Çok Güzel Bir Hikaye Daha, “İki Ağacın Öyküsü”
Küçük kız, babasının kamyonla getirdiği yanmış ağaçlara hüzünle baktı.
Dalları tuhaf açılarla eğilmiş, yaprakları çoktan yanıp kül olmuş bu ağaçlar, sanki küçük kıza bir hikaye fısıldıyorlardı.
Hayal gücünün sınırı olmayan ve tabiatın dilinden anlayan bu masum, küçük kız, ömürlerinin sonuna gelmiş ağaçların anlatacağı son hikayeyi dinlemek için yanlarına yaklaştı.
Uzun ve hüzünlü bir hikayeydi bu, ve küçük kız, bu hikayeye tanık olmanın ne denli değerli olduğunu biliyordu.
Ağaçları can kulağıyla dinlemeye başladı…
–
” Bundan bir süre önce, insanların bile kirletmeye kıyamadıkları, cennetten farksız bir orman vardı. Bu orman çocuk kitaplarında tasvir edilen büyülü mekanların aynısıydı: Her daim masmavi gökyüzü, ormanı kendine ev bellemiş çeşitli hayvanlar, rengarenk çiçekler ve yemyeşil, ulu ağaçlar… Ormanda her canlı barış içinde, neşeyle yaşardı.
Bu orman, ortasından geçen bir otoyolla ikiye bölünürdü. Yolun sağ ve sol tarafı birbirinden farksız iki cennet gibiydi. Öyle ki, insanlar bu yoldan geçerken çevrelerine bakmaya doyamıyor, bir sağa bir sola göz atıyorlardı.
Ormanın sağ ve sol tarafında yaşayan iki ağaç vardı. Bu ağaçlar, dallarını tüm asaletleriyle göğe diker, yoldan geçen insanlara tatlı tatlı göz kırparlardı.
Bu karşılıklı duran ağaçlar, gece gündüz, hiç durmadan bakışırlardı. Ağaçların dilinden anlayan herkesin görebileceği gibi bu bakışlarda katıksız, saf, masum bir aşk vardı.
Çoğu insanın sandığının aksine, aşk sadece dokunmak, konuşmak değildi. Ağaçlar bunu çok iyi biliyorlardı, çünkü onların aşkları yalnızca tatlı tatlı bakışmaktan ibaretti.
Onların bu destansı aşkından tüm orman haberdardı. Birbirlerine kavuşmayı ne kadar çok istediklerini, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini tüm orman halkı biliyordu; ancak maalesef onları kavuşturmak için yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.
Bu iki ağacın aşkı, tüm insanların aşkından daha değerliydi belki de; zira ortada en ufak bir çıkar ilişkisi yoktu. Yalnızca istemek vardı, delicesine, her şeyiyle istemek. Aralarındaki mesafeyi sevgi kapatıyordu. Çünkü sevgi, tüm boşlukları doldurabilecek kadar güçlü bir duyguydu.
Bu iki ağaç, her gün birbirlerini hayranlıkla seyrediyordu ve gün geçtikçe aşkları alevleniyordu. ‘ Ömür boyu, ‘ diye fısıldıyordu bakışları, ‘ Ömür boyu seni sevmek istiyorum. ‘
Bu bakışmalar çoğu zaman dünyadaki hiçbir dille yapılamayacak konuşmalara sahiplik yapıyordu. Kelimeleri mana denizinde dibe batıracak kadar güçlü duyguları vardı. Güzel duygularını yalnızca bakışlarıyla anlatabiliyorlardı.
Günleri böylece, uyumla, aşkla ve mutlulukla geçip gidiyordu. Ama öyle ya, her mutluluğun kaçınılmaz bir sonu vardı; ve yaşanan mutluluk, ileride yaşanacak acıyla eşdeğerdi.
Günün birinde, ağaçlar her şeyden habersiz huzurla dururken, yoldan bir araba geçti. Ağaçların dikkati hemen arabaya çevrildi. Yoldan geçen tek tük arabaların içindeki insanları izlemek onların en büyük zevkleriydi. Bu insanların bakışlarında ekseriya hayranlık ve huzur olurdu; lakin bu kez bu bakışlar çok farklıydı. Ağaçların hiçbir anlam veremediği duygular hakimdi o bakışlara: Nefret ve öfke. Kim bilebilirdi ki o nefret ve öfkenin tüm mutlulukları mahvedeceğini?
Arabanın içindeki insanlardan biri yolun sol tarafına yanmakta olan bir gazete fırlatmıştı. Başta ağaçlardan hiçbiri bu küçük kağıt parçasının ufak kıvılcımlarını önemsememişti; fakat bu küçük kıvılcımlar önce yerdeki dal ve çiçeklere, daha sonra ağaçlara sıçramaya başladı. Ağaçlar, göz göre göre kaçınılmaz sona doğru gidiyorlardı.
Kıvılcımlar bir süre sonra alevlere dönüştü ve tüm ağaçları sarmaya başladı. Zaten çoğu zaman böyle değil miydi? Başta hiç önemsenmeyen küçük bir kıvılcım, gittikçe büyür ve yangına dönüşerek her şeyi mahvederdi. Ağaçlarda da, insanlarda da bu durum hiç değişmiyordu.
Alevler elbette bizim ağaca da sıçradı. Yolun sol tarafında biricik aşkı yanarken, sağ taraftaki ağacın elinden hiçbir şey gelmiyordu. Sevgilisinin, haykıramadığı duygularıyla, söyleyemediği kelimeleriyle birlikte yanışını izliyordu.
Siz bunun ne acı bir şey olduğunu bilir misiniz? Dilinizde edemediğiniz vedalar, kalbinize açamadığınız duygular varken, hayattaki en değerli varlığınızı göz göre göre kaybetmek, elinizden hiçbir şey gelmemesi nedir anlayabilir misiniz?
Bu duyguyu hastane odasında, tedavisi olmayan ölümcül bir hastalığa yakalanmış sevdiğini ölümünü çaresizce izleyen biri anlar belki. Ya da henüz duygularını açamamışken, veda bile edememişken aniden sevdiğinin artık bu dünyada olmadığını öğrenen biri anlar. Ama sevdiğini kaybetmemek için yapabileceği çok şey varken, en değerli varlığını kaybetmemek için ellerinden tutup çekebilecekken yalnızca yitip gitmesini izleyen biri, asla anlayamaz.
Kendi sevdiklerini kendi ihmalkarsızlıkları yüzünden kaybeden acımasız insanlar, bu mutlu ormanı da bir nefret yangınıyla kuşatmış ve ağaçları sevdiklerinin yanışını izlerken çaresiz bırakmışlardı. Cani insanlar, kendi nefretleri kendilerine yetmiyormuş gibi, dünyadaki tüm mutlu varlıkları da bu nefretle yok ediyorlardı.
Alevler bir süre sonra sevgilisinin yanıp bir hiçe dönüşmesini izleyen ağaca da bulaştı. Ve iki ağaç, birbirlerinin gözlerinin içine baka baka, ömürlerinin sonuna geldiler.
En azından birbirlerine bakışlarla verdikleri sözü tutmuşlardı. ‘ Ömür boyu, ‘ derlerdi. ‘ Bir ömür boyu. ‘ Bakışlarıyla mühürledikleri sevgiyi, bu büyük yangın bile yok edememişti.
İşte, öfke ve nefretin yakıcı ateşi, dünyadaki bir mutluluğu daha yok etmişti. Fakat bu kötü duyguların asla yok edemediği bir şey vardı: Sevgi. Her şey kaybolsa bile sevgi varlığını sürdürüyordu.
Yangından birkaç hafta sonra yardımsever insanlar geldiler ve ormandaki yanmış ağaçları temizlediler. Toprağın tekrar verimli hale gelmesi, orada tekrar aşkla yaşayan ağaçlar yetişmesi için neler yapabileceklerine baktılar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar orman asla eski, mutlu haline dönemeyecekti. Nefret ve öfkeyi bir kez tadan hiçbir şey eski mutluluğuna dönemezdi.
Yanmış ağaçları kamyona yüklediklerinde, yaşarken en büyük istekleri yalnızca yan yana durabilmek olan ağaçlar, birbirlerine dolanmış bir şekilde yardımsever adamın evinin bahçesine gittiler.
Onların dilinden anlayan küçük bir kız bekliyordu orada, bu acımasız hikayeyi herkese ulaştırmak, bir vicdanı olan herkesin kalbine dokunmak isteyen küçük bir kız… ”
Küçük kız, hikayenin sonunun geldiğini anladığında ağlamaya başladı. Hikayenin mutlu bitmesini, peri masallarında olduğu gibi herkesin sonsuza dek mutlu yaşamasını istiyordu, umutsuzca. Gözyaşları yanaklarına süzülürken son bir cümlelerini fısıldadı ağaçlar kulağına.
” Ağlama… Bu hikayenin sonunun mutlu bitmesi senin elinde. Eğer sen bu hikayeyi herkese ulaştırabilirsen, ağaçlar sonsuza dek birlikte yaşarlar.
Bu, bizim son isteğimiz. Bu hikayeyi diğer insanlara ulaştır. Ve onlara de ki, sevdiklerini kaybetmemek için yapabilecekleri her şeyi yapsınlar. Bir yangın onları sarmadan önce, duygularını birbirlerine anlatsınlar ve mutlu olsunlar. Sona gelindiğinde, birbirlerine edemedikleri vedalar, söyleyemedikleri kelimeler yüzünden üzülmesinler. Ve en önemlisi, asla nefret ateşlerini başkalarına zarar verecek büyük bir yangın haline getirmek gibi bir bencillik yapmasınlar… ”
Küçük kız, artık hikayenin sonunun geldiğini anlamıştı. Gözyaşları almaya devam ediyordu, fakat bu kez ağlamasının sebebi, insanların acımasızlığının yüzüne tokat gibi vurmasıydı.
Yapabileceği tek şey insanlara çoktan unuttukları vicdanlarının yerini hatırlatmak için uğraşmaktı.
Herkes hatırlamalı ve asla unutmamalıydı.
Meryem Sude Küçükbaş