Fikri’nin Fikri
Hayatım mutluluktan ibaret. Yalnızca keyif aldığım işleri yapıyor, dilediğimce yaşıyorum. Şanslıyım, çünkü omuzlarımda dünyanın yükünü taşımıyorum, sorumluluklarım yok. Fikri işe giderken ben deniz kenarında yürüyor, sinemaya gidiyor, çoğunlukla da yazıyorum.
Sabah yediye on kala çalıyor saat. İkimiz de uyanıyoruz ama ben onun aksine hemen kalkmıyorum. Yatağın ılıklığı kaçmasın diye yorganın bizden tarafını iyice altıma sıkıştırıyorum. Diğer taraf karımın, yâni karımızın. Fikri ile aynı gün nikâhlanmadık, ama şimdi ikimiz de evliyiz Şükran ile. Ben bağlanmaktan korktuğum için bir süre daha bekâr yaşamaya devam ettim, gezdim, tozdum, onları izledim. Baktım ki iyi idare ediyorlar, bıraktım haytalığı, hovardalığı, evliliğe ortak oldum. Şimdi üçümüz, hatta dördümüz -on bir ay önce bir bebekleri oldu, ben henüz benimseyemedim- birlikte takılıyoruz. Genelde yemek saatlerinde aynı anda masaya oturuyoruz. Ancak çok geçmeden velet yaygarayı basıp da ağzındakileri ortalığa püskürtmeye başlayınca ben odama çekiliyorum. Alıyorum elime kalemi kağıdı başlıyorum kaldığım yerden yazmaya. Küçüğün uyku saati gelip de Şükran yatak odamıza gidince benimki de yanıma geliyor. Bu sefer beraber yazmaya başlıyoruz, fakat ben onu beklemediğim için Fikri sadece kendinden sonraki kısmını biliyor hikayenin.
Sayfaların süreklilik arz ettiğinin farkında değil ve defterin başına her oturduğunda taze bir başlangıç yaptığını sanıyor. Oysa yeni isimler vermek, yeni tarihler düşmek farklı karakterler yaratmaya, zamanı dilimlemeye yetmez ki! Ayrı bir kimliğim olmadığı için paraya ihtiyacım yok, dolayısıyla çalışmaya mecbur değilim. Mekana gereksinim hissetmediğim gibi bazen zamanı da anlamsız buluyorum, hatta hayatı ve onu yaratanı da…
Bence insanlar tanrıyı suistimal ediyor. Onu çağlardan beri kullanıyor, ilkel dürtülerine ve emellerine alet, korkularına zevklerine kederlerine köle ediyorlar. Bir tanrının, eğer o her anlamda gerçek bir tanrı, bir yaratıcı, bir ilah ise sevdikleri, beğendikleri, yasakladıkları, nefret ettikleri, istekleri, emirleri, kaprisleri olabilir mi? Sizin tanrınızın da benzer iyi ve kötü huyları var mı?, diye paragrafı sonlandırıyorum.
Birazdan işten gelir ve yıkanırız. Soğuk su ikimize de iyi geliyor. Duştan çıkınca fırsat bulursa deftere bakar, ama felsefi söz oyunlarından haz etmediği için yazdıklarımı görmez. O, dine olmasa da tanrıya inanıyor. Her gece dua ediyor. Kimi zaman düşüncelere dalıp, hayallere kapılıp sonunu getiremese de en azından başlıyor. Ben dua etmem pek, belki çok zorda kalınca… Fikri tüm sevdikleri ve hatta ölmüşleri için de iyi dilekler de bulunuyor.
Herkese hoş görüyle yaklaşıyor ve mümkün ise seviyor. Beni de seviyor, biliyorum. Zaten sevmese on bir aydır içinde filizlenmeme; yediğine içtiğine, aldığı nefese, yatağına, defterine kalemine ortak olmama izin vermezdi. Hastane koridorlarında benden vazgeçer, ilk “ıngaa” ile kişiliğinden bölündüğüm anda beni karanlığa terk ederdi. Tam aksine beni her yere taşıyor.
Onun yapamadıklarını yapabildiğim için seviyor, koruyor ve bazen de kıskanıyor. Gücüme imreniyor ama kötücül bir duygu değil bu, benim adıma mutlu oluyor tatminimi paylaşıyor.
Biz iyi bir ekibiz ancak Şükran bizi yakalamasın diye saklanıyoruz. Belki benden korkar ve bizi ayırmaya kalkabilir. Asla buna izin vermem, Fikri‟siz yaşayamam.
Ben bu satırları yazarken o esneyerek yarınki kıyafetlerini hazırlıyor, gömleğine kravat uydurmaya çalışıyor, diye bitirdi cümlesini Fikri. Önceki sayfaya dönüp yazdıklarını okudu ve en çok tanrı ile ilgili bölümü sevdi.
Murat Ertaylan
ne saçma bir hikayeydi…