeler bulur, inceler, çıkardığı sonuçların yaptığı yorumların mantıklı ve özellikle de bilimsel olmasına özen gösterir. Hemen hemen bütün kitaplarını okudum. Ne yalan söyleyeyim, ilk başlarda biraz sıkılmış, izlemekte zorlanmıştım yazdıklarını. Sonra ‘araştırma’ okumanın keyfine vardım, tiryakisi oldum, yalnız İsmet beyin değil başka araştırmacı sosyologların da kitaplarını zevkle okumaya başladım. Velhasıl İsmet bey, belki de kendisi hiç farkında olmadan, bana yol gösterdi, hocalık etti.
Bugün, İstanbul’ dan, alışverişten Ada ya dönerken vapurda karşılaştık İsmet beyle. Sonra da iskeleden eve kadar birlikte yürüdük. Oradan, buradan konuştuk yol boyunca, İstanbul’un kalabalığından, gürültüsünden yakındık. Elinde kocaman bir çanta, bir de poşet vardı. Yeni çalışması için birkaç kitap almış, bulduğu belgelerin fotokopilerini çekmiş, notlar çıkartmış, dosyalar düzenlemiş, değerli bir hazine gibi keyifle taşıyordu ağır yükünü.
“Bu kadar çok kitabı, dosyayı nasıl muhafaza ediyorsunuz Allah aşkına?”dedim “Nereye koyuyorsunuz? Ben bizim evdeki üç beş kitabı bile bir yerlere sığdıramıyorum, ne yapacağımı şaşırıyorum.” Sakin bir sesle “Keseme” dedi. “Kesenize mi?” Yanlış duyduğumu sanmıştım. “Evet” dedi “keseme.” Yüzünde yakalayacağım ilk muziplik belirtisinde kahkahayı basmaya hazır, dudaklarımı büzüp, “ilahi İsmet bey” dedim “ömürsünüz, keseye ha?” İsmet bey hiç de şaka yapıyor gibi değildi. Ciddi bir ifadeyle “Evet, hanımefendi, o sihirli bir kesedir ”dedi. “Eğer kitaplarınızı severek okursanız, okuduğunuzu anlar özümser bir şeyler öğrenirseniz, yazarın fikirlerine – beğenmeseniz dahi -saygı gösterirseniz tüm kitaplar, dosyalar belgeler kağıtlar sığar bu keseye.” Gülümsedi. Evin önüne gelmiştik. Başıyla nazik bir selam verdi. “İyi günler efendim” deyip, kendi evine doğru uzaklaştı. Arkasından şaşkın ve utanmış baka kaldım. Doğrusu ya, aptalca bir soru sorup, bu dersi haketmiştim.
Birden, adımın çağrıldığını duydum. İsmet bey balkonun altında durmuş bana sesleniyordu. “Buyurun” dedi “bir tane de size getirdim. Elindeki küçük kırmızı keseyi uzatıyordu “Bir deneyin haklı olduğumu göreceksiniz.” Keseyi aldım. Ben şaşkın teşekkür etmeye çalışırken o, yine başıyla nazik bir selam verip uzaklaştı. Elimdeki küçük kırmızı keseyi bir süre hayretle inceledim.. Basbayağı bir keseydi işte. Kırmızı keten gibi bir kumaştan yapılmış, ağzını büzmek için de yine kırmızı bir kordon geçirilmiş, hiç süslemesiz, dümdüz bir kese.
Koşarak içeri girdim, doğruca kütüphanenin önüne gittim. Kendimden son derece emin bir şekilde İsmet beyin kitaplarını, keseye koymak üzere, kucaklayıp raftan indirdim. Ama! 0 da ne? Değil bütün kitapları bir tekini bile hatta bir tek sayfasını bile bu küçücük keseye, Sığdırmak mümkün değildi. Kesede hiçbir hareket yoktu, olduğu gibi duruyordu. “Anlaşılan” dedim, kendi kendime, “bu adamcağızın yazdıklarını pek de iyi anlayamamışım.“ İsmet beyin kitaplarını bıraktım, korkumdan diğer araştırma, felsefe kitaplarını da geçtim, birkaç klasik roman seçtim raftan, Dostoyevski, Tolstoy, Hemingway. Heyhat! Sonuç yine aynı, kesede hiçbir hareket yok. İyice canım sıkıldı, moralim bozuldu. “Suç ve Ceza’yı okuyalı kaç yıl oldu? Onbeş mi, yirmi mi? İyice anlamış mıydım acaba? Ya Çanlar Kimin İçin Çalıyor? Mesajı neydi? Aklımda ne kalmıştı o kitaptan? Kahramanları kimdi nasıl davranıyordular?…”
Ümitsizce birkaç basit macera, polisiye denedim. Yok. yok. yok! Kesede hiçbir hareket yok. Kütüphanenin önünde, kese elimde, dehşet içinde bir o yana bir bu yana, seğirtirken, en üst rafın dibinde bir kitap ilişti gözüme. Çalıkuşu! “Eh! Bunu da severek okumamış, anlamamış, özümsememiş olamam ya! Neredeyse ezbere okuyabilirim o güzelim koca kitabı.” Kafamda Çalıkuşunun önemli sahneleri, Gülbeşeker,- hay Allah, evlat edindiği kızın adı neydi? bir sandalye çekip üst rafa tırmandım, heyecanla kitabı aldım. Sakinleşmeye çalışarak gidip bir koltuğa oturdum. Derin bir nefes aldım. Çalıkuşu’nu keseye koymaya çalıştım. Çalıkuşu! Çalıkuşu da direndi. inat etti. bir köşesi bile girmedi keseye.
Yıkılmıştım, dehşet içinde oturduğum yerden etrafıma, kütüphaneye, odaya bakıyor, keseye sokabileceğim bir kitap, bir kağıt arıyordum. Günlük gazeteler sehpanın üzerindeydi, ama onları daha okumamıştım ki. Ah, ne kadar zavallı ve çaresiz bir durumdaydım. Birden etejerin üstünde duran küçük telefon defterimi gördüm. Çılgınlar gibi yerimden fırladım. Defteri elime alıp boru gibi büktüm, kesenin ağzını iki parmağımı içine sokup iyice açtım “Bu sefer gireceksin” diye haykırdım kendimden geçmişcesine “bu sefer gireceksin, kurtuluş yok!”
“Anne! Anne ne yapıyorsun? Hey anne!” Silkinip ‘ başımı kaldırdım. Küçük oğlum karşımda durmuş hayretle bana bakıyordu. “iyi misin?’’ dedi gülerek “Ne yapıyorsun öyle? Diktiğin cebin sağlamlığını mı deniyorsun?” Hala kendime gelememiştim. Tam, “yok” kitapları keseye koyuyorum” diye bir şeyler mırıldanıyordum ki, ne yaptığımın farkına vardım. Tamir ettiğim cekedin bir kolunu boru gibi bükmüş, içine iki parmağımı sokarak ağzını iyice açtığım yeni dikilmiş cebe tıkıştırmaya uğraşıyordum. “Hay Allah, dalmışım” diye güldüm. Cekedi düzeltip soran gözlerle yüzüme bakıp duran oğluma verdim. Bir anlık bir tereddüt geçirdim. Sonra “Dur“ dedim “dinle, sana önemli bir şey söyleyeceğim”
Ona İsmet beyin kesesini ve gördüğüm rüyayı anlattım. Umarım anlamıştır.
Ayşe Engin – Küçük Dünyalar Küçük Rüyalar