“Gün biterken eyaletin kuzeyine doğru yola çıktım, oraya insanüstü bir yaratıkla başa çıkmak için çağrılmıştım. Bu yaratıkla başa çıkmak için çağrılmıştım. Bu yaratık (Çocuk eti ve kan ile beslenen, kadın başlı yılan şeklindeki efsanevi canavar olan Lamia’dan bahsediyor.) çok uzun süredir o bölgeleye korku salıyordu. Bölgedeki ailelerin çoğu, onun elinden acı çekmiş, bir çok ölüm ve sakat kalma vakası meydana gelmişti.
Ormana girdiğimde gün batıyordu. Yapraklar dökülmüş, çürüyüp kahverengileşerek yeri örtmüşlerdi ve kule, gökyüzünü işaret eden kara bir şeytan parmağına benziyordu. Kulenin tek penceresinden bir kızın el sallayıp çılgınca yardım istediği görülmüştü. Yaratık onu kendisi için yakalamış ve masa olarak kullanmak üzere o nemli, taş duvarların arasına hapsetmişti.
Önce ateş yaktım ve oturup alevleri seyrederek cesaretimi toplamaya çalıştım. Çantamda bileği taşını çıkarıp, parmaklarımı kanatmadan ucuna değemeyeceğim keskinliğe gelene kadar kılıcımı biledim. En sonunda gece yarısında, kuleye gidip asamla kapıya vurarak meydan okudum.
Yaratık iri bir sopayı sallaya sallaya çıktı, öfkeli gürledi. Hayvan derileri giymiş, kan ve hayvan yağı kokan iğrenç bir yaratıktı. Bana korkunç bir öfkeyle saldırdı.
Önce geri çekilip boşluğunu kolladım, ama ikinci kez saldırdığında kılıcımı çekip tüm gücümle başına sapladım. Taş kesilip ayaklarımın dibine yuvarlandı. Onu öldürdüğüme pişman değildim, onu tekrar tekrar öldürsen yine de öfkemi dindiremezdim.
İşte o esnada kız bana seslendi. Sirenlerinkini (Yunan Mitolojisinde çok güzel sesleriyle şarkı söyleyerek denizcileri kandıran su perileri) andıran sesi taş basamakların ucundan beni kendine çekiyordu. Orada, kulenin en tepesindeki odada buldum onu, uzun bir gümüş zincirle samandan yapılmış bir yatağa bağlanmıştı. Süt gibi teni ve uzun güzel saçlarıyla o ana dek gördüğüm en güzel kadındı. İsmi Meg’ti ve onu zincirden kurtarmam için yalvarıyordu. Sesi öylesine ikna ediciydi ki mantıklı düşünemez olmuştum; sanki tüm dünya çevremde dönüyordu.”