VERANDA ÖYKÜLERİNDEN “VERANDA”
“Yaz boyunca, çiçeklerin en hoşuyla
yaşadım bu yerde, Fidele.”
Köye taşındığımda, verandasız eski bir çiftlik evine yerleştim. Bu üzüntü veren bir eksiklikti. Sadece iç mekânın sıcaklığını dış mekânın özgürlüğüyle birleştiren verandaları sevdiğim için değil; köyü çerçeveleyen muhteşem görüntü ve oradaki keyifli serinlik yüzünden de… Görüntü o kadar güzeldi ki dut zamanı çocuklar, her köşede bir şövale ve güneşten bronzlaşmış bir ressamla karşılaşmadan ne tepeye çıkabilir ne de vadiyi geçebilirdi. Tam bir ressam cenneti… Dağ kümeleriyle kucaklaşan yıldızlar… En azından evden öyle görünüyordu. Çünkü dağların tepesine çıktığında bu görüntüden eser yoktu. Ev biraz daha geriye yapılsaydı bu çarpıcı çember olmazdı.
Ev çok eskiydi. Yetmiş yıl önce Kâbe’nin ya da Kutsal Kayanın taşlarının çıkarıldığı söylenen ve bir zamanlar her şükran gününde ziyaretçilerin akınına uğrayan Hearth Stone Hills’de yapılmıştı. İşçiler, temeli kazarken yeraltındaki mağara adamlarıyla; yani gelincik tarlamdan aşağıya doğru uzanan sakin çayırlığa yıllar önce yerleşmiş sağlam ağaçların sağlam kökleriyle kazma ve kürekle mücadele ederek uzun süre harcamak zorunda kalmışlardı. O birbirine geçmiş ağaçlardan bir tanesi azimle hâlâ hayattaydı: bir karaağaç…
Evi her kim yaptıysa, bildiğinden iyisini yapmıştı. Ya da zirvedeki Orion, Demokles’in kılıcıyla aydınlatarak “Buraya inşa et,” demişti. Başka türlü, ağaçlar kesildikten sonra böyle muhteşem bir manzara ortaya çıkacağı nasıl aklına gelirdi? Asilzadeleri arasındaki Şarlman (Kutsal Roma Cermen imparatorluğu’nun kurucusu olarak kabul edilir. (ç.n.)) gibiydi; tepelerle çevrili Greylock’tan farklı değildi.
Böylesi yeşil bir alandaki bir evin, manzaranın tadını çıkartmak ve mola verip huzur bulmak isteyenlerin rahatlığı için bir verandasının olmaması, resim galerisinde bulunması gereken bankların yokluğu gibi bir şeydi. Resim galerileri de kireçtaşı tepelere benzer mermer koridorlar değil miydi sonuçta?
Her ay giderek solan resimlerin yerini yeniden canlı resimlerin aldığı galeriler… Güzellik Tanrı inancı gibidir; ondan ne kaçabilirsin ne de anlayabilirsin onu; bugünlerde rahat bir koltuk kadar ihtiyaç duyulan türden; huzurlu ve sebatkâr. Hürmetin revaçta olduğu; miskinliğin kabul görmediği; kendini adamışların, aynı sonraki çağlarda katedrallerde daha ulu bir Güç’e taptıkları gibi koşulsuz şartsız Doğa ya taptıkları eski zamanlarda da; inancın zayıf, dizlerin güçsüz olduğu günümüzde de verandalar ve kilise sıraları vardır.
Orada yaşamımın ilk yılında, arkası geniş bir bataklıkla takviye edilmiş, önündeki yabani çilek tarlasında oldukça garip bir biçimde (bence bir nişan işareti olarak) üç küme mavi menekşenin büyüdüğü, tepeye bakan sette, gölge yapması için dikilmiş hanımeli kaplı çardağın altında kendime Şarlman’ın taç giyme törenini sakin sakin seyredebileceğim (hava izin verdiği sürece her gündoğumu ve batımında ona taç giydiriliyordu) şahane bir çim taht seçtim. Gerçekten krallara layık bir tahttı. Öyle ki Danimarka kralının bahçesinde uzandığında yaşadığı sinsi bir kulak ağrısı beni ele geçirmişti. Eğer Westminster Abbey’de, sırf eski olduğu için, nem zaman zaman artıyorsa daha eski olan bu dağlar manastırında niye artmasın?
Bir veranda şart.
Ev genişti ama benim param azdı. Bu yüzden evi çevreleyen manzaralı bir veranda yapmak mümkün değildi. Marangozlar, çizimleri ve ölçümleri de göz önüne alarak isteklerinin hepsini yerine getirmek konusundaki endişelerini kibarca dile getirdiler.
Bir tarafın benim isteğimi karşılayacağı konusunda anlaştık. Ama hangi tarafın?
Doğu yönünde, uzaklarda Quito’ya doğru gözden kaybolan Hearth Stone Hills uzanıyor ve her sonbahar, aniden ortaya çıkan serin bir sabahın küçük beyaz taneleri, mevsimin yeni büyümüş kuzusunun erkenden kırpılması gibi, en tepedeki kayalıklardan düşüyor. Sonra karanlık dağları kırmızı çizgili tartan kumaşla kaplayarak Noel şafağı söküyor. Bu, veranda için hoş bir görüntü. Hoş bir görüntü ama Şarlman kuzeyde- Hearth Stone ve Şarlman bir arada olamıyor.
Güney yönü ise… Orada elma ağaçları vardı. Mayıs ayında, güzel, yumuşak bir sabah vakti oturup, gelin gibi bembeyaz tomurcuklarla kaplı o bahçeyi ve ekimde kırmızı top mermileriyle dolu yemyeşil bir cephaneliği seyretmek… Çok hoş olduğunu kabul ediyorum. Ama Şarlman kuzeyde.
Batıdaki görüntü ise… Zirvedeki akçaağaç ormanına uzanan yemyeşil bir yayla… Yamacı seyretmek İlkbahar başında çok güzel; onun dışında gri ve çıplak; yer yer erken yeşeren eski bir patikaya bakıyor. Gerçekten hoş; bunu inkâr edemem. Ama Şarlman kuzeyde.
Ve Şarlman; kazanan oydu. 1848 biteli çok olmamıştı ve her nasılsa, o sıralarda, dünyadaki tüm krallar belirleyici oya sahipti ve kendileri için oy verdiler.
Zemin kırılır kırılmaz, tüm mahalle, özellikle komşum Dives gülmekten kırıldı. Kuzeye bakan bir veranda! Kış verandası! Sanırım kış gece yarılarının tek arzusu kutup ışıklarını seyretmek… Umarım bol bol kulak koruyucu ve eldiven bulundurur.
Bu mart ayındaydı. Kuzeye bakan yegâne verandayı yapacak marangozların morarmış burunları ve ev sahibinin acemiliğini nasıl keşfettikleri unutulmaz. Ama mart sonsuza dek sürmez; sabır… Ve ağustos gelir. Ve sonra kuzey çardağının serin cennetinde, ben, İbrahim in kucağındaki Lazarus, güneye bakan verandasında Araf azabı çeken zavallı yaşlı Dives’a acıyan bir bakış fırlatırım.
Fakat aralıkta bile, kuzeydeki bu veranda itici gelmiyor; gerçi insanın yüzünü ısıran bir soğuk ve fırtına var; kuzey rüzgârı da… Yine de sakalım donmuş, soğuk hava yüzünden burnum akarak döşemede dolanıyorum.
Yazın ise, burada oturmak genellikle denizi hatırlatıyor. Tıpkı Canute gibi… Bunun nedeni, sadece arduvaz damarlı döşemedeki dalgalanmalar ve kumsallarıymış gibi alçak verandaya vuran çim dalgacıkları; dalgaların köpüklerini andıran hindibalar; koca karanlık dalgalar gibi koyu mor rengine bürünmüş dağlar; ufuktaki dinginlik gibi yemyeşil çimlere yayılmış sakin ağustos öğleni değil; aynı zamanda okyanus duygusu yaratan enginlik ve yalnızlık ile sanki tüm dünyayı gözetlercesine Barbary sahilindeki meçhul bir yelkenli gibi ağaçların arkasında yükselen garip evin sessizliği ve tekdüzeliğiydi de…
Ve bu bana periler ülkesine yaptığım yolculuğu çağrıştırıyor. Gerçek bir yolculuk; ama kabul etmek gerekir ki uydurulmuş kadar ilginç…
Verandada oturmuş dağlara bakarken belli belirsiz bir şeyler gördüm: Kuzeybatı yönündeki dağlarda, esrarengiz bir şekilde kuytuda kalmış, tüm gözlerden uzak, sanki mor bir cebin içindeymiş gibi, yukarılarda bir yerde, dağın tepesinde mi yoksa yamacında mı olduğu anlaşılmayan dairesel bir çukur ya da çökük… Hayal meyal de olsa belirli noktalardan bakıldığında mavi zirvenin her şeyin arkasından yükseldiği görülüyordu. O zirve ki dün başkalarına nasıl anlattıysa aynı açıklıkla sana da ötekilerden biri gibi gözükse de (Tanrı korusun) aslında farklı olduğunu söyleyecekti. Doğruyu söylemek gerekirse hakkı da vardı ve bunu sana gösteriyordu. O, bir müfreze gibi hiza almış; yan yana, bazı yerlerde çift sıra şeklinde dizilmiş olan diğerlerinden daha yüksekti. Birbirinden farklı biçimde ve yükseklikte olan diğerlerine verandadan bakılınca, alçak ve yakın olanların neredeyse tamamı, yüksek ve daha uzakta olanların gölgesine gizlenmiş görünüyor, öndekinin zirvesindeki çıplaklık arkadakinin yamacındaki gölgeye karışıyordu. Hani neredeyse bu dağlar gözümün önünde saklambaç oynuyorlardı.
Her ne olursa olsun, söz konusu nokta, her durumda, görünmek üzere konumlanmış; ama sonra ışığın ve gölgenin büyülü şartları altında belirsizleşmişti.
Aslında bir yıldır; belki de biraz daha fazla süredir, öyle bir nokta olduğunu biliyordum ve belki de sonbahardaki -sonbahar sonlarındaki- o büyülü öğleden sonra; aşağıdaki geniş havzada kıpkırmızı ilk yapraklarını dökmüş halde, artık sönmüş alevlere yenik düşmüş için için yanan kasabalar gibi renkleri solmuş akçaağaçların salındığı o divane şair öğleden sonrası olmasaydı hiç öğrenemeyebilirdim. Hava pusluydu ama hasta edecek kadar soğuk değildi; sıcaklığın ılıman pastırma yazından kaynaklanmadığı, Vermont’ta haftalarca süren yangın sonucu çok uzaktaki ormanlardan esintiyle geldiği söyleniyordu. Bu yüzden gökyüzünün Hecate’nin kazanı gibi karanlık olmasına şaşmamalıydı. Biçilerek çırılçıplak bırakılmış buğday tarlasını geçen iki sporcu, suçlu Macbeth ve çatık kaşlı Banquo gibi görünmekteydi ve inzivaya çekilmiş güneş, Adullum mağarasına, kuzeydeki bir kuyuya yerleşmiş, mevsime uygun olarak bulutların arasından acemi atışlarla fırlattığı zayıf ışınlarının dolaylı yansıması dışında fazla bir şey yapmıyor; sadece durmaksızın kuzeybatıdaki tepelerin solgun yanaklarına küçük, yuvarlak bir çilek lekesi çiziyordu. Mum ışığı gibi bir görüntüydü bu. Başka her yer karanlıkken aydınlık bir nokta…
Orada periler var diye düşündüm; perilerin dans ettiği bir halka…
Zaman geçti ve bir sonraki mayıs, güneş ışınlarının puslu denizlerinde adacıklar oluşturan belli belirsiz yağmurlar yağmaya başladı. Bazen iki, üç, hatta dört farklı yerde aynı anda yağıyordu. Verandamdan bunu seyretmeyi çok seviyordum. Alışkın olduğum türden, Greylock’u sarsan, insana Musa’nın Sina’da kavrulmuş katran ağaçları arasında tırmanıyor olduğunu düşündüren gök gürültülü yağışlardan değildi bunlar. Dağa yağan hafif bir sağanaktan sonra gökkuşağı gördüm. En uzak noktası sonbaharda çileğe benzer lekeyi gördüğüm yerdeydi. Gökkuşağının çiçekleri büyüttüğünü, eğer biri gökkuşağının öbür ucuna varabilirse servetine servet katacağını hatırlayarak orada periler var, dedim kendi kendime. Şuradaki gökkuşağının sonuna gidebilir miyim diye düşündüm. Ve gökkuşağının ortasından bakınca dağın yamacında görünen ve bir çeşit vadi ya da mağaraya benzeyen o şeyi ilk kez o an fark edince bunu yapmayı çok istedim. Potosi hâzinesi (İnsanlığın kırk görkemli hâzinesinden biri, (ç.n.)) gibi parlıyordu. Bir komşum onun kesinlikle eski ve terk edilmiş bir ahır olduğunu söyledi. Yanları çökmüş, arkası bayırdı. Ama ben oraya gitmemiş olmama rağmen ondan daha iyi biliyordum.
Birkaç gün sonra, doğmakta olan neşeli güneş aynı noktada altın rengi bir kıvılcım oluşturdu. Kıvılcım öylesine canlıydı ki sadece camda yansıyabilirmiş gibi duruyordu. O zaman o bina -eğer gerçekten binaysa- en azından bir ahır olamazdı; hele ki eski samanla dolu terk edilmiş bir ahır… Aksi mümkün değil. Geçici yapılmış bile olsa bir kulübe olmalıydı; belki de uzun süredir boştu ve harap olmuştu; ama sihirli bir biçimde ilk haline dönmüş ve parlamaya başlamıştı.
Bir öğle vakti, yine aynı tarafta kat kat yeşilliklerin en karanlık tepesinde daha geniş bir parıltı gördüm. Siperdeki bir askerin başının üzerinde güneşe doğru tuttuğu gümüş bir kalkan gibiydi. Yaşanan deneyimlerden öğrenildiği gibi, yeni sac kaplanmış bir çatıdan geliyor olmalıydı. Bence, bu, periler diyarındaki kulübenin yeni sahipleri olduğunu kesinleştiriyordu.
Günler geçtikçe, yeni keşfime olan ilgim artıyordu; Bir Yaz Gecesi Rüyasını ve Titanianın başına gelenleri okumaktan zaman bulabildiğim her an özlemle tepelere bakıyordum. Ama ne yazık ki ne sarp kayaların kutsallığını yavaş yavaş ve vakur bir biçimde kirleterek Lucifer ve Michaelın eski savaşları gibi doğudan batıya doğru yayılıp gözden kaybolan ışığı takip ederek dolaşan gölgeler topluluğu ne de gökyüzündeki bu yansımanın savaş oyunlarından sıkılmayan dağlar bu perili manzaraya uygun bir atmosfere sahipti. Bir süre bu tepeleri görmeyen yatak odamda zaman geçirmek zorunda kaldığım için üzgündüm.
Nihayet, tekrar oldukça iyi hissettiğim bir eylül sabahı dışarıda, verandada oturmuş kendi kendime düşünürken küçük bir koyun sürüsünün hemen arkasından bir şarkı tutturmuş gelen çiftçinin çocukları “Ne güzel bir gün, değil mi?” diyerek geçtiler. Oysa babaları fırtına öncesi sessizliği diyordu buna. Hastalığım sırasında öyle hassaslaşmıştım ki, çocuğum gibi sevdiğim, parlak çiçekleriyle verandanın direğine tırmanmış o Çin sarmaşığına bakmaya bile dayanamıyordum; ama şimdi, yaprakları azıcık kaldırınca, bu çiçeklerden beslenen ve sanki kutsallığını ebediyen yok etmek istercesine çiçeklerin o kutsanmış renklerine ortak olan milyonlarca tuhaf solucan görünüyordu. Yumurtalarını, ne umutlarla diktiğim çiçek soğanına gizlediklerine hiç kuşkum yoktu. Bu sıkıcı nekahet dönemi yüzünden tüm aksiliğim üstümde otururken, birden uzaklarda bir yerde, derin sularda bir yunus gibi göz kamaştıran dağdaki o altın pencere ilişti gözüme. Bir kez daha orada periler var diye düşündüm; her daim mutlu bir dağ kızı olan perilerin kraliçesi peri evinin penceresindeydi. Onu izlemek bana iyi gelecek; bu halsizliğimi iyileştirecekti. Artık filikamı suya indirecektim, heyamola! Ve periler diyarına, periler diyarındaki gökkuşağının sonuna yelken açacaktım.
Periler diyarına nasıl gidileceğini; hangi yolun takip edileceğini bilmiyordum. Ne de bana tarif edecek biri vardı. Bir zamanlar oraya gitmiş olan Edmund Spencer bile… Tek söylediği periler diyarına varmak için inançla yolculuk edilmesi gerektiğiydi. Kerteriz olarak perili dağı aldım ve kendimi iyi hissettiğim ilk gün, gücüm izin verdiğinde, deri eğerli filikama atladım; halatı fora ettim ve yelken açtım. Bir sonbahar yaprağı gibi özgür bir yolcuydum. Şafak vakti; batıya doğru yol alırken güneş ışıklarını saçmaya başlıyordu.
Birkaç kilometre sonra tepelere yaklaştım; artık onları dışarıdan görmüyordum; içlerindeydim. Kaybolmamıştım; çünkü yolun kenarındaki altın rengi çubukların, yol işaretlerinin altın pencerenin yolunu gösterdiklerinden şüphem yoktu. Onları takip ederek ıssız ve cansız bir alana geldim. Çimlerin büyüme şekli, oradan, güne başlayamamış, uykuda yürüyen, uyuşuk sığırların geçtiğini gösteriyordu. Otlamamışlardı. Zaten büyülenmiş olanlar yemekten içmekten kesilirmiş. En azından, bilgelerin bilgesi Don Kişot böyle demiş.
Yola devam ettim ve perili dağın eteğine geldim; henüz hiç peri görmemiştim. Karşıma bir otlak çıktı.
Uzun yüzlü, kıvrık boynuzlu yaşlı Aries, nemden yeşermiş, bir batıktan çıkarılmış gibi görünen, çürümüş beş çiti geride bırakıp etrafı koklaya koklaya geldi ve sonra geri çekilerek beyaz otlardan oluşan Samanyolu boyunca bana rehberlik etti; Pleiades ve Hyades’in beni unutma diyen belli belirsiz, küçük yıldız kümelerini geçerek yıldız patikasında bana yol gösterdi. Kılavuz sakalar günbatımında, önümden geçerek yan tarafa -tabii ki güneşe doğru- ormanın üzerinde bir uçtan bir uca uçarak ve her seferinde daha derinlere giderek, hem cezbedici orman hem de onu çevreleyen çitler tarafından kandırılmış vaziyette uçuyorlardı. Ama ağaçlarla kaplı karanlık yola girmiyorlardı. Yol karanlık ama açıktı. Ve Aries başka bir kayıp ruh için beni terk edip, daha iyi bildiği kendi yoluna gittiğinde ben o yoldan devam ettim. Onun için ürkütücü ve yasak alandı bu.
Bu kış günü orman yolu yeşile boyanmıştı. Yalnızlıktan keyif alan, köknar dalları altında mevsime bakmaksızın kıpırdanan çakıl taşlı suların kenarları hâlâ yeşildi. Atım ve ben, sarmaşıklar altında kulak tırmalayıcı sesi artık duyulmayan susturulmuş eski bir kereste atölyesinin yanından geçerek yolculuğumuza devam ettik. Karlı yüzeyi ikiye ayıran derin savakları; ilkbaharda renklenen, iki yanında sağlam kayaların üzerine kurulmuş tapınaklar bulunan taşkın dereleri geçtik; ardında onları vaftiz edenlerle adaş, vahşi doğanın çocuğu yılan yastıklarını; unutulmuş zamanlarda insanların parçalamaya çalıştığı ama acıları devam etsin diye deliklerinde hâlâ paslanmış çivilerini bıraktıkları, boyuna damarlı, eğreltiotu kaplı kocaman kayaları; bir çağlayanın basamağa benzer çıkıntılarını; kendi hiç aşınmayan ardı arkası gelmez akıntıların kireçtaşında oyarak oluşturdukları kafatası görüntüsündeki çömlekleri; gizli bir gölete hızla dökülen ve orada bir süre sakinleşerek durgun bir biçimde yoluna devam eden delişmen dereleri; perilerin bir zamanlar gerçekten dans ettikleri bir çemberle çevrili ya da hepsi çıplak olduğu için bir çemberin içinde tutuldukları daha az engebeli bir araziyi geçerek ine çıka yolumuza devam ettik ve yeni ayın mahcup mahcup bana tepeden baktığı, sabahtan kalma asma bahçesine vardık.
Atımı bağladım. Önüne kırmızı elmalar koydum; Havva’nın elmaları; fazlasını aramaya gerek yok. O birini yedi; ben ötekini. Toprak tadı vardı. Elimdeki dizgini, sanki onu yakalamak için dalını kıvırmış bekleyen, kamburlaşmış eski bir ağaca doğru savururken “Daha Periler Ülkesine varmadık,” diye düşündüm. Bundan sonraki yolumuzda artık bir patika yoktu ve kimse tek başına gitmeye cesaret edemezdi. Beni engellemeye çalışan böğürtlen çalılarının arasından geçip, zorlanarak dağ ağaçlarının meyvesiz fidanlarına, oradan da sarp kayalıklardan kimsenin beni karşılamak için beklemediği çorak tepelere doğru gidecektim. “Henüz Periler Ülkesinde değilim,” diye düşündüm. Ama önümde uzun bir sabah vardı.
Yürümekten ayaklarım ağrıyordu; bitap düşmüştüm. Hâlâ yolculuğumun sonuna gelmemiştim ama neredeyse sarp geçide varmıştım; arkadaki tarım alanları görünmez olmuştu. Vardığım yerde bölüm bölüm yaban mersini çalılarıyla kaplı zik zak bir yol kayaların arasına doğru dönüyordu. Kayaların dağınık yamaçlarında, dağın tepesinde umursamaz bir edayla tekrar dışarı çıkan kollara ayrılmış; güneye doğru sanki daha uzun boylu bir kardeşin koruması altına girmişti. Belli belirsiz bir çizgi gibi görünen ve bu kısa dar geçidi yukarıya doğru kaplayan bir yarık vardı.
Esrarengiz bir biçimde gözden kaybolmadan önce bir boşluğa doğru hafifçe bükülüyordu ve orada, az yukarıda, o kocaman kayaların arasında, sırtını onlara dayamış, yer yer aşınmış, dik çatılı, grimsi bir kulübe vardı.
Çatının bir tarafında havanın derin izleri görünüyordu ve saçak oluklarının neredeyse hepsi kadife gibi ot kaplıydı. Bu oluklar, şüphesiz inzivaya çekilmiş yılanların yosunlu manastırlarıydı. Diğer tarafı yakın zamanda sacla kaplanmıştı. Kulübenin güneye bakan kapı ve penceresiz tarafındaki tahtalar boyasız olsalar da yosun kaplı çam ağaçlarının güneye bakan yüzleri ya da artık denize açılmayan ıskartaya çıkarılmış Japon teknelerinin çürük gövdeleri gibi yeşillenmişti. Çevresindeki kayalar gibi, onun da tabanı bir çizgi halinde yosunla kaplanmıştı. Çünkü ev yapımında kullanılsa bile, Periler Ülkesinin taşları doğal taşlar olduğundan, açık alanlarda olduğu gibi, verimli cazibelerini sonsuza kadar korurlar. Sadece, artık zorunlu olarak, görevlerine otlu alandan uzak devam ederler. En azından bu yüzden, peri iksirine güven, der Oberon (Ortaçağda ve Rönasans edebiyatında perilerin kralı. Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi adlı oyunundaki periler kralı, (ç.n.)) Oberon’u bir kenara bırakırsak, bildiğimiz dünyada bile, toprağın, otlaklardaki kayalarda olduğu gibi, çiftlik evleriyle de içice olduğu kesindi ve tüm bakımsızlığına rağmen oradan böylesi sevecen ve anaç bir sıcaklık yayılıyordu.
Ancak, bu kulübede, gölge halindeki çizgilerin en fazla olduğu yer, taban kirişinin, özellikle de ileri yaşına rağmen yerli yerinde duran kapı eşiğinin bulunduğu ön taraf ve girişti.
Görünen bir çu yoktu; etrafı çevrili değildi. Yakınında sadece eğreltiotları, eğreltiotları, eğreltiotları; onların ötesinde ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar ve arkada dağlar, dağlar, dağlar ve sonra gökyüzü, gökyüzü, gökyüzü. Gökyüzüne baktığında dağın tepesindeki ayın özgürlüğü. Doğa, sadece doğa ve ev; hepsi bu.
Alenen kümelenmiş kayın ağaçlarının kırılmış alt dalları kurumak üzereydi; gümüş renkli dalları yalnız bir mezarı çevreleyen çitler gibi duran sağa sola yayılmış başıboş çalılar, geçit vermemek için azimle direniyorlardı.
Her yeri kaplayan uzun eğreltiotlarının arasından keçi yolu gibi daracık bir patika uzanıyordu. Nihayet Periler Ülkesine vardım. Una ve kuzusu burada yaşıyor diye düşündüm. Burası gerçekten, iki dünya arasında kalmış, ikisine de ait olmayan bir geçitte küçük bir evdi.
Günün bunaltıcı bir saatiydi; sarı hasır bir şapka takmış, beyaz kumaş pantolon giymiştim; ikisi de tropik denizlere açıldığım günlerden hatıraydı. Her yeri sarıp sarmalayan eğreltiotlarının engellediği yolda düşe kalka ilerlemekten dizlerim yeşile boyanmıştı.
Kapı eşiğinde, daha doğrusu bir zamanlar eşiğin olduğu yerde durup açık kapıdan içeri baktığımda yalnız bir kızın pencerenin önünde dikiş diktiğini gördüm. Solgun yanaklı bir kız ve tamir edilmiş yüksek çerçevelerinde eşek arıları olan sinek pisliği kaplı bir pencere, diye düşündüm. Palmiye ağaçları arasından Kaptan Cook u ilk kez gördüğünde kurban edilmemek için saklanan Tahitili kız gibi ürkek ürkek bana baktı. Sonra kendini toparladı; önlüğü ile bir taburenin tozunu silerek beni içeri davet etti ve sessizce işine geri döndü. Teşekkür ederek tabureye oturdum; bir süre ben de sessiz kaldım. Zira burası dağdaki peri eviydi ve karşımda peri evinin penceresinin önünde oturan peri prensesi vardı.
Yanina gittim. Dehlize benzer bir geçide yönlendirilmiş bir teleskop gibi bir delikten aşağıya doğru bakınca çok uzaktaki sakin, masmavi dünyayı gördüm. Oradan gelmiş olmama rağmen, orayı çok zor tanıdım.
Nihayet “Bu manzaranın çok güzel olduğunu düşündüğünüze eminim,” dedim.
“Ah bayım, bu pencereden ilk baktığımda ‘bu görüntüden asla bıkmam’ demiştim,” derken gözleri yaşla doldu.
“O zaman şimdi neden bıktınız?”
“Bilmiyorum,” dedi gözünden bir damla yaş akarken. “Ama sorun manzarada değil; Marianna’da.”
Birkaç ay önce, sadece on yedi yaşında olan erkek kardeşi, ağaç kesmek ve yakacak toplamak için diğer taraftan buraya uzun bir yol gelmiş; ablası olan bu kız da ona eşlik etmiş. Yıllardır yetimlermiş ve dağdaki tek evin tek sahipleri onlarmış. Ne bir misafir gelir ne de bir yolcu geçermiş. Bu tehlikeli zikzaklı yol sadece belli zamanlarda kömür vagonları tarafından kullanılırmış. Erkek kardeş tüm gün, hatta bazı geceler evde olmazmış. Bir akşam, yorgunluktan bitap bir halde eve geldikten kısa bir süre sonra bu zavallı çocuk koltuğundan kalkarak, sonunda oradan da ayrılacağı yatağına gitmiş. Koltuk, yatak, mezar.
Bunlar anlatılırken ben hâlâ peri evinin penceresinin yanında, ayakta duruyordum.
Nihayet kendi hikâyesine ara vererek, “Orada kimin yaşadığını biliyor musunuz?” diye sordu. “Aşağıdaki kasabaya hiç gitmedim; Şu uzaktaki evi diyorum; mermer olanı,” dedi aşağıdaki araziyi işaret ederek. “Gördünüz mü? Oradaki, yamaçtaki ev. Önünde geniş bir arazi, arkasında orman olan. O yeşilliğin arasında bembeyaz parıldayan. Göremediniz mi? Görünen tek ev o.”
Bir süre baktıktan sonra, görünüşü ya da Marianna’nın tarifinden ziyade, mevkiinden fark ettim ki söz ettiği benim evimdi. Tıpkı bu dağın verandamdan parladığı gibi parlıyordu. Puslu havanın sihri sayesinde çiftlik evinden çok beyaz atlı prensin sarayı gibi görünüyordu.
“Sık sık orada kimin yaşadığını düşünürüm; kesinlikle mutlu biri olmalı. Daha bu sabah aynı şeyi düşünüyordum.”
“Mutlu biri mi?” dedim dikkatle yüzüne bakarak. “Neden öyle düşünüyorsunuz? Zengin birinin evi olduğuna mı hükmettiniz?”
“Zengin ya da değil. Bunu hiç düşünmedim ama son derece huzurlu bir eve benziyor. Neden böyle hissettiğimi açıklayamam. Üstelik çok da uzak. Bazen serap gördüğümü düşünüyorum. Hele gün batıminda görmelisiniz. “Güneş batarken eminim pırıl pırıl parlıyordun Ama güneş doğarken bu evin parıldadığı kadar olduğunu sanmıyorum.”
“Bu evin mi? Güneş iyidir ama bu evi asla parlatmaz. Neden yapsın ki?
Bu eski evin her yanı dökülüyor. Her yeri yosun kaplı. Sabahları şu kırık dökük pencereden içeri güneş girer; aslında biz ilk geldiğimizde tahta ile kapatılmıştı. Ne yaparsam yapayım asla temiz tutamadığım bir pencere bu. Sadece ıssız dağ evlerinin bildiği türden sinekler ve arılar yüzünden içerisi doğru dürüst ışık almaz; bu yüzden dikiş dikerken çok zorlanırım. Bakın perde burada; bu önlük; güneş geldiğinde bununla kapatıyorum. O bile yetiyor. Güneş bu evi pırd pırıl mı yapıyor? Marianna’nın hiç görmediği bir şey bu.”
“Çünkü en çok çatı parıldıyor; siz içeridesiniz.”
“Yani günün en sıcak ve yorucu saatlerinden mi söz ediyorsunuz? Bayım, çatıyı parlatan güneş değil. İçeri su giriyordu; o yüzden kardeşim bir tarafı yeniden sacla kapladı. Görmediniz mi? En yoğun güneş yağmurdan nemlenmiş yere gelsin diye güneye bakan tarafa. Güneş o kadar yoğun ki bu çatıyı önce kavurur; sonra çürütür. Ev eski. Bunu yapanların batıya gittikleri ve uzun süre önce öldükleri söylenir. Bir dağ evi. Kışın bile buraya sığınan tek bir hayvan yoktur. Baca karla kapanmış; tıpkı bir ağaç kovuğu gibi.”
“Bunlar tuhaf fanteziler, Marianna.”
“Ama gerçekleri yansıtıyorlar.”
“O zaman ‘Bunlar tuhaf fanteziler,’ yerine ‘Bunlar tuhaf gerçekler,’ demeliydim.”
“Nasıl isterseniz,” dedi ve dikişine geri döndü.
Bu sakin kelimeler ya da bu sakin davranış beni tekrar sessizleştirdi; o sırada geniş bir gölgenin, kocaman açılmış kanatlarıyla düşünceli düşünceli havada asılı duran dev bir akbabanın süzülmesi gibi, perili pencereden yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Yoğun ve her yeri kaplayan karanlığıyla, kayaların ya da eğreltiotlarının daha silik gölgelerini yok ettiğini gördüm.
“Bulutu seyrediyorsunuz,” dedi Marianna.
“Hayır, bu bir gölge; şüphesiz bir bulutun gölgesi. Göremesem de. Nasıl fark ettiniz? Gözleriniz elinizdeki işte.
“Elimdekini kararttı. Bulut gider gitmez Tray geri gelir.”
“Anlamadım.”
“Köpek; çok tüylü bir köpek. Öğle vakti, kendiliğinden, usul usul gelir; bir süre kapının yanında yatar. Görmüyor musunuz? Başı size dönük; geldiğinizde dikkatle size bakmıştı.”
“Bakışlarınız elinizdeki işte. Neden bahsediyorsunuz?”
“Pencerenin yanından geçiyor.”
“Şu gölgeyi mi kast ediyorsunuz? Şuradakini mi? Evet, şimdi gördüm.
Büyük, siyah bir Newfoundland köpeğine benziyor. İstila eden gölge gitti; istila edilen geri geldi. Ama bunu neyin değiştirdiğini göremiyorum.”
“Bu yüzden vazgeçmelisiniz.”
“Şüphesiz şu yosunlu kayalardan biri.”
“Başını, yüzünü görüyor musunuz?”
“Gölgenin mi? Sanki siz görmüş gibi konuşuyorsunuz. Oysa bütün bu süre içinde gözleriniz işinizde.”
“Tray size bakıyor,” dedi. Hâlâ başını kaldırmamıştı. “Burası onun evi.
Onu görüyorum.”
“Anlaşılan siz, sadece bulutların ve sisin göründüğü, dağa bakan bu pencerenin önünde o kadar uzun süredir oturuyorsunuz ki onlardan hayaletler gibi söz etseniz de sizin için gölgeler nesnelere dönüşüyor. İkinci manzaranız
haline gelen bildik görüntüler sayesinde bakmadan nerede olduklarını söyleyebiliyorsunuz. Minik adımlarla etrafınızı saran ve gelip giden bu cansız gölgeler, sizin canlı arkadaşlarınız olmuş. Öyle ki görüşte olmasa da zihninizde yüzleri bile var. Değil mi?”
“Hiç böyle düşünmemiştim. Ama bir zamanlar, eğrelti otlarının üzerinde sakin sakin dolanarak bana yaşam gücü veren en arkadaş canlısı olan, aynı az önce Tray’in yaptığı gibi, bir daha geri dönmemek üzere benden alındı. Bir huş ağacının gölgesiydi. Ağaca yıldırım düştü ve kardeşim onu kesti. Dışarıda duran odun yığınını gördünüz mü? Yanmış kökü onun altında ama artık gölgesi yok. O uçtu gitti. Ne bir daha geri gelecek ne de başka bir yerde tekrar canlanacak.”
Bir bulut daha süzülerek geldi. Bu seferki köpeği yok etti ve bütün dağı kararttı. Sessizlik o kadar yoğundu ki insan sağır olduğunu bile fark etmeyebilir ya da sessiz bulutların konuştuğuna inanabilirdi.
“Ya kuşlar, Marianna? Şakıyan kuşlar. Onları duymuyorum. Hiçbir şey duymuyorum. Çocuklar, ötücü kuşlar… Onlar hiç buralara böğürtlen toplamaya gelmiyorlar mı?”
“Kuşları çok ender duyarım. Çocukları asla. Böğürtlenler genelde olgunlaşır ve düşerler. Birkaçı dışında farkında bile olmam.”
“Ama bana yolu saka kuşları gösterdi. En azından bir kısmını.”
“Ve sonra geri uçtular. Sanırım dağın yamaçlarında geziniyorlar ama zirvede yuva yapmıyorlar. Ve şüphesiz bu garip düşüncelere sahip olmamın nedeninin burada böylesi yalnız yaşamak, bir şey bilmemek, bir şey duymamak (en azından gök gürültüsü ve ağaçlardan dökülen yaprakların sesi dışında), hiçbir şey okumamak ve hep uyanık olsam da çok ender konuşmak olduğunu düşünüyorsunuz. Bunu yorgunluk ve uykusuzluk olarak adlandırıyorsunuz. Zamanının çoğunu açık havada geçiren ve dışarıda çalışan erkek kardeşim gibi uyuyabilme şansım nasıl olsun? Benim yaptığım genellikle sıkıcı kadın işi. Oturmak, oturmak, durmadan oturmak.”
“Arada bir yürümüyor musunuz? Orman çok geniş.”
“Ve çok yalnız. Yalnız çünkü geniş. Doğru; arada bir, öğleden sonraları biraz yürüyorum ama hemen geri dönüyorum. Kayalarla olmaktansa yalnız kalmak daha iyi. Buradaki gölgeleri tanıyorum. Ormandakiler yabancı.”
“Ya geceler?”
“Aynı gündüzler gibi. Düşünerek geçiyor. Durduramayacağım bir çark. Onu döndüren salt uyku isteği.”
“Uykusuzluktan kaynaklanan bu tür yorgunluklar için dua ettikten sonra yeni kabartılmış bir yastığa kafayı koyup uyumanın iyi geldiğini duymuştum.”
“Bakın!”
Peri penceresinden aşağıdaki yamacın çok yakınındaki, birbirlerinden birkaç fit uzakta yan yana duran, sıcaktan kavrulmuş ve cılız şerbetçiotlarının bulunduğu yeşil bir araziyi işaret ediyordu. Bir bölümü koruyucu kayalarla çevrili tek verimli toprak olan bu bahçedeki şerbetçiotlarının şaşkına dönmüş sürgünleri bir süre el yordamıyla ilerleyerek tekrar çıktıkları yere doğru uzanmışlardı; iki sırığa sarılarak tırmanmış iki şerbetçiotunun ise en uç noktaları yukarıda tekrar kenetlenmişti.
“Uyumayı denediniz mi?”
“Evet.”
“Ya dua etmeyi?”
“Hem duayı hem de uyumayı.”
“Başka bir tedavi yolu ya da sihir yok mu?”
“Ah keşke oradaki eve bir kez gidebilsem ve orada yaşayan mutlu kişiyi görebilsem! Sizce bu aptalca bir düşünce mi? Neden? Bu kadar yalnız yaşadığım ve hiçbir şey bilmediğim için mi?”
“Ben de bir şey bilmiyorum. O yüzden de cevap veremem ama sizin için yapabileceğim en iyi şey görmek istediğiniz o mutlu evdeki kişinin ben olduğumu söylemek. Böylece siz de artık onu görmüş olursunuz ve dediğiniz gibi bu yorgunluktan kurtulursunuz.”
Yeter. Artık periler ülkesine gitmek için teknemi suya indirmeden verandamda kalıyorum. Burası benim krallara layık locam. Ve bir amfiteatr; benim San Carlo Tiyatrom (1621 yılında Napoli Kralı III. Carlo tarafından yaptırılmış, İtalya’nın ve dünyanın en tanınmış opera binalarından biri, (ç.n.)). Evet, manzara büyülü; aldatıcı görüntüsü eksiksiz. Ve primadonnam Madam Meadow Lark, en muhteşem gösterisini burada sunuyor. Ben ise, Memnon (Şafak tanrıçası Eos’la Troya kral soyundan olan Tithonos’un oğludur. Memnon Troya Savaşı’nın ilyada’da anlatılan bölümünün sonrasını ele alan Aithiopis adlı destanın kahramanıdır, (ç.n.)) gibi, onun altın pencereden yansıyan notalarında kafayı bularak, o pencerenin arkasındaki yorgun yüzün benden ne kadar uzak olduğunu düşünüyorum.
Ama her gece, perdeler kapandığında, karanlıkla birlikte gerçek ortaya çıkıyor. Dağdan hiçbir ışık gelmiyor. Marianna’nın yüzü sanki gerçekmiş gibi gözümün önünde verandamda gidip geliyorum.
HERMAN MELVILLE
hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye okumak, fantastik hikayeler, duygusal hikayeler, ilginç hikayeler,