Japon Masallarından; “Raşōmon”
Hikaye Oku; Dehşet Öyküleri
1915
Bir akşamüstüydü. Soylu bir ailenin uşağı, Kyoto’nun güneyindeki Raşōmon’un altına dikilmiş yağmurun dinmesini bekliyordu. Bu anıtsal kapının altında ondan başka kimsecikler yoktu. Kapının kırmızı boyası yeryer dökülmüş kalın ahşap sütunun üstüne bir çekirge tünemişti. Raşōmon, Kyoto’nun en işlek caddelerinden biri olan Suzaku’nun üzerinde olduğu için, bu kapının altında çoğu kez, yağmurun dinmesini bekleyen sivri külahlı ya da başına şemsiye biçimli şapka giymiş insanlar bulunurdu. Fakat bu akşam ortalıkta in cin top oynuyordu. Kapının altında o uşaktan başka kimse yoktu.
İki üç yıldır, deprem, kasırga, yangın, açlık gibi afetler Kyoto’yu kasıp kavurmuş, şehri bir hayalete çevirmişti. Kyoto’nun başına gelenler yalnız bununla kalsa yine iyiydi. Tapınaklarını süsleyen altın-gümüş yaldızlı, kızıl Buda heykelleri, ayinlerde kullanılan ahşap malzemeler paramparça edilmiş, yollara yığılıp, odun niyetine satılmıştı. Bu talan sürerken Raşōmon gibi güzelim anıtların onarımı kimin umurundaydı ki!… Gitgide harap olan yapı önce it, köpek yuvası; sonra da hırsız yatağı haline geldi… İş iyice çığırından çıkınca sahipsiz ölüleri de buraya atmaya başladılar. Anıt cesetler çöplüğü haline geldi… Öyle ki artık hava kararınca, Raşōmon semtine korkudan kimse adımını atamaz oldu.
Nereden geldiği bilinmez bir karga ordusu bastı burayı. Gün boyu kargalar sürü halinde kiremitli damın üstünde gaklayarak daireler çiziyorlardı. Gurup vakti, gökyüzüne ekilmiş susam taneciklerinden farksızdılar. Ölülerin cesetlerini gagalamak için burada karargâh kurmuşlardı. Şimdi ise vakit geç olduğundan mıdır nedir, tek karga bile yoktu ortalıkta… Kapının yabani otlarla kaplı yıkık taş merdivenlerinde karga pisliklerinden beyaz benekcikler oluşmuştu.
Uşak, dört yanı yedi basamaklı merdivenlerle çevrili Raşōmon’un en üst basamaklarından birinde oturuyordu. Üstünde, yıkanmaktan laciverti solmuş bir pantolon vardı. Sağ yanağında çıkan irinli sivilceyle oynarken boş gözlerle yağmuru seyrediyordu.
Az önce ‘Uşak yağmurun dinmesini bekliyordu’ dedik. Ama, yağmur dinse bile adamın yapacağı bir iş yoktu. Bu saatlerde, çalıştığı evde olması gerekirdi. Fakat, efendisi onu dört-beş gün önce işten atmıştı… Çünkü daha önce de söylendiği gibi, Kyoto en zor, en kötü günlerini yaşıyordu. Efendinin uzun seneler evine hizmet eden uşağına yol vermesi, peş peşe gelen afetlerin doğurduğu ufak zaruretlerden birisiydi. Bu yüzden uşak, yağmurun dinmesini beklemekten ziyade gidecek yeri olmadığı için, ne yapacağını bilmeden çaresizlik içinde oturuyordu orada.
Heyan devrinde, yani bin yıl önce yaşayan kahramanımızı havanın bu hali daha da hüzünlendiriyordu. Çünkü ikindi vakti başlayan yağmur pek dineceğe benzemiyordu. Uşak, ‘Ne yapıp edip bir gün daha hayatta kalmam gerekli’ diye düşündü. Pek fazla şansı yoktu ama imkânsızlıkları aşıp mutlaka bir şeyler yapması gerekiyordu. Kafası devamlı bununla meşguldü… Hiç duymak istemediği halde, Suzaku Caddesi’ne yağan yağmurun sesi ve fırtınanın uzaklardan topladığı hışırtılar geliyordu kulaklarına.
Yağmur Raşōmon’u çepeçevre sarmıştı. Uzaktan gürültüler geliyordu. Alaca karanlıkta gökyüzü sanki yere inmişti. Kapının damından çıkıntı yapan kiremit uçlarının, ağır kara bulutları omuzlamış gibi bir hali vardı.
Uşak, içine düştüğü bu kötü duruma mutlaka bir çare bulmak zorundaydı… Kaybedecek vakti yoktu. Kendine namuslu bir yol seçecek olursa başına gelecekler belliydi… Ya bir duvar dibinde ya da bir yol kenarında açlıktan geberip gidecekti. Birileri de onu getirip, köpek ölüsü gibi bu kapının altına atacaklardı… Peki, kendisine namuslu olmayan bir yol seçerse ne olacaktı?… Uşağın duyguları, bu iki zıt seçenek arasında defalarca gitti geldi… Nihayet, bir yerde duruldu. Evet, namuslu olmayan bir yolu seçme ihtimali de vardı ama, bu yolun adını koyması gerekiyordu. Yani, ‘Hırsızlık yapmaktan başka çarem yok!’ diye kendisine açık açık itiraf etmesi gerekiyordu. Ancak bu cesareti kendinde bulamadı…
Sarsılarak hapşırdı ve yavaşça ayağa kalktı.
Geceleri Kyoto’da hava çok soğuktu; şöyle sıcak bir mangalı olsa ne güzel olurdu… Hava kararırken, rüzgâr sütunların arasından deli gibi esmeye başladı. Kırmızı ahşap sütundaki çekirge de artık terketmişti orayı.
Uşak, boynunu içeri çekip sarı renkli ince çamaşırının üstüne giydiği lacivert kimononun omuzlarını yukarı kaldırarak Raşōmon’un etrafını kolaçan etmeye başladı. Yağmur ve rüzgâr almayan, gözlerden uzak bir kuytuda, hiç değilse bir gece kıvrılıp sabahlayabileceği bir yer arıyordu kendine… O an, Raşōmon’un üstündeki kuleye çıkan geniş, kırmızı, dik merdiven ilişti gözüne. Yukarı çıkınca, göreceği şeyin canlı insanlar değil, cesetler olacağını adı gibi biliyordu… Ama o yine de çıkacaktı. Belindeki kılıcı kınından düşmeyecek şekilde ayarladı, hasır sandal giydiği ayağını merdivenin ilk basamağına koyarak alaca karanlıkta Raşōmon’un üstündeki kuleye tırmanmaya başladı…
Bir müddet sonra, tam yolu yarıladığında, merdivenlerin üstünde bir karaltı çarptı gözüne… Kedi gibi büzülerek, nefes bile almadan devamlı yukarıyı gözetlemekte olan bir insandı bu. Kulenin üstünden gelen ışık yüzünün sağ tarafını aydınlatıyordu. Seyrek sakallı suratı, içi irin dolu kırmızı sivilcelerle kaplıydı…
Uşak, yukarıda yalnız ölülerin bulunacağını düşünmüştü ama birkaç basamak daha çıkınca bir de ne görsün, kulede bir ışık vardı ve sağa sola hareket ediyordu. Dalga dalga yansıyan bulanık sarı ışık, baştan başa örümcek ağlarıyla kaplı tavanı aydınlatıyordu. Hemen anlamıştı; yukarıda birileri vardı… Ama, gecenin bu saatinde, bu yağmurlu havada, Raşōmon’un tepesinde ışık yakan kişi normal bir insan olamazdı…
Hiç gürültü çıkarmadan, dimdik merdivenin en üst basamağına kadar kertenkele gibi tırmandı. Vücudunu yere yapıştırarak boynunu ileri uzattı. Korka korka kulenin içine göz attı. Gördüğü manzara, aynen, o zamana kadar kulağına çalınan söylentilerdeki gibiydi… İçerisi rasgele atılmış insan cesetleriyle doluydu. Zayıf ışığın aydınlığında cesetlerin sayısını kestirmek olanaksızdı. Ama, hayal meyal de olsa, cesetlerden bazılarının çıplak, bazılarının da giyinik olduğunu görebilmişti. Erkek, kadın cesetleri birbirine karışmıştı. Bunların bir zamanlar canlı insan olduğunu tahayyül etmeye bin şahit gerekirdi… Açılmış ağızları, uzanmış elleriyle, insandan ziyade, üstüste yığılı topraktan yapılmış insan heykellerini andırıyorlardı… Ölgün ışıkta, omuz, göğüs gibi vücudun çıkıntılı yerleri hafifçe aydınlanıyordu ama çukurda kalan kısımlar simsiyah karanlıktı. Hepsi sonsuza dek suskun kalacak bir dilsizler yığınıydı…
Uşak, çürümüş cesetlerden çıkan pis kokuyu duymamak için içgüdüsel olarak hemen eliyle burnunu kapattı. Fakat, kapatmasıyla elini burnundan çekmesi bir oldu… Kokuyu unutmuştu; çünkü gördüğü şey onun koku alma duyusunu felç etmişti… Orada, cesetlerin arasında oturan bir insan vardı… Bu insan, kısa boylu, zayıf, ak saçlı, sırtında ten renkli kimonosu olan maymun kılıklı, yaşlı bir kadındı. Sağ elinde yanan çıranın aydınlığında, boynunu uzatmış büyük bir dikkatle cesetlerden birinin kafasını inceliyordu. Saçının uzun olduğuna bakılacak olursa ceset bir kadına ait olmalıydı.
Uşağın korkudan tüyleri diken diken olmuş, nefesi kesilmişti… Fakat bir o kadar da merak uyanmıştı içinde… Çok geçmeden yaşlı kadın, elinde yanan çırayı tahta döşemenin arasına sıkıştırmış, yavrusunun başındaki bitleri ayıklayan bir anne maymun gibi, incelediği cesetlerin başlarını iki eliyle güzelce tutarak, uzun olan saçları teker teker kökünden koparmaya başlamıştı. Saçlar kolayca eline geliveriyordu. Her yolunan saçla birlikte, uşağın korkuları yavaş yavaş dağılıyordu. Bu yaşlı cadıya karşı da içinde bir nefret uyanmaya başladı… Ama aslında içinde büyüyen tepki, duyduğu nefret yalnız kadına karşı değil tüm kötülüklere karşıydı… Az önce kapının altında, açlıktan ölmek ya da hırsız olmak düşünceleri arasında bocalayan bu adama, şimdi fikrini sorsalardı, büyük bir olasılıkla hiçbir pişmanlık duymadan,
açlıktan ölmeyi yeğleyeceğini söylerdi. Çünkü, kötülüklere karşı yüreğinde duyduğu nefret, tıpkı yaşlı kadının tahta döşemeye sıkıştırdığı çıra gibi, adamın içinde alev alev yanıyordu…
Ancak uşak, kadının cesetlerden niçin saç yolduğunu bir türlü anlayamamıştı. Bu yüzden, yapılan hareketin iyi mi, kötü mü olduğunu adil bir şekilde değerlendirmesi zordu. Fakat, böyle yağmurlu bir gecede, bu saatte, Raşōmon gibi bir yerde ölülerden saç yolmak, onun kolay kolay affedebileceği bir kötülük değildi… Öyle ki, az önce, hayatta kalabilmek için, hırsızlık yapmayı aklından geçirdiğini bile unutmuştu…
Bacakları üstünde yaylanarak merdivenden terasa çıktı. Kılıcını sapından kavrayarak, geniş adımlarla yaşlı kadının önüne doğru yürüdü… Aniden önünde beliren adamı görünce korkudan ödü kopan kadın sanki vurulmuş gibi ayağa fırladı. Önce bir an durakladı, sonra da panik içinde ayağı yerdeki cesetlere takıla takıla kaçmaya çalıştı… Fakat adam onu elinden yakaladı ve usturuplu bir küfür savurdu:
— Dur lanet cadı! Nereye kaçıyorsun?
Kadın, adamı bir tarafa itip elinden kurtulmak istiyor, fakat adam buna izin vermiyor, onu tekrar geri çekiyordu. Cesetlerin ortasında bir süre böyle itişip kakıştılar. Fakat kimin kazanacağı baştan belliydi. Uşak, kolunu kıvırarak kadını yere düşürdü. Tavuk bacağı gibi incecik, bir deri bir kemikti bu kol…
— Konuş bakalım şimdi… Az önce neler yapıyordun? Konuşmayacak olursan bak başına neler gelecek!
Kadını bir tarafa itip, kılıcını çekti. Soğuk beyaz metali, kadının burnuna dayadı. Kadın sus pustu. Elleri tir tir titriyor, nefes alırken omuzları sarsılıyor, gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi oluyordu. Dilsizmişcesine inatla susmaya devam etti. Adam, o zaman kadının kaderinin kendi elinde olduğunu fark etti ve o anda içinden kadına karşı duyduğu nefret geçti. Şimdi yüreğinde tek hissettiği şey, bir işi kazasız belasız çözmenin bıraktığı sakin bir gurur ve tatmin duygusuydu… Gözlerini yerde yatan kadına çevirip, birazcık sesini yumuşattı:
— Ben güvenlik görevlisi filan değilim. Kapının altından tesadüfen geçen bir yolcuyum. Sana kelepçe filan da takacağım yok. Yalnızca, gecenin bu saatinde, kulenin tepesinde ne işler çevirdiğini bana anlatman yeter.
Kadın gözlerini daha kocaman kocaman açarak, adamı süzdü. Kızıl gözkapaklı yırtıcı bir kuşun keskin bakışları vardı gözlerinde. Burnuna yapışmış buruşuk dudaklarını, sanki bir şeyler çiğniyormuş gibi hareket ettirdi. Yutkunurken incecik boynunda sipsivri duran âdemelması inip çıktı. Konuşurken kuş gibi ıslıklar, hırıltılar çıkarıyordu:
— Şimdi ben var ya… Yani saç koparıyorum ya.. Onları peruk yapmak için topluyorum.
Uşak bunu işitir işitmez sıradan bir olayla karşı karşıya bulunduğunu anlayarak düş kırıklığına uğradı. Acıma duygusu gitti; yerine önceki nefret ve aşağılama duygusu geldi. Kadın bunu fark etmişti. Önündeki cesetten bir tutam saç daha kopardıktan sonra, kurbağayı andıran bir mırıltıyla,
— Ölmüş insanların saçlarını yolmak elbette ki çok iğrenç bir şey. Ama inanın ki, burada bulunan insanların çoğu zaten böyle bir şeyi çoktan hak etmişlerdi. Örneğin şu anda saçını kopardığım kadın, yakaladığı yılanları ufak ufak doğrayıp kuruttuktan sonra balık çirozu diye asker kışlalarına satan biriydi. Vebadan ölmemiş olsaydı, yine aynı şeyi yapacaktı. Kışlalar da kadının malını lezzetli buldukları için hiç farkına varmadan yılan kurusu almaya devam edeceklerdi. Ama yine de ben, bu kadının yaptığını asla kötü olarak yorumlayamıyorum. Ne yapsındı yani, böyle bir tezgâh kurmayıp da açlıktan mı ölsündü?!… Bu yüzden, benim şu yaptığım iş de kötü bir şey değil… Eğer bu işi yapmayacak olursam, ben de açlıktan geberip giderim… Şu an saçlarını kopardığım kadın sağ olsaydı, o bile bana hak verirdi.
Uşak kılıcını kınına sokmuş, sol eliyle kabzasını kavramış, kadının anlattıklarını soğukkanlı bir şekilde dinlerken, sağ eliyle suratındaki sivilcelerle oynamaktaydı. Bütün bunlar olup biterken, uşağın içine bir cesaret geldi. Bu cesaret, az önce kapının önünde oturup kara kara düşünürken toplayamadığı cesaretti. Şimdi vardığı karar ise yukarılara kadar tırmanıp, kadını teslim aldığı zamanki insancıl duygularının tam tersiydi. Artık hırsız olup olmamak konusunda tereddütleri bitmişti. Açlıktan ölse bile çalmamak düşüncesi, artık çok gerilerde kalmıştı. Hatta böyle bir şey düşünmüş olduğunu şimdi hatırlamıyordu bile.
Kadının konuşması bittikten sonra uşak, alaycı bir tonla konuştu:
— Ya, öyle mi oldu?..
Sivilcelerini oynadığı sağ elini suratından çekerek bir adım öne ilerledi ve kadının yakasına yapıştı. Sanki kadını ısırır gibi bir sesle,
— Seni soyup soğana çevireceğim canım, sakın bana darılma… Çünkü bunu yapmazsam, ben de senin gibi açlıktan geberip gideceğim…
Uşak, üstündeki kimonoyu asılıp almaya çalışınca, kadın elbisesini vermemek için eteklerini tutarak direndi. Bunun üzerine adam kadına acımasızca bir tekme savurdu ve cesetlerin arasına düşen kadının üstünde ne var ne yok hepsini çekip aldı… Merdiven zaten beş adımlık yerdi. Kimonoyu koltuğunun altına koyduğu gibi, göz açıp kapayıncaya dek merdivenlerden aşağı süzülüp gecenin karanlığında gözden kayboldu.
Cesetlerin arasına ölü gibi yuvarlanmış olan yaşlı kadın, bir süre sonra doğrulduğunda çırılçıplaktı. Hâlâ yanmakta olan çıranın ışığında inleyip sızlanarak, sürüne sürüne merdivenin başına kadar geldi. Kısa beyaz saçlarını salıp, aşağılara baktı… Ama görünen yalnız gecenin koyu karanlığıydı…
Uşak çoktan kayıplara karışmıştı.
Japon Masalları
Çeviren ve Derleyen: Oğuz Baykara