Ağlatan HikayelerGülnar FerruhkızıSizden Gelenler

Duygusal Bir Hikaye;”Kanlı Nehir”

Duygusal Bir Hikaye;”Kanlı Nehir”

Hikaye Oku: Gidiyorum. Sabahın kör karanlığında yıllardır ayaklarımın gidemediği o yere gidiyorum şimdi. Kanlı nehre. Ya da benim tabirimce kardeş kanı seven nehre. Evet, o nehir bizim bildiğimiz tüm nehirlerden farklıydı benim gözümde. Çünkü orada kan vardı, haykırışlar, kurtulma çabası ile boğuşan insanlar vardı. Maalesef…

Ayaklarım oraya doğru giderken, kalbim yine geri dönmek istiyor. O anıları hatırlamak bile bana ağır gelirken şimdi o zamanı bir daha yaşamak yüreğim için çok ağır bir darbe. Ama gitmeliydim. Dün gece rüyamda gördüğüm canım arkadaşım için gitmeliydim oraya. Belki bu zaman huzur bulabilirdi kalbim.

Önce araba, sonra bir saatlik yürüyüşten sonra nihayet burdaydım, kanlı nehirde, şimdi kurutulmuş olan bu nehir kim bilir kaç kişinin canını aldı, kim bilir kaç kişiyi arkadaşsızlığa, sevgisizliğe mahkum etti. Gaddar nehirdi bu benim için. Belki de arkadaşlarım o kadar ısrar etmeseydi, biz de buraya gelmezdik, Aliyle. Uzun boylu, okulda benden daha meşhur, kızların bakıp da doyamadığı arkadaşım Aliyle. Cesurdu, ancak bir o kadar da kırılgandı kalbi. Onun gidişiyle herkes yıkılmıştı, sanki herkes onu kardeşi, dostu gibi benimsemişti. Ancak bu nehir her şeyi mahvetti. Yığıldım toprağın üzerine. Ve aniden o anılar gözlerimin önüne geldi.

Üniversite son sınıftaydık. Arkadaşlarımız son sınıf olduğumuz için bir anı olsun diye akıllarınca bir yol buluştular. Ve şimdi ısrar ediyorlardı:

“Hadi, ama Ali! Sen kabul edersen, Mehmet de kabul edecek.”

Ali suskundu. Bense onu yerine çok cevapladım onların sorusunu:

“Arkadaşlar, israfın lüzumu yok, istemiyorum işte, Ali de istemez zaten.”

“Hayır, ben istiyorum.” Ali aniden dedi.

“Harika! O zaman gidiyoruz, değil mi Mehmet?”

Ben cevap vermedim, hala çok şaşkındım, çünkü biz Ali’yle daha dün karar vermiştik ki, biz gitmeyecektim pikniğe.

“Ama…” lafım boğazıma dizildi sanki, konuşamadım.

“Ben istiyorum, Mehmet, gidelim biraz kafamız dağılsın, sınavlardan, derslerden boğuldum artık.”

Ali çocuk gibi mızmızlanıyordu. Benim tanıdığım Ali bu değildi. Sinirlendim ve hızla sınıftan çıktım. Ali de peşimden geldi. Gidip okulun bahçesinde duvara yasladım. Çok sinirlendim, Aliyi dövmek bile istiyordum. Ali geldi ve yanımda durdu.

“Hani biz kardeştik?! Sen ne ara fikrini değiştirdin de bana söylemedin?”

“Sakin ol, Mehmet!”

“Senin bu rahat hallerin beni deli ediyor! Neden değişti fikrin? Ne oldu da piknik meraklısı oldun birden. Tamam, değilsin de neden bana söylemedin? Sen nasıl bir…”

“Ayşe…”

“Ne?”

“Ayşe de gelecekmiş. Ben de bu sabah sınıfta kızlardan duydum. Sana söylemek fırsatı bulamadım.”

Hiçbir şey söylemedim. Çünkü biliyordum, Ayşe Ali’nin bu hayatta en büyük zaafıdır. Ancak Ali’nin Ayşe’ye olan aşkı onu yaşından bile katbekat büyütmüştü, yormuştu. Ali Ayşe’den bahsederken, karşımda sanki 22 yaşında Ali değil de, 40 yaşında olgun bir erkek konuşuyordu. Ona yıllardır aşıktı, ama onun yüzüne aşkını itiraf etme cesareti yoktu. Ben Ali’yi küçüklükten beri tanıyordum, o, hayatında hiç kimseye Ayşe’ye tutulduğu gibi tutulmamıştı. Ne yazık ki, kavuşmak için daha çok çaba da sarf etmesi gerekti.

“İnan bana sana söyleyecektim sana, ancak aniden oldu. Ve ben…”

Ali gerçekten de çocuk gibi davranıyordu. Bende bu masumluğun karşısında kahkaha attım.

“Tamam, tamam, affedildin, bunu önceden söyleseydin ya!”

“Ne bileyim, kafam iyice karıştı.”

“Bari bu sefer ona aşkını itiraf et de, kurtul artık.”

“Şimdi değil de, döndükten sonra, mezuniyet gecesinde söylemeyi düşünüyorum.”

“Neden?”

“Onun için kalıcı bir anı olsun istiyorum.”

“Bak sen bizim Ali’ye!” yine güldüm.

Ben gülüyordum, ancak Ali’nin suratında hüzün vardı.

“Şimdi ne oldu? Kabul ettim işte!”

“Efendim?” Ali rüyadan uyanmış gibi bana baktı.

“Neden üzgünsün diye sordum.”

“Bilmiyorum, içimde bir sıkıntı var.”

“Aşktandır, o aşktan!” yine güldüm.

Onun moralinin iyi olması istiyordum. Ancak o günden sonra yüzü hiç gülmedi. Kendi de bilmiyordu sebebini. Bense Ayşe’yle konuşmaktan korktuğunu düşündüm, o yüzden üstüne çok varmadım.

Hafta sonuydu. Bugün piknik zamanıydı. Bir nehrin kıyısına gidecektik. Arkadaşlar öyle karar vermiştiler. Benim için fark etmezdi zaten, neresi olursa olsun hiç umrumda değildi. Gönülsüzdüm doğru, ancak yine de arkadaşlarla bir arada olmak için varım dedim. Hem Ali’yi de yalnız başına bırakamazdım. Ali de durgundu. Ben onun sırtına vurdum yavaşça:

“Mecnun, Leylanı bekliyorsun galiba!” şakadan Aliye söyledim.

“Gelmedi…”

“Gelecek, merak etme.”

“Yok, bence gelmeyecek.”

“Dur bekle, Yarenden öğrenirim şimdi.”

Yaren Ayşe’nin hem komşusu, hem de bizim üniversiteden arkadaşımızdı. Yanına gittim.

“Yaren, merhaba!”

“Merhaba, Ali, nasılsın?”

“Teşekkür ederim. Sana bir sorum var.”

“Tabi, dinliyorum seni.”

“Ayşe gelmedi mi?”

Yaren şaşırdı, acaba Mehmet neden Ayşeyi soruyor diye düşündü galiba, bunu yüzünden okuya biliyordum.

“Şey, ben gelenlerin sayısı hesap ediyordum da. Listeye baktım, Ayşe’nin de adı var listede, ancak kendisini göremedim hiç bugün. Yani o yüzden sordum.”

“Evet, Ayşe yok.”

“Gelmeyecek mi? Yani gelmeyecekse listeden ismini çıkartmam gerek onun için.”

“Evet, gelmeyecek.”

“Neden?”

Yaren yine şaşırdı.

“Yani diyorum ki, ciddi bir sorun yoktur, umarım, hastalık falan.” diyerek hemen toparladım cümlemi.

“Yok, merak etme, basit bir soğuk algınlığı o kadar. Ondan gelemedi.”

“Anladım, teşekkür ederim.”

“Bir şey değil.”

Nihayet, gerçeği öğrenebilmiştim. Hemen Alinin yanına gitim.

“Üzgünüm, kardeş, ancak gelmeyecekmiş.”

“Biliyordum, zaten.”

“İstersen, geri dönelim?”

Ali sorum karşısında cevaplamak için biraz bekledi, sanki cevap vermek istemiyordu, ancak gitmek istemediğini gözlerinden okuya biliyordum.

“Yok, gerek yok, bizim için küçük bir tatil olur işte.”

“Nasıl istersen.”

“Neden gelmeyecekmiş?”

“Hastaymış.”

Ali panikledi:

“Neden? Nasıl? Hadi gidelim yanına!”

“Bir sakin ol ya! Gidip ne diyeceksin? Daha kızla iki kelime bile konuştuğun yok.”

“Ben…”

“Merak etme, küçük bir soğuk algınlığıymış. Hem durumu ciddi olsa, Yaren söylerdi.”

Ali yine suskunluğa gömüldü, daha fazla hiçbir şey söylemedi.

Az sonra nihayet, otobüse bindik. Benle Ali yan yana oturduk. Ali yol boyunca bir kelime bile etmedi. Sadece uyudu. Öyle uyuyordu ki, sanki uykusundan uyanmak istemiyordu. Bense bundan çok sinir olmuştum.

Birkaç saat sonra nehre vardık. Kaç saat geçti, nasıl geçti hiç bilmiyorum. Aliyi uyandırmam gerekti, omuzlardan onu tutup hızlıca silkeledim:

“Uyan, Ali, uyan!”

“Ne? Ne oldu?” Ali korkmuştu, gözlerinde garip bir korku gördüm. Kendi şakamdan pişman bile olmuştum.

“Şey… Ben özür dilerim, seni uyandırmak için…”

“Önemli değil.” deyip kalktı.

Çok garip, biz her zaman birbirimizi böyle uyandırdık, şakalaşırdık böyle. Ancak Ali bu sefer baya bir korktu. Ama neden? Belki de Ayşe yüzünden böyle davranıyordur? diye düşündüm. Ancak galiba bunun Ayşe’yle, ya da onun gelmemesiyle bir ilgisi yoktu. Birkaç dakika bu soruna kafa yorduktan sonra cevabını bulamayıp, tüm düşüncelerimi kafamdan attım ve pikniğin tadını çıkarmak kararı aldım. Ve bu kararım için önce Ali’nin moralini düzeltmem gerekiyordu. Ali’ye yaklaştım:

“Hadi, ama yüzün gülsün bir az. Baksana etrafa! Ne kadar güzel, ne kadar enfes bir manzara var burda! Doğanın kokusunu ciğerlerine çek hadi! İnsanın içini ferahlatıyor. Bence insan burda hiç yaşlanmaz.”

“Öyledir, muhakkak.”

“Tabi ki, öyledir, şimdi gül lütfen. Senin yüzün asıkken ben de doğru dürüst tatil yapamam. Bana da yazık ama…”

“Tamam, tamam.”

Ali’nin yüzünde çok küçük, mikroskopla bile zorla görülecek küçük bir gülümseme gördüm. Demek hala bir umut var.

Tahminen bir saat geçti. Bu zaman zarfında ben arkadaşlarımla maç yaptım, keyifli sohbetler ettik. Henüz yemek aşamasına geçilmemişti, çünkü daha getirdiğimiz etleri pişirmemiz lazımdı. Bu işleri ise bizimle birlikte aynı üniversitede okuyan, ancak yaşça bizden 5 yaş büyük abimize ve bize rehber olan hocamıza havale etmiştik. Hoca da neredeyse abiyle aynı yaştaydı. İkisi iyi iki arkadaş gibi görünüyordu. Herkes eğleniyordu, bir tek Ali’nin yüzü gülmüyordu. Bir ağacın gölgesinde sessizce oturmuş kitap okuyordu, ya da okuyormuş gibi yapıyordu. Çünkü ara-ara onu izliyordum ve aynı sayfayı okuduğunu görüyordum, belli ki, aklı kitapta değildi, kendini etrafındaki insanlara, hatta bana bile okuyormuş gibi göstermek istiyordu. Ama neden? Yanına gittim ve oturdum:

“Neyin var?”

Cevap vermedi. Ve ben sorumu tekrar etmeye mecbur kaldım:

“Ali, seninleyim!”

“Ne? Ne oldu?”

Ali yine aniden uykudan uyanan insan gibi şaşkın şaşkın baktı bana.

“Ne oldu ya? Niye böylesin?”

“Nasılım ki?”

“Durgun, yorgun, bitkin…”

“Öyleyim, değil mi? Haklısın.”

“Ama neden? Ayşe yüzünden mi?”

“Hayır, hayır…”

“Geri dönmek ister misin?”

“Hayır, tabi ki… Şimdi nasıl döne biliriz ki zaten?!”

“Peki o zaman derdin ne?”

“Bilmiyorum, kalbim sıkışıyor, sanki…”
“Sanki ne?”

“Sanki kötü bir şeyler olacakmış gibime geliyor.

“Hadi ama! Evhamlı kadınlar gibi konuşma! Sana hiç yakışmıyor. Böyle bir muhteşem yerde ne olabilir ki?!”

“Haklısın, galiba.” Ali yine yalandan tebessüm etti ve konuyu kapattı.
Ben de daha fazla bu konuyu uzatmak istemedim, onu saatlerce oturduğu o ağacın dibinden almam gerekirdi.

“Hadi, Ali, kalk!”

“Nereye?”

“Nasıl nereye? Hadi kalk ya! Böyle tek başına burada oturmana izin veremem! Sonra kafamda mantıksız şeyler kuruyorsun. Gel benle, arkadaşlara katılalım, buraya eğlenmeye geldik, kös kös oturmaya değil, değil mi?”

Israrlarım sonucu onu o ağacın gölgesinden alıp arkadaşların yanına gittik. Eğlenceli oyunlar oynamaya devam ettik. Ancak Alinin gözleri yine keder doluydu, mutsuzdu. O gün onun yüzü hiç gülmedi…

Neredeyse akşam oluyordu. Artık gitmemize 1 kaç saat kalmıştı. Öyle anlaşmıştık arkadaşlarla, sabahleyin erken saatte nehire gelip, akşama doğru evlerimize geri dönecektik. Herkes toparlanıyordu yavaş yavaş. Ben de öyle. Bir tek Ali nehrin kıyısında sessizce oturup düşünüyordu. İlk defa onu böyle sessiz, sakin, düşünceli görüyordum, doğrusu garibime geliyordu onun bu halleri, tavırları. Anlam veremiyordum onun davranışlarına. “Ona ne olmuş olabilir ki? Ayşe… Evet, mevzu kesin Ayşedir” diye düşündüm yine. Ne de olsa Ali buraya onun için gelmişti. Zavallı dostum kim bilir kalbi ne kadar kırılmıştı?! Kim bilir kafasında nasıl hayaller kurmuştu bugünle ilgili. Belki de bugün ona sevdiğini itiraf edecekti, “Hayır, şimdi değil mezuniyet gecesi demek istiyorum” demesine rağmen. Ya da ben gerçekte can dostumun kalbimi sıkan korkuyu anlayamamıştım.

Uzaktan ona bakıyor, diğer taraftan da çantalarımızı toparlamaya çalışıyordum. Birkaç dakika sonra Alinin yanına yine sınıftan bir arkadaşımız gelip sohbet etmeye başladı onunla. Galiba o da benim gibi Alinin düşünceli hallerinden rahatsız olmuş ve onunla konuşmaya çalışıyordu. İçim azacık rahata kavuşmuştu, başka arkadaşlarla muhabbet etmesi ona iyi gelecekti, emindim buna. Lakin az sonra hoca arkadaşımızı yanına çağırdı ve o, Alinin yanından ayrıldı. Eşyaları çabucak çantalara sıkıştırmaya başladım, maksadım çantaları toparladıktan sonra Alinin yanına gitmekti. Ancak aniden çıkan fırtına misali rüzgar tüm hayallerimi darmadağın etmeye muvaffak oldu. Çok hızlıydı rüzgar, sanki bizden bir öc almak için gelmişti nehrin kıyısına. Rüzgar yerdeki ağaçların dallarını, toprağı havada uçuruyordu. Herkes korkmuş ve kendine sığınak bulmaya çalışıyordu. Bense nehre doğru gidiyordum, Alini bulmam gerekti ve onu tehlikeden uzaklaştırmak gerekti. Koşmaya çalışıyordum, ancak başarılı olduğum söyleyemezdim, bir iki adım sonra yere düşüyor, ancak yeniden kalkıp devam ediyordum. Havada uçuşan toprak kırıntıları yüzünden gözlerimi açamaz olmuştum başladım. Aliden de ses gelmiyordu. Zaten Ali seslenseydi bile rüzgar sesi onu duymam için engel olurdu bana. Birkaç saniyelik rüzgar yavaş yavaş durmaya başladı. Gözlerimi aça biliyorum artık, bağırdım yüksek sesle:

“Ali! Ali! Nerdesin?”

“Burdayım!”

Ses geldiğimde içim bir nebze de olsun rahatlamıştı. Şimdi onu net bir şekilde göre biliyordum. Nehrin kıyısında ayağa kalkmış bana gülümseyerek bakıyordu. Anlamıyordum ne yapmak istiyordu ki. Bağırdım yine:

“Gelsene buraya, neyi bekliyorsun? hadi, çabuk ol!”

“Geliyorum…” deyip ayağını öne atınca rüzgar daha da hızlandı ve o…
Ve o nehre düştü.

“Ali!”

Yaklaşmaya çalıştım nehre. Ancak rüzgar beni savuruyordu. Aliye ulaşamıyordum. Nehir ise hızla hareket ediyor, hırçın sularıyla birlikte onu götürüyordu. Sesi gelmiyordu.

“Ali!”

Arkadaşlarım ve hocam da sesimi duymuştu, rüzgar izin vermiyordu onlar da yaklaşsın nehre. Alise gözlerden kaybolmuştu. Çocukluğum, gelecek hayallerinde yer alan tek dostum şu an gözlerimin önünde usulca kaybolmuştu. Nehirse sanki Aliyi benden almak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Bense yere yığılmış, sadece bağırıyordum:

“Ali! Ali, kardeşim, ses ver! Yalvarırım sen ver!”

Aniden rüzgar dindi. Bense koşarak nehrin yanına gittim, arkamdan hocamla arkadaşlarım da geldi. Nehir sakindi. Rüzgar sakindi. Sanki hiç rüzgar esmemiş, nehir hiç Aliyi almamış gibiydi. Yine bağırmaya başladım:

“Ali…”

Ancak nafile. Bir saat sonra polisler ve ambulans geldi ve onu buldular. Onu, onun cansız bedenini…

Şimdi bu nehir nasıl olur da kanlı nehir olmasın ki? Kan… Ali’nin kanı nehrin suyuna karışmıştı. Benimse can kardeşimi benden ayırmıştı bu kanlı nehir…

Hikayenin Yazarı: Gülnar Ferruhkızı

 

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu