Güzel Bir Hikaye Daha; “Kayıp Cennet (2. Bölüm)”
Tramvay ilerlemeye devam ederken genç kız umutla delikanlının sayfasının her detayını inceledi ama artık ezberlediği sayfada bir değişiklik bulamayınca üzüntüyle karışık donuk bir hisle sayfadan çıktı. Mesaj gruplarına girerek gruptakilerin birbirlerine gönderdiği mesajları okudu. Kendisi grupların hayalet üyesiydi. Kayıtlıydı ama nadiren bir şeyler yazmıştı. Şimdi de sadece okumakla yetiniyordu. Liseli arkadaşlarının yaşlarına uygun mesajlarını okudukça o zamana kadar ifadesiz olan yüzüne bir gülümseme gelip oturdu genç kızın. Hatta bazı mesajlarda kıkırdadığı da oldu. Gruptaki herkes birbirine takılıyordu. Ama grubu sürükleyen genelde Aslı’ydı. Yaşıtlarının karakteristiği icabı ayrımcı ve nifakçı olmadığı gibi aksine birleştirici ve bütünleştirici bir kızdı Aslı. Dersleri vasat olmasına rağmen sosyal yönü ağır olan Aslı, bir faaliyet düzenlediğinde herkesi içine almak isterdi. Zaten genç kız lise hayatı boyunca neye katılmışsa diğer öğrencilerin itirazlarına rağmen Aslı’nın katılması yönündeki ısrarıyla olmuştu. Ama her katılımı bir fiyaskoyla sonuçlanmış, genç kızın toplumdan soyutlanma kararını pekiştirmişti. Beraber seyrettikleri tiyatro gösterisinin aklına gelmesiyle ona dair toplu halde çekindikleri resimleri açtı ve teker teker incelemeye başladı genç kız. Resimleri büyüterek sanki ilk defa görüyormuş gibi herkesin yüzünü, saçını, giydiklerini inceledi. Aynı anda o sırada yaşamış oldukları da zihnine yüklenmeye başlamıştı.
Bir ders arasında, devlet tiyatrolarında “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” oynadığını söyleyen Aslı, grubundaki diğer kızlarla gitmeye karar verdiklerini söyleyerek onun da katılmasını istemişti. Bir Aslı’nın gözlerine bir de arkasındaki kızlara bakan genç kız, gözlerini tekrar Aslı’ya çevirdikten sonra yavaşça “Tamam, gelirim” demişti. Ne gülmüştü izlerken. Gözlerinden yaşlar gelmişti. Bir ara cebinden bir kağıt mendil çıkarıp gözlerini kurularken, gözü yanındaki arkadaşlarına kaymış, karanlıkta sahneden yansıyan ışıkların dans ettiği yüzlerini ona bakarken yakalamıştı. Oyun çıkışı konuşmalarında oyunu komik bulduklarını itiraf etmişlerdi ancak hiç biri de oyunda onun kadar gülecek bir şey bulamamışlar ve genç kızın seyrederken ki tepkisini de garipsemişlerdi. Bir şeyler içmek için bir kafede oturduklarında, o gün bir araya gelmelerindeki asıl amacın bu yaptıkları olduğunu anlamıştı genç kız. Tiyatro sadece toplanmalarındaki bir bahaneydi. Güzel kıyafetler içinde en güzel halleriyle oturup bir şeyler içerken, gözleri parlayarak ve saçlarını savurarak okulda şahit oldukları her şeyi birbirleriyle paylaşmaktan vahşi bir zevk alıyorlardı kızlar. Duydukları karşısında bazen kaşlarını kaldırarak refleks gösteren genç kız, diğer öğrenciler hakkında bu kadar çok şeyi nasıl bilebildiklerini merak ediyordu. Konuştukları konular kenarından köşesinden bile olsa delikanlıyı içeriyorsa kulaklarını dikip dikkat kesiliyordu ve onunla ilgili zihninde oluşturduğu klasöre eklemeler yapıyordu. Ancak bir süre sonra basit bir olayın bile bin kelimeyle anlatılması, konuların uzatılması karşısında canı sıkılıyor, dikkati dağılıyordu. Ya çevresiyle ya da telefonuyla ilgileniyordu. O sırada da kafede çalınan “yârin gözü yüksekte benim bir kuru aşkım var” şarkısındaki “kuru” kelimesine takılmıştı. Kelimenin şarkıdaki kullanımına hayran kalmıştı. Bilmesine rağmen telefonunu eline alıp dil kurumunun sitesine girdi ve “kuru” kelimesinin manasına baktı. Ne kadar da çoktu. Ama şarkı mısrasındaki şu olmalıydı: Katıksız, yanında başka şey olmayan. “kuru aşk”, kendi aşkı gibi. Belki de esasında kendi aşkıyla özdeşleştirdiği için bu kadar beğenmişti. Sorsalar ancak onlarca cümle kurarak anlatabileceği aşkını, tamamıyla ve en mükemmel şekilde ifade eden bu bir tek kelimenin, başka lisanlarda da aynı şekilde bir karşılığı bulunur muydu? Bu düşünceyle birden içi acıdı. Lisan öğrenmeye her zaman meraklı olmuştu ancak ailesinin maddi durumu yeterli olmadığından buna imkan bulamamıştı. Batıya dönük ve oldukça yabancı misafir alan şehrinde kendince aktivitelere katılarak bir şeyler yapmaya çabalamıştı ama bu çabaları istediği sonucu alması için yeterli olmamıştı.
On tane lisan bilsem ne olacak diye düşünerek iç çekmişti genç kız. Bir hedef uğruna ya da bir amaç için kullanmadıktan sonra fazla lisan bilmenin ne faydası olurdu, ne de öğrenmek için çekilen zahmete değerdi… Boş bir eşek ile semeri tepeleme lisan kitabı dolu eşeğin farksız olması gibi… Zaten öğrenmeye mecbur kaldığınızda da çabucak öğreniveriyordunuz, mecburiyet en iyi öğretmen olduğundan. Oysa onun ne lisan öğrenmesini gerektirecek bir mecburiyeti vardı, ne de gerçeğini boşver, sanal yoldan dahi birileriyle konuşma, iletişim kurma isteği…
Arkadaşı Aslı, her milletten oluşan bir insan topluluğunun içine bırakılsa hepsiyle anlaşabilecek bir yapıya sahipken, kendisinin kalabalıktayken tek düşüncesi köşesine çekilip kendi işine bakmak oluyor, Otistik davranışlar sergiliyordu. Asansörde birini görse merdivenle çıkanlardandı o. İnsanları sevmiyor, ama gece yarılarına kadar, onlarla dolu dizileri seyredebiliyordu. Aslında sırf bu yüzden bütün lisanları konuşabilmek istiyordu ya. Hem bütün dizilerini orijinal halleriyle seyredebilmek hem de otobüste-tramvayda rast geldiği, kimsenin anlamadığından emin olduklarından rahatsız edercesine yüksek sesle konuşan turistlerin ne dediklerini merak ettiği için. Turistler Koreli olursa ne dediklerini biraz çıkarabiliyordu. Kore dizileri izlemekten Korece’yi neredeyse sökmüştü, altyazısız da olsa ne demek istediklerini çıkarabiliyordu. Ciddi manada üzerine düşse tamamen öğrenmesi çok sürmeyecekti.
Ayrıca lisan farklarını ayırt edebilecek bir kulağa sahipti. İnternetten seyrettiği İspanyolca dizinin son bölümündeki konuşmaların zihninde yarattığı huzursuzluğun sebebini araştırınca, oyuncuların seslerinin diğer bölümlerde duyduğu ses olmadığını, -tek kelime İspanyolca bilmemesine rağmen- kelimelerin yapısının da farklı olduğunu fark etti. Alıştığını arayan kulakları rahatsız olmuş, bu yüzden diziyi seyretmeyi yarıda kesip ne olduğunu bulmaya koyulmuştu genç kız. Konuyu araştırdığında dizinin Portekizce çevirisini izlediğini tespit etmiş ve hemen başka bir sitedeki altyazılı orijinal versiyonunu bularak onu izlemişti, alıştığını bulmanın zevkini yaşayarak.
O çevresiyle ilgilenip kendi düşünceleriyle mücadele ederken Aslı’nın kendisine dönüp “KC sen ne düşünüyorsun” sorusuyla bir anda ortama dahil olunca “Ben beğendim” demişti birden. “yani oyunu” diye ilave etmişti kızlarla göz göze gelmemeye çalışarak. Aslında oyunu kastetmediklerini biliyordu. O her ne kadar ortamdan soyutlandığını düşünse de konuşulanların her kelimesini duyan bilinçaltı, son konudan rahatsız olmuş, yaptıkları didiklenen kişi hakkında görüş beyan etmemek için saliseler içinde böyle bir kaçış yolu bulmuştu.
Aynı şey sınıfta da oluyordu. O, dersi dinlemediğini, ilgisi olmadığını düşünüp önündeki kağıtlara bir şeyler çiziktirerek zaman geçirirken, zihninin öğretmenin söylediği her kelimeyi kayıt ettiğinden bihaberdi. Yine böyle bir gün coğrafya dersinde bayan öğretmeninin sorduğu bir soruyu bildiğini fark etmesine karşın cevaplayan biri çıkar diye her zamanki gibi başını kaldırmaksızın işine devam etmişti. Ama ses çıkmadığını görünce yaptığı işi bırakıp dikkat kesildi. Sonrasında da başını kaldırıp etrafına bakındı. Sınıfa şöyle bir göz gezdirdikten sonra o da diğer öğrencilerin yaptığı gibi sınıfın çalışkanlarına gözlerini dikip kaldı. Ama hallerinden onların da bilmediği anlaşılıyordu. Hala cevaplayan biri çıkmamasına karşın genç kız soruyu cevaplamak için en ufak bir çaba göstermedi.
Yakın olmayan bir zamanda, sınıfın ücra bir köşesinde kendi halinde kimsenin dikkatini çekmemeye çalışarak, bir an önce dersi hatta günü bitirme kararını bozduğu matematik dersinde olanlardan sonra soru cevaplamama kararı almıştı. Matematik öğretmeninin kendinden emin bir tavırla kimsenin bilemeyeceğine güvenerek sorduğu cebir sorusunun cevabını söylediğinde zararlı çıkmıştı. Öğretmeni nasıl çözdüğünü anlatmasını istediği her seferinde aklından çözdüğünü söylemiş, sonucunda da öğretmenini kızdırmaktan ve sınıfı güldürmekten başka bir şey elde etmemişti. O günden sonra kendine soru cevaplamayı yasaklamış, sürekli önüne bakarak oturduğu köşesinde bir kat daha büzülmüştü.
O günü aklına getirirken, sınıfta bir o yana bir bu yana dönüp “daha önce anlattım” diye yırtınarak cevap bekleyen öğretmenin karşısındaki diğer suskun öğrencilere katılmayı sürdürmüştü. Bir yandan da konuyu kimsenin hatırlamamasına rağmen kendi zihninin niye depoladığının analizini yapıyordu. Birkaç öğrencinin işi sulandıran laflar etmesiyle öğretmen ipucu vermek zorunda kaldı. Ancak ipucuna rağmen hala kimse bilememişti. Genç kızın suskunluk kararlılığı, öğretmenin bilene sözlü notu olarak 100 vereceğini söylemesiyle bozuldu. İşte o zaman kafasının içinde konuşmak ile suskun kalmak arasında git-gel’ler başladı. Çünkü bu sefer geçen seferki gibi olmayacağının garantisi vardı. Öğretmen bunu daha önce bir kere daha yapmıştı ve sınıf arkadaşı Engin’e cevapladığı soru için gerçekten 100 vermişti. Kendisi de bir kere bir yüksek not almış olsa fena olmazdı. Ama yine de kendini öne atamıyordu. İşte o zaman sesler başladı. Kafasının içindeki durmaksızın “hadi cevap ver” dürtmeleri… Hatta birinin onu ittiğini bile söyleyebilirdi o an. Biraz da bunlardan kurtulmak için yeniden denemeye karar verdi ve elini kaldırarak söz aldı. Sınıfta “tembel” olarak yaftalanmaya bile gerek görülmeyecek kadar belirsiz olduğu için bütün sınıf gibi öğretmen de anlık bir şaşkınlık geçirdi ve ne söyleyeceğini merak ederek ona söz verdi. Genç kızın çekingen bir tavırla, verdiği soruyu cevaplaması üzerine kısa bir süre duraksadıktan sonra, bütün öğrencilerin meraklı bakışları altında isteksiz isteksiz “doğru” dedi. Doğru cevabın, takdir ettiği öğrencilerden gelmemesinden kırılmış gibiydi. Bu yüzden sadece cevapla yetinmedi ve nasıl bildiğine dair genç kızı sorgulamaya başladı. Muhakkak bir yerlere not almış olmalıydı. Israrla genç kızın defterini görmek istiyordu. Oysa genç kız dersleri için defter ya da kitap kullanmıyordu. Kitap fobisi vardı. Önündeki defteri de sıra boş kalıp da dikkat çekmesin hem de çizim yapabilsin diye koymuştu. Ondan “dersten aklımda kaldı”dan başka cevap alamayan öğretmen genç kızın sıra arkadaşını da sıyırıp hırsla önündeki deftere saldırmıştı. Defteri karıştırıp içindekilere baktı, gördükleri karşısında ilk şaşkınlığı geçtikten sonra resimlerden birkaçını inceledi. Ama defterin sonuna gelip hala resimden başka bir şey göremeyince söylenerek kapatıp genç kızın önüne fırlattı. Oysa Engin cevabı bildiğinde böyle yapmamış hemen en yüksek notu vermişti.
Bu zaman zarfında kendini suçlu hissetmediği için önüne değil, doğrudan öğretmenin yüzüne bakmıştı genç kız. Öyle ki onun umarsız bakışları öğretmeni birazcık tedirgin bile etmişti. Ama genç kız tavrında bir adım daha atıp karşılık verme cüretini göstermediği ve üstelik sessizliğini koruduğu için öğretmenin tereddütü çehresini yalayıp saniyesinde kaybolmuştu. Öğretmen dönüp gitmeye yeltendiğinde genç kız hala ayakta durmuş ona bakmayı sürdürüyordu. Sadece neticeyi bekliyor gibiydi.
Sınıfta sahnelenen oyun bütün sınıfı sindirmiş, susturmuştu. Sınıfın sessizliğinde topuk sesleri çınlayan öğretmen, yavaş adımlarla masasına yöneldi. Masadaki el çantasını karıştırarak not defterini buldu ve çıkararak sayfalarını çevirmeye başladı. Genç kızın ismini bulunca bir şeyler yazdı. Yazma işlemini bitirip defterini masaya bıraktıktan sonra genç kıza döndü ve ona 80 verdiğini söyledi. Genç kız sesini çıkarmadı ve usulca yerine oturdu. Ama sınıftaki birkaç öğrenciden itiraz yükseldi. İtiraz edenler arasında O var mı diye kulaklarını dikti genç kız ama hayır, O’nun sesi gelmemişti. Genç kız sesini çıkarmadı, öğretmen itirazlara aldırmadı, bir zaman sonra da homurtular kesildi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi derse devam edildi. Ders bitişi teneffüs arasında, Aslı’nın öğretmenin ona yaptığının doğru olmadığına, gidip hak ettiği notu istemesine yönelik hararetli konuşmalarını hiç bir tepki vermeden dinledi genç kız. Hak ettiğini alması için mücadele etmesini söyleyen Aslı’ya mücadele hakkını saklı tuttuğunu söylemedi. Bu hakkını olur olmaz şeyler için harcayamazdı. O, yapması gerektiğini düşündüğü şey için hamle yapmıştı. Karşılığında hayatın yaptığı hamlenin KC için bir ehemmiyeti yoktu.
O anda aklından geçeni milyon tahmin hakkı olan biri bile tahmin edemezdi. Öğretmen her sayfanın altında bulunan sembolün manasını sormadı diye şükrediyordu ve bu olayda onun tek dert ettiği de buydu. Delikanlının ismi yerine kullandığı manası kendinde saklı bir işaretti bu. Üstünde şapka olan ve cihan manasına gelen yuvarlağın içini her sayfada farklı boyamıştı genç kız.
Ondan ümidi kesen Aslı yanından ayrılınca sakin hareketlerle defterini artık yırtılamayacak hale gelene kadar küçük parçalara ayırdı. Defterin her bir parçasını parmaklarıyla tek tek toplayıp avucuna sıkıştırdı ve götürüp çöpe attı. O sırada aklındaki düşünce, “defterime dokundular, onu kirlettiler, artık onu görmek istemiyorum” gibi fikirlerden değildi. O daha çok, coğrafya öğretmeninin yaşadıklarını diğer öğretmenlerle paylaşacağı, onların da defterini görmek isteyeceği ve birden saklanmak istediği arka sıralardan çıkıp bütün gözlerin ona çevrileceğine dair senaryolar üretmişti. Kendisini muhtemel senaryolarındaki sahnelerin hiç birinde görmek istemediği için de kaç zaman uğraştığı çalışmalarına hiç düşünmeden kıymıştı. Okul çıkışı kırtasiyeden kendine yeni bir defter almış, yaptıklarını yapmaya, şimdiye kadar olduğu gibi olmaya devam etmişti.
Derste yaşadığı bu olay, kendiyle kaldığında rutini olan davalı ve davacının kendisi olduğu celselerin gündemini işgal etmeyi sürdürdü bir süre. Verdiği cevap için delil sunmasına gerçekten gerek olup olmadığı sorusuyla başlıyor, insanların hiç kimsenin yapamayacağı bir soruyu cevaplamayı, kendisine mi layık görmediğini yoksa bir kız öğrenciye mi yakıştırmadığının sorgulaması ile devam ediyordu. Bütün parametreleri katıp bütün yönlerden tetkik ettikten sonra bile sonuca varamıyor, “Özellikle kadınlar hem cinslerine karşı daha mı zalim” diyerek ertesi celsesi için yeni bir başlangıç yaratıyordu.
Bazen de olması gerektiği gibi daha yalın düşünüp “Neden karşı çıkıp adil olmadığını söylemedim” diyordu. Korkak değildi, kendinde bunu yapacak gücü buluyordu. Tetkikinde iyice derinlerine inmeye çalıştı ve başardığında insanları umursamadığını fark etti. Hayatını benim yaptıklarım ve yaratıcının verdikleri diye sınıflandırmıştı. İstediklerini almak için yalnız başına çabalıyor, yapamıyorsa hayatın kendisine vermesini bekliyordu. Bu sayede dışarıdaki insanlara muhtaç kalmıyor, daha da önemlisi insanların sözleriyle ve yaptıklarıyla onu üzmelerine müsaade etmiyordu.
Sorgulamasının devamında bu sefer de niye umursamıyorum sorusuna cevap bulmaya çalıştı. Bu iletişimsizliği, genetik kodunun psikoloji kısmında yazılan bir şey miydi? Belki de oluşum aşamasındayken DNA’sında meydana gelen bir bozulma yüzündendi? Sonradan edinmiş olabilir miydi, çocukluğunun kötü geçmesi gibi… Yaşadıkları gerçekten de karakterini baştan sona değiştirmiş olabilirdi. Ama ne kadar düşünürse düşünsün bir faktörü aklına getirmiyordu. Annelerin ergenlik yaşındaki kızları üzerindeki etkisini.
Annesi bir gün ona, –genç kızın okuduğu çizgi romanlara atıfta bulunarak- bütün dünyayı içindekilerle birlikte büyük bir kare olarak tasavvur etmesini istemişti. Sonra da içinde sadece kendisinin ve görmediği yaratıcısının olduğu küçük bir kare tasavvur etmesini istemişti. Kendisini konumlandırırken büyük karenin içindeki bir birey olarak görmemesini, büyük karenin içindeki küçük karenin içinde olduğunu düşünmesini istemişti. Bu tasavvur, ne yöne gideceğini bilmeyen ergenlik günlerinde bilmeden onu etkilemişti. Bu tasavvur sayesinde geçmişindeki aklına geldiğinde hala acı veren olayları unutabilmiş, insanları affetmişti ve geleceğe bakabilme gücüne sahip olmuştu.