Seher Misafirleri
Ah şu sabah namazları” diye geçirdi içinden. “Yirmi dört saatlik günün, en nadide dakikalarına yerleştirilmiş. Her vaktin kendine has güzellikleri olmasına rağmen, ışığın zulmete galebe çalış muştusunun, esen yellerle bütün cihana duyurulduğu bu dakikalar, ayrı bir zevk-i ruhani serpiyor uyanık gönüllere. İşte bunun için kutsaldır seher vakitleri ve bu vakitlerin olmazsa olmazı ötelerin esintisi. Ve seher yelleri ruhani bir soluktur o yüce âlemlerden.”
Bunları düşünerek ağır adımlarla ilerliyordu ak sakallı, nur yüzlü ihtiyar. Her sabah namaz için evden çıkışında, camiye kadar bunları bir kere daha düşünmeden edemezdi. Camiye geldikten sonra da daha farklı duygulara yerini bırakırdı bu düşünceler.
Caminin avlusundan içeri girer girmez, farklı bir boyuta geçmiş gibi olurdu. Avlu duvarı boyunca sıralanan çam ağaçları, tonu yavaş yavaş açılan lacivertliğin içinde, Hakk’a yürüyen birer nefer gibi dimdik duruyordu. Hele bir de ruhani bir nefes üflercesine esen yeller, dalları arasında şöyle bir geçince, zikrullahla cezbeye gelmiş bir Hakk aşığı gibi sağa sola sallanıp, kulluklarını izhar ediyorlardı.
İhtiyar biraz ilerledikten sonra karşısına çıkan şadırvanı, Mahkeme-i Kübra’da şahit olarak göstermeyi planlardı. Onun için evden abdestli çıksa da, muhakkak bu şadırvandan abdest alırdı. Yaz-kış, sabah-akşam demeden buna çok dikkat ederdi.
Bugün de her zamanki gibi yavaşça şadırvanın taburesine oturdu, kollarını sıvadı, çoraplarını çıkardı. Önce hafif bir soğukluk kapladı vücudunu. Sonra yavaş yavaş üşüdüğünü hissetti. Besmele çekip ellerini yıkamaya başladı. Ağız ve burundan sonra yüzünü, kollarını yıkarken artık yüreğinin de titrediğini fark etti. Bu üşüme bu titreme tarif edilmez bir haz verirdi ihtiyara. “Dünya nimetlerinden hiçbirisinde bu haz yakalanamaz.”diye düşünürdü. Dudakları “Allah’ım beni bağışla, yerimi genişlet, rızkımı mübarek kıl” diye fısıldıyor, nefesi buğu buğu bulutlara doğru kanatlanıyordu… Ayaklarını da yıkayıp kalktığında, ‘vefalı şahidim’ dediği şadırvana muhabbetle baktı.
Mendiliyle elini yüzünü kurulamak için kenardaki oymalı tahta tabureye oturur oturmaz, müezzin efendinin Davudî sesi çınlattı caminin avlusunu. “Allahü ekber, Allahü ekber…” Vücuduna elektrik verilmiş gibi hissetti, kımıldayamadı. Bu ses gönlündeki ve gözündeki perdelerden birini daha çekti aldı sanki. Bir süre öylece kaldı. Elleri ve yüzü sabah rüzgârının tesiriyle kurumuştu. Mendilini cebine koydu.
Az önce caminin avlusunu çınlatan bu sesin, avludan taşıp bütün arzı ve semayı nasıl doldurduğunu gördü. Bu sesle birlikte adeta kıyamda duran çam ağaçlarının rüku ve secdelerine şahit oldu. Ezanla beraber birden avluyu dolduran kuş cıvıltılarındaki “Ya Allah Ya Rahim, Ya Allah Ya Kerim” dualarını işitti. Dayanamadı, gözlerini kapadı; birden bütün kainatın bir halka-yı zikre dönüştüğünü gördü. Çam ağaçları, kuşlar, böcekler, otlar, taşlar, topraklar… “Aman Allah’ım!” dedi. Bütün gök, bütün yer, her şey çınlıyordu. Boğazın suları kabarmış “Yâ Cebbâr” deyip kendini sahildeki taşlara vuruyor, ortaya çıkan ses diğer seslere karışıyordu. Kuşların zikri o kadar artmıştı ki, ihtiyar bütün insanların bu seslerle uyanacağını düşünüyordu. Nasıl uyanılmazdı ki; bütün kainat “Allah!”nidalarıyla titriyordu.
Ama henüz hiçbir insanla karşılaşmadı. Niye kimse yok, niye insanlar bu sesleri duymuyor diye hayıflanırken, caminin avlu kapısından içeriye nur yüzlü bir zat girdi. Arkasında da bir birinden güzel on-on beş kadar insan vardı. Birden heyecanlandı ihtiyar. Yıllardır bu camiye sabah namazına gelir, imam ve müezzinle beş kişiyi geçmezdi cemaat. Her namazda bunun için üzülür, bunu için ağlar ve yalvarırdı Allah’a. “Ya Rabbi! Namaz kılmayan kullarına namaz kılmayı, cami yolunu bilmeyenlere de camiye gelmeyi nasib et.”derdi. İşte duaları kabul olmuştu. Her duaya karşılık vereceğini vaad eden Allah gönlünün sesine dudaklarının yanık feryadına karşılık vermişti.
Kutlu misafirler, selam verdiler ihtiyara. Başlarındaki nur yüzlü zat ne güzel tebessüm ediyordu. Ne güzel bakıyordu tâ gözlerinin içine. Yavaşça ayağa kalktı. Konuşmak istedi ama sesi çıkmadı! O zat ve arkadaşları avluya yöneldi, şadırvandan abdest aldılar ve çam ağaçlarına doğru yürüdüler. Grubun başındaki zat konuşuyor, bir şeyler söylüyor gibiydi ağaçlara. Ağaçlar rüzgâra rağmen hiç sallanmıyor, uslu talebeler gibi muallimlerini dinliyordu sanki. Sonra o güzel insan döndü, yerdeki güvercinlerden birini aldı okşadı, güvercine bir şeyler söyledi, geldi ve ihtiyarın önünde durdu. İhtiyar bayılacak gibi oldu, ağzı kurudu, zaten pek sağlam olmayan kalbini kesin duracak zannetti. Nur yüzlü zat, güvercini bir kez daha öpüp ihtiyarın eline verdi. Kuşu eline verirken ihtiyarın elini de hafiften sıkıp, dünyada eşi-benzeri olmayan bir gülümseme ile baktı gözlerine. Yaşlı adamın beyni karıncalandı, ayaklarını hissetmiyordu. Ne bastığı yerin, ne soluduğu havanın, hiçbirinin, hiçbir şeyin farkında değildi.
O nurani çehre elinde kuş olan ihtiyara baktıktan sonra camiye yöneldi. Birbirinden mübarek diğer arkadaşları da onu takip etti. Hepsi tek tek ihtiyarın önünden geçti, geçerken de sıcacık gülümsüyordu her biri.
Onlar camiye girerken o sevincinden uçuyordu. Böylesi bir cemaatla (her sabaha nazaran daha kalabalık bir cemaatla) namaz kılacak olmak ihtiyarın heyecanını biraz daha arttırdı.
Camiye girmek için tam adımını atacakken ellerinin arasında bir kuşun çırpındığını gördü. İhtiyar birden silkindi, derin bir uykudan aniden uyanır gibi oldu. Gözlerini açıp sağa sola baktı. “Benim gözlerim hep kapalı mıydı ?”diye geçirdi içinden. “Ama nasıl olur? Bir rüya mıydı bütün bu gördükleri? İyi ama uyanıkken de rüya görülmez ki” diye düşündü, kendini sorguladı. Gördüklerinin rüya mı yoksa gerçek mi olduğu çelişkisinden henüz kurtulmuş değilken, avucundaki kuş titremeye başladı. “Peki bu kuş nasıl, nereden geldi avuçlarıma?”diye kendi kendine sordu. Uyanıktı, ayaktaydı; az önce o güzel insanların camiye girdiği merdiven basamaklarının üzerindeydi… Beynini gerercesine düşündü, içinden çıkamadığını görünce düşünmekten vazgeçip, kuşu avucundan yere bıraktı, ayakkabılarını çıkarıp camiye girdi. Yüzünde mânâlı bir tebessüm oluştu, içi kıpır kıpırdı. Derin bir nefes alıp caminin içinden gelen o tarif edilmez güzellikteki kokuyu içine çekti ve ciğerlerini onunla doldurdu.
İmam efendi namazı kıldırmak için hazırlıklarını tamamlamış bekliyordu. Yaşlı adamı görünce: “Gel Abdullah Amca, gel bugün de biz bize kaldık. Hava soğuk diye galiba kimse gelmedi” dedi. “Sen öyle zannet”diye içinden geçirdi ihtiyar. Önce imama sonra zahiren boş görünen ilk safa baktı. Her zaman namazlarını kıldığı ilk safta değil de bir arkaya geçti. Gözlerinden akmak için sabırsızlanan yaşları tutmaya gerek görmüyordu artık. Ve salıverdi onları yanak yamaçlarından ak sakallarına doğru. Bu kutlu misafirlerle beraber, Allah’a doğru kanatlanma adına “Allahü ekber”diyerek aldı tekbirini. Tekbirlerle beraber gördüğü Hakk’a doğru yavaş yavaş açılan ışıktan bir koridordu…
Ben de Abdullah Amca gibi tutamadım gözyaşlarımı!..Okuduğum en etkileyici hikayelerden biriydi..