Çocuk Olduğum Yılların Öğrencileri
Babamın “eti senin kemiği benim” sözünün anlamını bilmiyordum daha. Elimden tutup okula götürmüştü ve öğretmenime böyle söylemişti. Bu sözün “çocuğumu size emanet ediyorum ve en kalbi duygularla size güveniyorum” demek olduğunu anlamama yıllar vardı.
Okuldaki tüm çocuklar siyah önlüklüydü bu günkü pırpırlı giysiler yerine. Zengini-fakiri, genci-yaşlısı, siyahı-beyazı her türden insanın ihrama girmesi gibiydi. Sanki bir eşitlik belirtisiydi öğretmenlerin gözünde tüm abartılardan uzak. Birinci sınıfa başlayan çocuklarda heyecan dolu bir çekingenlik yaşanırdı hep birlikte. Yeni bir ortam, yeni arkadaşlar ve uyulması ya da çiğnenmesi gereken yeni kurallar… Dahası yeni bir dünya… Okula açılan, okumaya açılan, hayata açılan; o küçücük yüreklerden, o küçücük bedenlerden kocaman bir pencere… Siyah önlüğün siyahlığının zıddına beyaz yakanın aklığınca saf, temiz, duru olurdu o minik yürekler o yıllarda. İşte bembeyaz, tertemiz, lekelenmemiş bir sayfa, gönlünce yaz; doğruluğu, dürüstlüğü, sevgiyi, saygıyı, vatana hizmetin kutsaliyetini… Dilediğince işle adam olmayı, adamlığın yüceliğini… Hani televizyon denen davetsiz misafirce kirletilmemişti o beyaz sayfalar daha. Öğrenciler; “Fatmagül’ün Suçu” nu da bilmiyorlardı, “İffet”İn …..(sa)çını da. İffetsizliği “İffet” ten, gayrımeşru ilişkilerin meşruluğunu “Yaprak Dökümü” nden, haremi(Osmanlı’yı) “Muhteşem Yüzyıl” dan (örnekleri bütün dizileri kullanarak çoğaltmak mümkün) öğrenmiyorlardı daha. Abuk-subuk bilgisayar oyunlarıyla şiddeti, vahşeti, adam öldürmeyi, bencilliği, hırçınlığı, saygısızlığı yerleştirmiyorlardı o temiz beyinlerine… Kendi oyunları vardı çoğunu kendi ürettikleri. “Doktorculuk” oynuyorlardı kendilerince sağlığı öğreniyorlardı. “Evcilik” oyununda evin kuralları ve ev geçindirme yöntemleri geliştiriyorlardı. Kendi yaptıkları arabalarla trafik kuralları ve şoförlük temelleri atılıyordu o küçücük beyinlerde. Çelik-çomak oyununda yardımlaşma ve dayanışmanın temelleri atılıyordu en safından. Kendi oyunlarında kendi kurallarına uyarak kurallara uyma duyguları gelişiyordu. Ne bir hırçınlık yaşanıyordu bu oyunlarda ne vahşice duygular ortaya çıkıyordu. İşte kirlenmemiş beyinler öğretmenlerin önüne tertemiz duygularla geliyorlardı o yıllarda.
Anne-baba okula-öğretmene güvendiği, saygı duyduğu için çocukta güveniyor ve saygı duyuyordu. Güven ve saygının olduğu yerde öğretmende işini daha zevkli, daha iştahlı, daha azimli yapıyordu. Ve ortaya bütün art niyetlerden uzak, karşılıklı güven ve saygı çerçevesi içerisinde, daha samimi ilişkiler ve işler çıkıyordu. Sanırım o yıllarda başarının anahtarı karşılıklı saygı ve güven oluyordu. Ve ne kitaplar, ne konular, ne de sistem değişiyordu bu kadar. Öğrencide biliyordu ne yapacağını, öğretmen de uzun yıllar. Yani öğrenci öğrenciliğinde, öğretmen öğretmenliğinde ustalaşıyor, uzmanlaşıyordu o sıralar. Öğrenci-aile ve öğretmen arasına nifak tohumları ekilmemişti daha… Hani “Dimyat’a pirince gitme’ derdinde değildi kimse. “Evdeki bulgurla yetinme” çağlarıydı o zamanlar…
Mehmet Akif ÖNDER