Dünya Klasikleri

Modern Klasiklerden; “Yumurta”

Dünya Klasikleri

Perişan görünüyor olmalıydık; sanırım, savaşın olduğu yerden kaçan sığınmacılara benziyorduk. Annemle ben yürüyorduk. Eşyalarımızı yüklediğimiz arabayı komşumuz Bay Albert Griggs’den günü birlik ödünç almıştık. Arabanın iki yanından ucuz iskemlelerin ayakları çıkıyor, döşekler, masalar ve mutfak aletleriyle dolu kutulardan oluşan yığının arkasında canlı tavuklarla dolu bir kafesli tahta sandık, onun üstünde de ufacıkken dolaştırıldığını bebek arabası göze çarpıyordu. Bebek arabasına neden takılıp kalmıştık, bilmiyorum. Başka çocukların dünyaya gelmesi olası olmadığı gibi tekerlekleri de kırıktı zaten. Fazla eşyası olmayanlar ellerindekilere sımsıkı yapışırlar. Hayatı bu kadar iç karartıcı kılan gerçeklerden biridir bu.

Babam arabanın tepesindeydi. O sıralar kırk beşinde, şişmanca, kel kafalı bir adamdı, annemle ve civcivlerle uzun süredir haşır neşir olmaktan suskun ve karamsar biri olup çıkmıştı. Tavuk çiftliğinde geçen on yılımız boyunca bir yandan komşu çiftliklerde ırgatlık yapmış, kazandığı paranın çoğu tavuk hastalıklarının tedavisine, annemin tavukçuluk dergilerinde reklamlarını gördüğü tozlara gitmişti. Babamın kafasında, kulaklarının üstünde iki tutam saç kalmıştı. Kışın pazar öğleden sonralarında sobanın karşısındaki bir koltukta uyuyakaldığında oturup gözlerimi ona diktiğimi hatırlıyorum, çocukluk işte. O sıralar kitap okumaya başlamıştım, kendimce hayaller kuruyordum, babamın tepesindeki saçsız patikayı da geniş bir yola benzetir, Sezar’ın lejyonlarını Roma’dan çıkarıp mucizelerle dolu bilinmeyen bir âleme doğru yürüttüğü bir yol olarak hayal ederdim. Babamın kulaklarının üstündeki iki tutam saç ise o yolun iki yanındaki ormanlardı bence. Uyur uyanık, o yolda, tavuk çiftliklerinin olmadığı, yumurtalardan arındırılmış mutlu bir hayatın hüküm sürdüğü uzaklarda çok güzel bir yere doğru giden minicik bir şey olduğumu düşlerdim.

Tavuk çiftliğinden kasabaya kaçışımızın öyküsü koca bir kitap olurdu. Annemle ben on iki kilometrelik yolu yürümüştük – o arabadan bir eşyanın düşüp düşmediğini denetleyerek, ben de dünyanın güzelliklerini seyrederek. Babamın oturduğu yerin hemen yanında onun en büyük hazinesi duruyordu. Anlatacağım.

Yumurtalardan yüzlerce, binlerce civcivin çıktığı bir tavuk çiftliğinde bazen akıllara durgunluk veren şeyler olur. İnsanlardan olduğu gibi yumurtalardan da hilkat garibeleri çıkar. Gerçi böyle kazalar çok sık olmaz – belki bin doğumdan birinde görülür. Günün birinde dört ayaklı, dört kanatlı, iki kafalı falan bir civciv çıkıverir yumurtadan. Böyleleri fazla yaşamaz. Hemencecik, onları yaratırken eli bir an titremiş olan yaradanlarına kavuşurlar. Bu zavallıcıkların yaşayamamaları, babam için en büyük felaketlerden biriydi. Beş ayaklı bir tavuğu ya da iki kafalı bir horozu yaşatıp büyütebilirse küpünü dolduracağına inanıyordu. Hilkat garibesini kasabalarda kurulan panayırlara götürmeyi, çiftliklerden gelen ırgatlara göstererek zengin olmayı hayal ediyordu.

Tavuk çiftliğimizde dünyaya gelen bu akla zarar küçük yaratıkları özenle saklıyordu babam. Her birini alkol dolu bir cam kavanozda tutuyordu. Bu cam kavanozları büyük bir özenle bir kutuya yerleştirmiş ve kasabaya giden yol boyunca arabanın koltuğunda yanı başında taşımıştı. Bir eliyle atları sürerken, bir eliyle de kutuyu tutuyordu. Gideceğimiz yere varır varmaz kutu arabadan indirilmiş, kavanozlar kutudan çıkarılmıştı. O hilkat garibeleri Ohio’daki Bidwell kasabasında lokantacılık yaptığımız günler boyunca cam kavanozları içinde tezgâhın arkasındaki rafta durdular. Annem arada sırada karşı çıkacak olurdu, ama hazinesi konusunda babamın inadı inattı. Hilkat garibeleri, derdi, çok değerlidir. İnsanların garip ve şaşırtıcı şeylere bakmaktan hoşlandıklarını söylerdi.

Ohio’daki Bidwell kasabasında lokantacılık yaptığımızı mı söyledim? Biraz abartmışım. Kasaba alçak bir tepenin eteğinde, küçük bir nehrin kıyısındaydı. Demiryolu kasabanın içinden geçmediği için tren istasyonu bir buçuk kilometre kadar kuzeyde, Pickleville denen bir yerdeydi. İstasyonun orada bir elma şarabı imalathanesi ile bir turşu fabrikası varmış, ama biz oraya gelmeden ikisi de kapanmış. Turner’s Pike dedikleri yoldan, Bidwell’in ana caddesindeki otelden istasyona sabah akşam otobüsler geliyordu. Lokantacılığa bu sapa yerde kalkışmak annemin başının altından çıkmıştı. Bu işi bir yıl boyunca dilinden düşürmemiş, sonra da bir gün çıkıp gitmiş, tren istasyonunun karşısındaki boş depoyu kiralamıştı. Lokantanın kazançlı olacağını söyleyip duruyordu. Seyahat eden insanlar ister istemez kasabadan gelip buralarda tren bekleyecekler, kasabalılar da treni karşılamak için istasyona geleceklerdi. Hepsi turta yemek ve kahve içmek için lokantaya uğrayacaktı. Artık çocuk olmadığım için, annemin lokanta işine atılmak istemesinin bir nedeni daha olduğunu anlayabiliyorum. Benim için dertlenip kaygılanıyordu. Hayatta daha iyi bir yere gelmem, bir kasaba okulunda okumam, kasabalı olmam için yanıp tutuşuyordu.

Önceki sayfa 1 2 3 4Sonraki sayfa

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu