Kısa Hikayeler

Modern Kısa Hikaye “Fötr Şapkalı Kadın”

Modern Kısa Hikaye

Modern Kısa Hikaye “Fötr Şapkalı Kadın”

Laleli yokuşunda şiddetli bir yağmura yakalandım. Kendimi köhne bir hana güç bela atabildim. Benimle birlikte alçak tavanlı hana sığınan birçok kişi vardı. Handaki sesler yağmurlu havanın içinde daha da boğuk bir hâl aldı. Sesler yosun kokularına karıştı. Yosun kokuları sigara dumanında kayboldu. Erkeklerin saçları dağılmış kadınların makyajı akmıştı. İçimdeki sıkıntı tekrar peyda oldu. Bu sıkıntı, az önce, etrafından ateş isteyen takım elbiseli adam yüzündendi. Bana doğru yöneldiğinde sararmış bıyıklarını görmüştüm. Yılışık bir tavrı vardı. Ateşimi versem sohbet kuracaktı. Vermedim. Bununla birlikte adamın sivri burnu istemediğim başka bir olayı anımsattı. Vezneciler’in en işlek lokantasında yemek yediğim gün, servisimle ilgilenen garsonun da burnu sivriydi. Sipariş alırken sürekli ayak bileğini kaşıyor, ne arzu ettiğimi umursamıyordu. Gömleği terli, kolları sıvalıydı. Garsondan dayak yediğim gün de – niye dayak yediğimi bilmiyorum– aynı sıkıntı içime saplanmıştı. “Eve gidip uyusam”

Hanın önünden mendil satan iki kız çocuğu geçti. Karşıdan esen şiddetli rüzgâr çocukların lime lime yıpranmış ve yamadan görünmez olmuş mintanlarının paçalarını savurdu. Boz renkli işlemeli başörtüleri bayrak gibi dalgalanıyordu. Acele acele geçip gittiler. Başındaki tablasına naylon çekmiş simitçi iliklerine kadar ıslanmıştı.
Selam verip bir köşeye sığındı. Göz kapakları yarı açık, yorgun kara gözlü bir adamdı. Simitçinin yarı açık göz kapakları saçaklardan akan sulara yansıdı. Yosunsuz, çakılsız bir okyanus kıyısı gibi parıldadı. Gün uzadıkça uzadı. Köpürmüş gelen kara bulutlar ıssızlaşan caddenin ıssızlığına çarpa çarpa ilerledi. Kiremit çatılı evlerin üstünü örterek meydanı gölgeledi. Kalabalıkla ilgim kesildiği halde önümde duran samur yakalı kadının, “Bu yağmurun dineceği yok!” dediğini duydum. Dikkatimi çekti. Fötr şapkasından sular damlıyordu. İri şemsiyesini açıp yola koyuldu. Takip ettim. Oysa eve gidip uyumak istiyordum.

Fötr şapkalı kadın tramvay durağına yürüdü. Ardından Karaköy istikametine giden tramvaya bindi. Tramvaya bindiği sırada hengâmeden şemsiyesi kırıldı. Şemsiyeden düşen damlalar tramvayda küçük su adacıkları oluşturdu. Her durakta birileri adacıkların üzerinden geçti. Karaköy’de inince denizi arkasına aldı, yokuşu olan bir sokağa saptı. Sokağın bir köşesinde yağmurdan nasibini alan seyyar tatlıcı öteki köşesinde tarihi bir cami vardı. Fötr şapkalı kadın yokuşu bitirince bir süre soluklanma ihtiyacı hissetti. Çevredeki kuru insan kalabalığı bittiği halde sahilden bir takım sesler geliyordu. Seslere kulak vermiş gibi bir süre hareketsiz kaldı. Sonra çukurda biriken çamurlardan atlayarak yoluna devam etti. Paltomun yakasını kaldırarak peşinden yürüdüm. Hava kararmak üzereydi. Fötr şapkalı kadın, narin bileğini kaplayan desenli deri çantasından iri telefonunu çıkardı. Birilerini aradı, konuşmaya daldı. Sokağın ortasında kahkaha attı. Penceresi açık bir evden kadın başı çıktı. Kadın, kahkaha sesinin kimden geldiğini anlamaya çalıştı, dudak büktü. Belki edepsiz demiştir. Bir kadının – hemcinsinin– sokak ortasında sesli gülemeyeceğini bilmeyen yoktu. Karşı kaldırımdan gelen çocuklu başka bir kadın “Size ne canım güldüyse güldü” demedi. Çocuğunu kucağına aldı adımları hızlandı. Fötr şapkalı kadın demir kapılı bir bahçeye girdi. Görebildiğim kadarıyla üç katlı eski bir binaydı. İş çıkış saatinde herkes eve gittiğimi sanırken ben kim olduğunu bilmediğim bir kadını takip ettim. Yağmur hafiflemişti. Cebimdeki sinema bileti, sigara paketi olduğu gibi su almış, cüzdanım ıslanmıştı. “Eve gidip uyusam”

Öyle yaptım. Eve gidip bir güzel uyku çektim. Bununla birlikte bütün gece garip rüyalar gördüm. Puslu, kristal suretlerin açılıp kapanan ağızlarından yalnızca yağmur seslerini işitebildim. Aksaray’da takip ettiğim kadını unutamamış olmalıyım ki uyanınca hemen hatırladım. Ateş isteyen takım elbiseli adamı ve dayak yediğim garsonuda hatırlayınca neşem kaçtı. İki ağrı birden saplandı başıma. Baş ağrıları da pişmanlıklarımız gibidir unutunca acısı geçer. Bununla birlikte saatler geçtikçe sadece kötü hatıralar baskın gelmeye başladı. “Takım elbiseli sararmış bıyıklar”, “Kolları sıvalı terli gömlekler”… Baskın gelen kötü hatıralara inat içimde fötr şapkalı kadını görme isteği uyandı. Geniş yatağın üstünde doğrulup kalktım. Hareket ettikçe yatak gıcırdıyordu. Heyecandan olmalı önce ayakyoluna girdim. Koridordaki aynalı dolabın önüne geçip kırmızı kazağımı giydim. Aynadan pis pis bakan suretime dilimi uzattım. Elbette inandırıcı mimiklerim olsun isterdim. Herkes inandırıcı olmayı ister. Ben de bazen aynaya bakarak güzel bir biçimde ağlamaya çalışırım. Lakin suratım, ağlayan insan suratından ziyade para koparmaya çalışan dilenci şeklini alır. Evden çıkacağım sıra üstümü yokladım. Sigarayı, kibriti, anahtarları ceketimin ceplerine aktardım. Bozuk paralar çok ses yapınca birazını salondaki vazonun içine attım.

Apar topar evden çıkıp ilk bulduğum taksiye atladım. Taksi şoföründen, önce Aksaray’a sonra Karaköy’e gitmesini istedim. Bunu isterken neredeyse gülümseyecektim. Hatta biraz gülümsedim. Bütün bu gülümsemeler muhakkak fötr şapkalı kadından ötürü olmalıydı. “Bu yağmurun dineceği yok”. Yağmura teşekkür ederim. Şoförle dikiz aynasından göz göze gelince ondan farklı olduğumu hissettim. Kim olduğunu bilmediğim bir kadının bana sağladı üstünlüktü bu. Artık taksilere binmemeliydim. Devlet töreniyle şahsıma makam araçları tahsil edilmeliydi. Makam araçları saldırılara karşı üstün korumalı olmalıydı. Aracın tekerlekleri, delinme ve patlamaya karşı dayanıklı olmalı fakat olası bir delinme durumunda bile çelik jantlar devreye girip aracın hareketini sağlamalıydı. Aracın kasası titanyum alaşımından yapılmalıydı. Hatta restorasyon gerektirdiği durumlarda bile masrafı milyonları aşmalıydı. Hayal gücüm kuvvetleniyordu. Hayal gücüm kuvvetlendikçe yüzümü çirkin bir gülüş aldı. Dikiz aynasında sararmış dişlerimi görünce keyfim kaçtı. Dikkatim tekrar fötr şapkalı kadına toplandı. Onun kim olduğunu öğrenmeliydim. Gereksiz bir özgüven içinde olmamalıydım. Medeni bir insan gibi onunla yüz yüze konuşabilmeliydim. Belki o da benim gibi yalnızdır. Yalnız yaşayan insanların yalnızlıkları gürültülü olur. Yalnız değilse bile kaldırımlarda yürümenin bahtiyarlığını öğretmeliydim ona. Ona yemek tariflerinden, örgü çeşitlerinden, kadın programlarından önce kaldırımlarda yürümesini öğretmeliyim. Kuşların kaldırımlarda bir hatıra gibi yürüdüğü sokakları gezdirmeliyim. Bu bahtiyarlığı keşfetmiş olmakla bile taksi şoföründen farklıydım. Bunu fötr şapkalı kadın da bilmeliydi. Bana sağladığı üstünlüğü kendi gözleriyle gör
meliydi. Birden onu görememek ihtimali aklıma düştü. Elektrik kaçağına kapılmışım gibi titredim. Hastalıklı bir ruha mutluluk geçerken bile uğramamalı.

Hayal gücüm arttıkça hafızam zayıflıyordu. Neyse ki Karaköy sahilinde inip yürümeye başlayınca sokakları tek tek hatırladım. Nihayetinde demir kapılı evi buldum. Pencereleri görebildiğim bir köşeden apartmanı karşıma alıp sırtımı duvara dayadım. “Yağmurun dineceği yok”. Ellerimi paltomun cebine koydum. Fötr şapkalı kadının evde olmasını ummaktan ve dışarı çıkmasını beklemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. “Ateşim yok”. Hayır, var! Takım elbiseli adama yok. Umarım hâlâ ateş arıyordur… Bugün özellikle en sevdiğim kazağımı giydim. Üç yıl önce alınmıştı bana. Kendi aldıklarımı daha sonra beğenmiyordum. Bana alınan kazaktı bu. İşte başkalarına düşkünlüğümün bir başka örneği. Kendi aldığım bütün elbiseleri atmalıyım, hayır onları kanepenin altına koyup farelerin kemirmesini beklemeliyim. Sonra kemirdikleri için sövmeliyim. Bütün hayatım kullanmadığım eşyaları ayıklamakla geçti, yine de bitiremedim. Bu kazağı, tekeri kırık bir bavulun içinde kışlıkların arasında buldum. Allahtan kimse bu bavulun buzdolabının üstünde olduğunu görmüyordu. Belki de bunun için yalnızdım. Dışarıda herkese istediği yanımı gösteriyorum. Yine de yağmura teşekkür ederim.

Yaklaşık dört saat geçmişti ki demir kapıdan onun çıktığını gördüm. Ellerimi paltomun cebinden çıkarıp saçımı, sakalımı düzelttim. Neredeyse beklemekten vazgeçip dönecektim. Esaslı bir adam olsam hiçbir işimi yarım bırakmazdım. Her heyecanımın ortasında başka bir heyecana sürüklüyordum kendimi. Her şeyi yarım yaşamaktan, her şeye geç kalıyordum. Her şey mi? Bak buna bu kadar emin olma. (Yalnız olunca insan daha rahat söyleniyor). Onu takip etmeye başladım. Cesaretimi toplarsam günün sonunda konuşabilirdim. Akşam eve dönünce yapacak bir işim de yoktu. Ayrıca ihtiyatlı olmalıydım. İstemediğim bir sonuçla karşılaşmamak için fazla düşünmeliydim. Olası hayal kırıklığına karşı kendimi en kötü sonuçlara hazırlamalıydım. Fötr şapkalı kadın uzun topuklarıyla sahil yolunu tuttu. Arnavut kaldırımlarının bittiği yerde geçen arabalara yol verdi. Arabaların camlarına fötr şapkasıyla yansıdı. Kusursuz görüntüsünü, karton toplayan bir gencin arabası gölgeledi. Sonra yansıması puslu, kristal bir hal aldı. Yolun kenarında park halindeki bir aracın camından makyajını kontrol etti. Arkasına bakmıyordu. Acelesi yokmuş gibi adımları seyrekti. Karşı taraftan gelen kır saçlı adam fötr şapkalı kadını boydan boya süzdü. Yanından geçtikten sonra kafasını arkaya çevirip uzun uzun baktı. Yürümeye koyulacağı anda omuzuma çarptı. “Pardon” dedi. Kalın parmaklarıyla burnunu kaşıdı, yürümeye devam etti. İnsanların niyeti hep iyidir! Akrebin kuyruğuna benzeyen çatallı dillerini içeri büzüp başlarını sallayarak özürde bulunurlar. Hem de çok kibar bir şekilde yaparlar bunu. Aslında kimsenin bir özre ihtiyacı yok. İhtiyacımız olan özürde bulunacak bir işi yapmamak. Çünkü bazen bir hareket insanı çıldırtmaya yetebilir. Hepimiz bazen çıldırırız. Bazen tek bir kez bile çıldırmak yeterli olur.

Fötr şapkalı kadın sahile gelince durdu. Boş bir banka oturdu. Ellerinin tersiyle fötr şapkasını düzeltti. Çantasından bir kitap çıkarttı. Sayfaları karıştırdı. Günlerdir içimde bulunan sıkıntı tekrar löp diye oturdu. Bu sıkıntının sebebi ne takım elbiseli adamdı ne de dayak yediğim garsondu. Yalnızlık olmalıydı. Yalnızlık, ölü dillerin ölü sesleri.,, Yalnızlık, ağır bir yük, onu anlamayacak kimselerle otobüs kuyruğuna bile girmemeli. Aslında dosdoğru gidip onun yanına oturabilirdim. Fakat düşündüm. Oturduktan sonra herhangi bir çiçekçinin bizi fark etmesi bir felaket olabilirdi. Daha büyük bir felaket ise bizi çift sanmaları ihtimaliydi. Üstelik sahilin orta yerinde keman çalan çingeneler de vardı. Para koparmak için tepemize dikilebilirlerdi. Vakit ilerledikçe kalabalık arttı, kalabalık arttıkça cesaretim kırıldı. Bir grup genç, yanlarında getirdikleri siyah poşetin içinden içeceklerini çıkarttılar. Çocuklu aileler deniz havası almak için sahilin başka taraflarına gittiler. Hava kararmış, ortalık yerde insanlar gölge halini almıştı. Sonunda bir dilenci, fötr şapkalı kadına musallat olunca kadın apar topar sahilden çıktı. Sahilden çıkıp dar bir sokağa sapınca alkollü iki genç peşine takıldı. Kirli sakallı gencin gülüşleri gittikçe çoğaldı. Kısa boylu bir kadın “Allah belasını versin bu serserilerin, akşam sokağa çıkamaz olduk” dedi. Büfenin içinden başını dışarıya uzatmış, sakalına çekirdek kabuğu yapışmış başka bir adam “İçmesini bilmiyorlar abla” dedi. Taksinin bagajından valizlerini çıkaran, topuklu ayakkabıları yüzünden rahat hareket edemeyen yolcu da bu düşünceye hak verir gibi başını salladı “İçmesini bilmiyorlar”. Fötr şapkalı kadın bu konuşmaların hiçbirini duymadı. Adımlarını hızlandırdı. Dar sokağa sapan minibüs fötr şapkalı kadınla burun buruna geldi. Minibüsün camından uzanan kafa “vay anam vay” dedi. Radyonun sesini açtı, egzozu bağırtarak yoluna devam etti.

Fötr şapkalı kadın kalabalık yüzünden huzursuzluğu artmış gibi arkasına sık sık dönüyordu. Sonunda demir kapılı evin sokağına girdi. Kaldırım boyunca ilerledi. Demir kapıdan içeri girdiğinde soluk soluğaydı. Yere yığılacak gibi yürüyordu. Peşi sıra demir kapının aralığından içeri girdim. Çimenlerin üstüne akşam serinliği çökmüştü. Otlar kapkara, bozkır gecesi gibi derin bir renk almışlardı. Renklere basmamak için mi ihtiyatla yürüyordum yoksa korktuğum için mi bilmiyorum. Kısa bir duraklamadan sonra adımlarımı hızlandırdım. Bahçenin orta yerinde, çantasındaki zarfları karıştıran postacının hiç de kalpağa benzemeyen şapkası dikkatimi çekti. Balkonun demirlerinden sarkmış biri daha vardı. İpe dizili çamaşırlar adamın yüzünü örtüyordu. Çamaşırların ardındaki ses şimdiye kadar hiç farkına varmadığım bir lirizmle bana seslendi. “Fatih Bey posta sana!”. İnsan, sahibini görmediği sese kutsallık atfediyor. Oysa ben bütün kutsal olan şeyleri sonsuz bir mavilik olarak düşlemiştim. Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum. Işık görmüş yarasa gibi kendimi apartmanın içine sürükledim. Ah, bitse bu kirli ve yapışkan sesler, geldiğim gibi gideceğim bu bahçeden. “Hey Fatih Bey!..”. Apartmanın içine kadar gelen seslere aldırmadım.

— Fatih Bey üst kat komşumuzdur. Yakın zamanda karısını kaybetti. Muhakkak bir hâl oldu. Yoksa evine hırsız gibi girer mi insan? Postacı, boğazındaki gıcığı temizledi,

— Allah sabır versin, zor.

— …

Dar merdivenleri usulca çıktım. Birden kapımın önünde buldum kendimi. Yine dipsiz bir sıkıntı içimi kapladı. Anahtarlarımı çıkarıncaya dek düşünecek birçok şey buldum. Aksaray’daki yağmur hareketlerimi yavaşlattı. Kapının önünde biraz fazla durdum. Sonra mahzunlaştım. Anahtarları komodinin üzerine bırakıp sırtüstü uzandım. “Evine hırsız gibi girer mi insan”. Kim bilir…

Necati Şener

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu