Korku Hikayeleri

Korku Hikayesi; Hayaletin Laneti 4. Bölüm

Aramızda yeterince mesafe olduğuna emin olmak için on dakika bekledikten sonra ağır çantasını sırtlanıp tepeden aşağı, çan kulesine doğru inmeye başladım. Kasabaya varınca bu kez katedrale doğru tırmanmaya ve yaklaşınca da kalacağım hanı aramaya başladım.

Gerçekten de çok sayıda han vardı; parke taşlı sokakların hemen hepsinde bir tane vardı, ama sorun şu ki hepsinin isminde şu ya da bu şekilde kilise geçiyordu. Piskopos’un Asası, Çan Kulesi Hanı, Neşeli Rahip, Piskoposluk Tacı ve Kitap’la Mum içlerinden yalnızca birkaçıydı. En sonuncusu bana Priestown’a geliş amacımızı hatırlatıyordu. Hayalet’in erkek kardeşinin de yaşamı pahasına öğrendiği gibi kitaplar ve mumlar karanlığa karşı pek işe yaramıyordu. Bunlara ilaveten çan kullanılsa bile.

Çok geçmeden Hayalet’in, işleri kendisi için kolaylaştırırken benim için çok zor bir hale soktuğunu anladım. Uzun bir süre Priestown’ın labirenti andıran dar sokaklarında ve onları birbirine bağlayan geniş caddelerde dolaştım. Fylde Yolu’na ve sonra tek bir kapıya bile rastlamadığım Rahipkapı Sokağı’na saptım. Kaldırımlar çok kalabalıktı ve insanların çoğu acele ediyor gibiydi. Rahipkapı’nın sonundaki büyük pazar bugünlük kapanıyordu, ama birkaç müşteri hâlâ ucuza bir şeyler alabilmek için tüccarla sıkı pazarlık ediyordu. Havada çok kuvvetli bir balık kokusu vardı ve büyük bir martı sürüsü tepemizde ciyaklayıp duruyordu.

Ara sıra siyah pelerinli birini gördüğümde hemen yolumu değiştiriyor ya da karşıya geçiyordum. Bir kasabada bu kadar çok rahip olduğuna inanmak zordu.

Sonra, uzakta nehri görene kadar Balıkçıkapı Tepesi boyunca yürüyüp aynı yoldan geri döndüm. En sonunda bir daire çizerek başladığım yere geldim ama aradığımı bulamamıştım. Kimseden beni adının içinde kiliseyle ilgili hiçbir şey olmayan bir hana yönlendirmesini isteyemezdim, çünkü deli olduğumu düşünürlerdi. Dikkatleri üstüme çekmek, yapmak istediğim en son şeydi. Hayalet’in ağır, siyah deri çantasını sağ elimde taşımama rağmen yine de birçok meraklı bakışın bana çevrildiğini hissedebiliyordum.

Hava kararmak üzereyken, aramaya ilk başladığım yerde, katedralin yakınlarında kalacak bir yer buldum, en sonunda. Kara Boğa isminde küçük bir handı.

Hayalet’in çırağı olmadan önce hiç handa kalmamıştım, babamın çiftliğinden uzaklaşmak için bir nedenim olmamıştı. O günden bu yana belki de yarım düzine handa geceledim. Aslında çok daha fazlası olmalıydı, çünkü çoğu zaman seyahatteydik ve bu, bazen birkaç gün sürüyordu. Fakat Hayalet tutumlu davranmaktan hoşlanıyordu ve hava gerçekten çok kötü olmadıkça bir ağaç altı ya da bir ahırın geceyi geçirmek için yeterli olduğunu düşünüyordu. Yine de ilk defa bir handa yalnız başıma kalıyordum ve kapıdan girerken gergin olduğumu fark ettim.

Dar giriş, tek bir fenerin aydınlattığı geniş, kasvetli bir odaya açılıyordu. Boş masa ve sandalyelerle doluydu, en uçtaysa ahşap bir tezgâh vardı. Tezgâh sirke kokuyordu, ama çok geçmeden, bu kokunun ahşaba sinmiş bayat bira kokusu olduğunu fark ettim. Tezgâhın hemen sağında küçük bir ipten sarkan bir çan vardı, ben de onu çaldım.

Çok geçmeden tezgâhın arkasındaki bir kapı açıldı ve iri ellerini büyük, pis bir beze silen kel bir adam göründü.

“Geceyi geçirmek için bir oda istiyorum lütfen,” dedim ve hemen ekledim, “Daha uzun süre kalmam da gerekebilir.”

Bana sanki ayakkabısının tabanında gördüğü bir şeymişim gibi baktı, ama cebimden gümüş parayı çıkarıp tezgâha koyunca bakışları çok daha sevecen bir hal aldı.

“Akşam yemeği ister misiniz efendim?” diye sordu.

Başımı iki yana salladım. Zaten oruç tutuyordum, ama kirli beze bir bakış atmam iştahımı kaçırmaya yetmişti.

Beş dakika sonra odama çıkıp kapıyı kilitlemiştim. Yatak darmadağındı ve çarşaflar pisti. Hayalet şikâyet ederdi biliyorum, ama tek istediğim uyumaktı ve bu, rüzgâr alan bir ahırdan çok daha iyiydi. Yine de pencereden dışarı bakarken evimi, Chipenden’ı özlediğimi hissettim.

Yeşil bahçenin içinden geçerek batıdaki bahçeye uzanan beyaz patika ve Parlick Doruğu’yla diğer kayalık araziler yerine görebildiğim tek manzara, her birinden kara dumanların yükseldiği bacaları olan tam karşıdaki sıra sıra pis evlerdi.

Ben de yorganı açmadan yatağa uzandım ve uykuya dalarken hâlâ Hayalet’in çantasının saplarını sıkı sıkı tutuyordum.

Sabah saat sekizi biraz geçe katedrale doğru ilerliyordum. Çantayı odama kilitlemiştim çünkü bir cenaze törenine o çantayla gitmek garip görünürdü. Onu handa bırakmak beni biraz endişelendiriyordu, neyse ki hem çantanın hem de kapının kilidi vardı ve her iki anahtar da cebimde güvendeydi. Yanımda bir üçüncü anahtar daha taşıyordum.

Hayalet bu anahtarı bana deşiciyle ilgilenmem için Horshaw’a gittiğimde vermişti. Büyük erkek kardeşi, çilingir Andrew tarafından yapılmıştı ve çok karmaşık olmadığı sürece her kilidi açabiliyordu. Geri vermiş olmalıydım ama Hayalet’te bundan birden çok olduğunu biliyordum ve geri istemediği için tutmuştum. Çıraklığa başlarken babamın verdiği çıra kutusu gibi çok kullanışlıydı. Onu da hep cebimde taşıyordum. Daha önce de onun babasına aitti ve bu bir aile geleneği halini almıştı, hele hayaletlik mesleğini devam ettiren biri için çok faydalı bir gelenekti.

Çok geçmeden tepeye tırmanmaya başladım, çan kulesi solumda kalmıştı. Islak bir sabahtı, yoğun bir şekilde çiseleyen yağmur tam yüzüme çarpıyordu ve ben çan kulesi hakkında yanılmamıştım. Kulenin en az üçte biri güneybatıdan hızla gelen bulutlarca sarıldığından gözden kaybolmuştu. Havada ağır bir lağım kokusu vardı ve her evin bacasından çıkan duman bir şekilde yol seviyesine çöküyordu.

İnsanların çoğu alelacele tepeye çıkıyordu. Bir kadın neredeyse koşarak yanımdan geçti, peşi sıra sürüklediği iki küçük çocuğun yetişebileceğinden çok daha hızlı gidiyordu.

“Hadi! Acele edin!” diye onları azarladı. “Kaçıracağız.”

Bir an için onların da cenazeye mi gittiklerini düşündüm, ama bu pek olası değildi; çünkü çok neşeli görünüyorlardı. En tepede düzleşen yoldan çıkıp sola, katedrale doğru döndüm. Burada heyecanlı bir kalabalık, bir şey beklercesine yol kenarına dizilmiş, kaldırımı tamamen kaplamıştı. Mümkün olduğunca dikkatli bir şekilde aralarından geçmeye çalıştım. Sürekli olarak özür diliyor, insanların ayaklarına basmamaya çalışıyordum, ama en sonunda kalabalık öyle yoğunlaştı ki ilerleyemez oldum, durup onlarla birlikte beklemem gerekti.

Çok beklemedim. Aniden, hemen sağımdan alkış ve tezahüratlar yükseldi. Giderek yaklaşan ve bu sesleri bastıran at nallarının taka-tak seslerini duydum. Kalabalık bir tören alayı, katedrale ilerliyordu. En öndeki iki atlının üzerinde siyah şapka ve pelerin vardı ve bellerinde kılıç takılıydı. Hemen arkalarında başka atlılar vardı, bunlar da hançerler ve devasa sopalar taşıyordu. On, yirmi, elli adam derken en sonunda iri, beyaz bir aygırın üzerinde bir adam belirdi.

Siyah bir cübbesi vardı, ama hemen altında, boynunda ve bileklerinde pahalı, zincirden örülmüş bir zırh görülebiliyordu ve belindeki kılıcın kabzası yakutlarla kaplıydı. Botları en iyi deridendi ve üzerindekiler, muhtemelen bir çiftçinin bir yıl boyunca çalışarak kazandığından daha fazla ederdi.

Kıyafetleriyle duruşu onu bir lider olarak öne çıkarıyordu, ama paçavralar giymiş olsa bile bundan kuşku duymazdınız. Geniş kenarlı, kırmızı şapkasının altından sapsarı saçları dökülüyordu ve gözlerinin maviliği, bir yaz günü gökyüzünü bile kıskandırabilirdi. Yüzü beni büyülemişti. Bir erkeğin yüzü olamayacak kadar güzel bir yüzü vardı, fakat çıkık çenesiyle geniş alnı aynı zamanda ona güçlü bir görünüm katıyordu. Sonra o mavi gözlerine yeniden baktım ve içlerinde ışıyan zalimliği gördüm.

Bana, küçük bir çocukken gördüğüm, çiftliğimizin yanından geçip giden bir şövalyeyi hatırlatıyordu. Bize doğru bakmamıştı bile. Onun için biz yoktuk. En azından babam böyle söylemişti. Babam ayrıca o adamın bir soylu olduğunu, ona bir kez bakarak, zengin ve güçlü olan atalarının izini nesillerce geriye doğru sürebilen bir aileden geldiğini anlayabildiğini söylemişti.

Babam ‘soylu’ kelimesini kullanır kullanmaz yere tükürerek, bir çiftçinin oğlu olduğum ve dürüstçe çalışabildiğim için şanslı olduğumu söylemişti.

At üstünde Priestown’dan geçen bu adamın da bir soylu olduğu çok açıktı ve yüzünden kibir ve otorite okunabiliyordu. Bu kişinin Sorgulayıcı olduğunu şaşkınlık ve dehşet içinde anladım, çünkü hemen arkasında, içinde birbirlerine zincirlerle bağlı insanların bulunduğu, iki iri atın çektiği, üstü açık bir araba geliyordu.

Önceki sayfa 1 2 3Sonraki sayfa

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu