Hikaye: “Kovid Günlüğü”
O yıl üniversiteyi yeni kazanmış, işletme okuyordu. Tatillerde muhasebe işlerine yardım ettiği ve babasının yıllarca gece bekçiliğini yaptığı şirketin başına geçmeyi düşünüyordu. Ona işletme okumasını büyük patronu Hasan bey tavsiye etmişti. Koskoca patronun elbette bir bildiği vardı ki onun işletme fakültesine kaydolmasını istemişti. O da sınavları kazanmış, tahsiline devam ederken rahatsızlanmıştı.
Bir sabah mide bulantısıyla uyandı ve kustu ve bu diğer sabahlarda devam etti. Üşüme atakları başladı. Tir tir titriyordu. Hasta olduğunu biliyordu ama korona ihtimali hiç aklına gelmemişti. Uyuyamıyor, yemek yiyemiyor, midesi bulanıyor, kimseyi görmek konuşmak istemiyordu, içinden ağlamak bile gelmiyor, öylece duruyordu. Hayattan bir beklentisi kalmamıştı, umudu yoktu. Sadece bir kere başladı diye yaşamaya devam etmek zorunda olmak saçma geliyordu. Depresyon hırkasını çoktan giymiş, kendini alkole vurmuştu. Ne içinden birileriyle konuşmak geçiyor, ne de uzun zamandır almak istediği kitabı almak istiyordu. Kusma nöbetleri başlamıştı, aralıksız kusuyordu. Yere çömelip tuvaletin başına oturuyor, kalksa mı kalkmasa mı bilemiyordu. Kan ter içinde kalıyordu. Nihayet bir hastahaneye gitmeye karar verdi. Arabasına atladı, kendini bir şehir hastanesinde buldu. Yazları sık sık gittiği babaannesinin köyünden daha büyük bir yerdi. Aradı acili buldu ve o korkunç manzaralarayla karşılaştı. Çuvallara girmiş bir sürü sağlık personeli. Hastalar. O kadar bitkin ki şu işlem bitse de eve gidip sırt üstü yatsa diye can atıyor. Hemen triaja alıyorlar, ‘ateşim yok. İyiyim’ diye düşünüyor, “benim zaten hiçbir şeyim yok hemşire hanım, biraz hastayım sadece… „ diyor. Hemşire hanım doktoru çağırıyor.
Dilinin ucuyla konuşan bir doktor, bir şeyler soruyor. Ne dediğini anlamıyor. Kan tahlili ve röntgen istiyor. Gidiyor çektiriyor, “netice için öğleden sonraya gel.” diyorlar. Ya sabır deyip gidiyor bir banka çöküyor. Orada biraz uyukluyor. Güneş iyi geliyor, kendi kendine,’tamam oğlum bulantı da geçti, üç dört saata kalmaz evdesin, sık dişini’ diyor. Sonuçlar çıkınca, doktora gidiyor. Oturacak yer yok, yere çöküyor, daha doğrusu yığılıyor. Gelip geçenler acıyarak ona bakıyorlar. Hali hiç iyi değil, nefes alamıyor. Doktor geliyor. Sonuçlara bakınca yüzünü ekşitiyor ve “evveeyt korona görünüyor” diyor. Doktor onu bir hemşireyle gözlem odasına gönderiyor. Yürü, yürü, yürü bitmiyor. Hastane değil sanki labirent. On, on beş kişilik bir gözlem odası; ağır vakalar, yürüyemeyen insanlar, yaşlılar, kronik hastalıkları olanlar… O zaman işin ciddiyetini, kendisinin de ağır hasta olduğunu anlıyor.
Tek yataklı bir odaya koyuyorlar, koluna bir bilezik takıyorlar, yatağa uzanıyor. Başında kapkara bir ağrı başlıyor, kemikleri acıyor, hiçbir şey düşünemiyor. Allah’ı hatırlıyor. Onu yaratan, onu koruyan, ona rızk veren Allah’ı. Ne yazıyordu kutsal kitapta; mütevekkil ol. “Oldum tanrım, senin elindeyim” diyor. “Bak kederlenmiyorum, kendime acımıyorum, öfkelenmiyorum” diyor. Tevekkül ediyor, katlanıyor, kabulleniyor..
Bu odada acılı yirmi gün geçiriyor. Anasından emdiği süt burnundan geliyor. Ateş, inanılmaz kemik ağrıları, diplere doğru çekildiğini hissediyor. Sanki bütün bedenim on ayrı parçaya ayrılıyor ve her biri on ayrı şekilde acı çekiyor. Ağzının içi kupkuru. Susuyor su veren yok. Kalkacak halim yok. Ara sıra süt ve su getiriyorlar, kapının önüne koyup kaçıyorlar. Sabahlara kadar o sütten beş dakika da bir minik yudumlar alıyor. Ateşi çıkıyor ve mide bulantıları hiç kesilmiyor ve ishal. Aynı anda. Hemşireler korka korka yaklaşıyor. “Maskenizi takın lütfen!” diye bağırıyorlar, odaya girmeden önce. Bu sesi yirmi gün, gece gündüz binlerce kez duyuyor. On gün ağzına hiçbir şey koymuyor. Kusuyor, kusuyor, kusuyor. Ter ter ter, tör tör tör, amel amel amel.
Günden güne almakta olduğu ilaç sayısı artıyor. Günde on beş civarında ilaç almaya devam ediyor. Serumların biri bitiyor biri başlıyor. Her gün röntgen. Devasa cihazlar ciğerlerimi çekip elime veriyor. Enfeksiyon doktoru gidiyor, kardiyolog geliyor, bir ilgi bir ilgi, “abartmıyorum ve şaka da yapmıyorum, ömrümde bu kadar ilgi görmedim.” diyor babasına pencereden. geceleri
Geceleri karanlık düşler görüyor, korkunç kabuslar. Ağrı… ağrı… ağrı….bütün kemikleri özellikle de kafa tası çatlıyor…
Nihayet yirmi gün dolmuş hastahaneden taburcu edilmişti, ama hiç bir şey değişmemiş; gerçi ateşi düşmüş, ishali geçmiş, olur olmaz yerde kusmuyordu da, ama ağrıları dinmemişti. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı, yaşamak istemiyordu. Güçlü biri değildi. Psikolojik tedavi gördüğü zamanlar olmuştu. Ama bu sefer gerçekten dayanamıyordu. İki gün önce yaşadığı şehirdeki büyük bir alışveriş merkezinin üçüncü katından kendini atmayı planlıyordu.
Bunları düşünürken annesiyle karşılaştı. Onu gerçekten sevdiğine inanan insandı. Ona bir şey olursa çok üzüleceği kesindi. Üzeceği en son kişiydi annesi, annesine kıyamazdı.
Ne yapacağını bilemiyordu. Yakınındaki kimselere derdini anlatamıyordu. Bu hayatta hiç bir şeyden zevk almıyor. Bütün hayallerini önüne serseler kılı kıpırdamıyordu. Daralma hissi hiç geçmiyor. Soluk almakta hala zorluk çekiyordu. Hayatta pek fazla bir şey yaşamamıştı, tecrübe edinmemişti, zaten bugüne kadar yaşadıklarını da hakkıyla yaşamış sayılmazdı. Başkalarının yanında hiçbir işi yapamıyordu; en basitinden düğme iliklemeyi, fermuar takmayı bile başaramıyor. Bir işi bir kere yapamadığı zaman strese giriyor ve daha da batırıyordu. Vücut direnci çok düşmüş bunun yüzünden basit bir gribi bile en az 3 haftada yenebiliyordu. Tipi çok çocukça ve ezik görünümlüydü. Saçları dökülmeye başlamış, egzamaları azmıştı. Kas becerileri çok zayıflamış, bir çay bardağını bile tutarken elleri titriyordu. Saf ve fazla iyi niyetli biri olmuş çıkmıştı. Herkesin her dediğine inanıyor, güveniyor ve istediklerini yapıyordu, kendini kullandırıyordu. Fazla koşamıyor, hızlı hızlı yürüyemiyor ve yokuş çıkarken hemen yoruluyordu.
Kahve içmek, sinemaya gitmek iyi gelir sanıyordu, ama hiçbir şey azalmıyordu. Antideprasyonlar falan da çözüm değildi. Kimseden yardım beklemiyordu. Kendine kızgınlığı, giderek kendinden nefret etmeye dönüşmüştü.
Artık kendini bile sevmiyordu. Nefret ediyordu kendinden.. Akılsız değilde, geri zekalı olduğunu düşünüyordu. İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı ayırt edebiliyor, önemli kararları almakta zorlanıyordu. Kendinde gelecek görmüyor, gençliğinin veya orta yaşlılığının hayalini hiç kuramıyordu. ‘Ben kimim ve nereye gidiyorum?” sorularını her gün soruyordu kendine ve aklına geldiğinde sürekli tekrar ediyor zihninde ama hala bir sonuca ulaşamamıştı. Kim olduğunu kestiremiyor ve nereye gittiğini de bilmiyordu, sadece yaşamak için yaşıyordu şu an. Boşlukta gibiydi. Eskiden hayalleri vardı, şimdi ise hiç kalmamıştı…