Hikaye Oku; “21 PSYCHE”
– Fausto Carlino hanginiz?
Yattığım yerden önce ayakkabılarını gördüm. Yürürken ses çıkarmaması için tabanları özellikle zımparalanmış, parlak rugan ayakkabılardı bunlar. Sokakta uyuyan evsizlere sessizce yaklaşmak ve onların uyanıp kaçmalarına fırsat vermemek için tasarlanmışlardı. Apoletlerinde “PICKER” yazan buz mavisi gömleği ve lacivert kumaş pantolonundan oluşan üniformasıyla iri yarı bir toplayıcı, yattığım ranzanın yanında dikilmiş, soran gözlerle kırk kişilik koğuşa bakıyordu.
Yaklaşık dört yıl önce Amerikan başkanı olan Andrew Monroe, başkan seçildikten sonra ilk iş olarak sokaklarda yaşayan kimsesizleri toplamaya başladı. Her eyalette “Toplayıcılar” adı verilen ekipler kuran Monroe, sokaklardan topladığı kimsesizleri, dışarıdan modern yaşam alanları gibi görünen kamplara yerleştirdi. Bu kamplar, spor salonları, yüzme havuzları, tertemiz yatakhane ve yemekhaneleriyle beş yıldızlı otelleri andırıyorlardı. Her eyalette en az bir tane, daha büyük eyaletlerde ise ikişer üçer tane olmak üzere toplamda 120’den fazla kamp inşa ettirdi. Harika bir sosyal proje olarak görsel ve yazılı basında reklamları yapılan bu kamplara, önceleri binlerce evsiz gönüllü olarak yerleşti.
İlk evsizlerin bu kamplara yerleşmesinden yaklaşık dört ay sonra sosyal medyada bir video paylaşılmaya başlandı. Videoda doktor önlüklü, ağızları maskeli iki adam ameliyathane gibi bir yerde, sedye üzerinde yatan hastanın çığlıkları arasında canlı canlı derisini yüzüyorlardı. Hemen arkalarında toplayıcı üniforması giymiş başka bir adam, elindeki not defterine bir şeyler kaydederken görünüyordu. Yaklaşık bir dakikalık bu videonun yayılmasından sonra dünya çapında oldukça büyük bir tepki oluştu. Özellikle Amerika’nın bütün eyaletlerinde milyonlarca Amerikalı, toplama kamplarında evsizlere karşı yapılan canice işkenceleri protesto ettiler. Protestoların başlamasından hemen sonra, görüntülerin kendisini yıpratmak isteyenler tarafından montajlanmış sahte bir video kaydına ait olduğu yönünde açıklamalar yapan Başkan Monroe, benzer videoların peş peşe sosyal medyaya düşmesinden sonra tutumunu sertleştirdi. Ülke çapındaki protestolara müdahale eden polislerin gerçek mermiler kullanmaya başlamasıyla binlerce insan öldü. Bütün bu gelişmeler sonucunda kendisini azletmek isteyen Temsilciler Meclisini feshettiğini açıklayan Monroe, birkaç gün sonra da parlamentoyu kapattığını duyurdu. Peşinden de yüzlerce yıllık tarihi olan Amerikan Demokrasisi’ne son verdiğini ve diktatörlüğünü ilan ettiğini açıkladı.
Ortadoğu’da yürütülen yanlış politikalar sonrası bataklığa saplanan Amerikan ekonomisi, Başkan Monroe’nin diktatörlüğünü ilan etmesinden sonra tamamen çöktü. Benim şirketimin de aralarında bulunduğu yüzlerce şirket iflas etti. Ardından da elimizde kalan son malvarlıklarımıza devlet tarafından el konuldu. Beş parasız kaldığım o günlerde yiyecek ekmek bulmakta bile zorlanmaya başladım. Kalacak yerim olmadığı için Manhattan’ın arka sokaklarındaki bir çöp konteynırının yanında yatıp kalkmaya başladım. Yaşadığım bölgede benimle beraber beş tane daha evsiz vardı. Çöpten bulduğumuz yemek artıklarıyla besleniyor, geceleri toplayıcılara karşı sırayla nöbet tutuyorduk. Toplayıcılar her gece devriye dolaşıyor ve yakaladıkları evsizleri kamplara götürüyorlardı. Toplayıcıların yaklaştığını gören nöbetçinin uyarısıyla bulunduğumuz yerden hızla uzaklaşıp saklanacak yerler arıyorduk. Boston’dan Manhattan’a gelen eski basketbolcu James’in nöbet tutarken uykusuna yenik düşmesi sonucu toplayıcılar bizi yakaladı. Her birimizi farklı eyaletlerdeki kamplara yolladılar. İşte New Jersey’deki kampa bu şekilde kapatıldım.
Kamp üç ana bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde kampı yöneten askerler ve yakalanan evsizler üzerinde insanlık dışı deneyler yapan bilim adamları kalıyordu. İkinci bölümde çeşitli laboratuvarlar ve ameliyathaneler bulunuyordu. Üçüncü bölümde ise bizler kalıyorduk. Kaldığımız bina, biri yerin altında olmak üzere toplam dört katlıydı. Bodrum katında mutfak, çamaşırhane ve banyo bulunuyordu. Buralarda aramızdan seçtikleri bazı evsizleri çalıştırıyorlardı. Giriş katında resepsiyona benzeyen bir bölüm bulunuyordu. Tavandan zemine uzanan camlar sayesinde oldukça aydınlık olan bu bölümde, kapıları sürekli kapalı olan bir düzine oda vardı. Birinci katta yemekhane ve yine kilitli odalar, ikinci katta ise her perşembe yeni Amerika’nın tekrar dünyanın süper gücü olacağına yönelik hazırlanan propaganda filmlerini izlediğimiz bir sinema salonu vardı. Elbette Başkan Monroe’nin Amerika’nın başına geçmiş en muhteşem insan olduğunu da öğreniyorduk bu filmler sayesinde. Üçüncü kattaki yan yana inşa edilmiş geniş odalarda, kırkar kişilik koğuşlarda kalıyorduk. Günün büyük bölümünü burada geçiriyorduk. Bütün koğuşların pencereleri ön bahçeye bakıyordu. Pencereden dışarıya baktığınızda gözünüze ilk çarpan şey, içindeki suyun yosun bağlayıp yeşile çaldığı, bakımsız bir havuz ve tabanlarında otların yeşerdiği basketbol ve tenis sahalarıydı.
Hemen hemen her gün sabah toplayıcılar koğuşlara gelir, birimizin bazen de bir kaçımızın adını söyler ve onları alır giderdi. Gidenlerden geriye dönen kimse olmazdı. Onlardan boşalan yataklara yeni evsizlerin yerleştirilmesi çok uzun sürmezdi. Herkes korkuyla sıranın ne zaman kendisine geleceğini bekliyordu. Psikolojimiz bozulmuştu. Bu duruma daha fazla dayanamayan bazı evsizler kendilerini camdan atarak intihar ettiler. Böyle durumlarda toplayıcılar tıpkı bir köpek leşini toplar gibi cesetleri bir torbaya koyar ve hepimizin görebileceği toplanma alanının ortasında yakardı.
Toplayıcının adımı söylemesiyle artık sona geldiğimi düşünerek yatağımdan doğruldum. İçimde korkuya dair hiçbir iz yoktu. Hatta bu ruhsal işkencenin son bulacak olmasından dolayı garip bir rahatlama hissettim.
Toplayıcının bir adım önünde durdum. Gözlerine bakarak,
– “Fausto Carlino benim.” dedim.
Kenara çekilerek başıyla yürümemi işaret etti. Tabanları zımparalanmış ayakkabısıyla arkamdan bir hayalet sessizliğiyle beni takip eden toplayıcının önünde sakin adımlarla ilerliyordum. Merdivenlerden aşağıya inip binadan dışarı çıktık. Ön bahçedeki yosun havuzunun yanından geçerek ikinci binaya girdik. İki katlı binanın giriş katında, bizim binadaki gibi resepsiyona benzeyen bir yerin önünde durduk. Genç ve oldukça güzel bir kadın kibarca,
– “Hoş geldiniz Bay Carlino.” dedi.
Sekreterim Juliette’nin her sabah beni böyle gülümseyerek karşıladığı anlar geldi aklıma. Engel olamadığım bir gülümsemeyle başımı hafifçe eğip selam verdim. Bu kadar rahat oluşuma şaşıyordum. Aynı şaşkınlık onların yüzünden de okunuyordu.
– “Lütfen şöyle oturun, birazdan Profesör Adams sizi almaya gelecek.” diyerek lobiye benzeyen yerdeki koltukları gösterdi.
Tavandan zemine kadar camla kaplı lobiden dışarıdaki kasvetli bahçeyi görebiliyordum. Bembeyaz duvarlarla kontrast oluşturan siyah deri koltuklardan birine oturdum. Bütün duvarlar bomboştu. Sadece karşımdaki duvarda asılı bir takvim vardı. 2148 yılının mayıs ayının dördüncü gününde olduğumuzu gösteriyordu. Dünya savaşının üzerinden yaklaşık dört yıl geçmişti. Ortadoğu’da patlak veren savaşta İsrail’in yanında yer almıştık. Aslında savaşa fiilen sekiz ülke dahil olmuştu. “Mini Dünya Savaşı” olarak adlandırılan bu savaşa Ortadoğu’daki Arap ülkeleri haricinde katılan tek ülkeydik. İran’ın İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşta Arap ülkeleri birleşmiş ve İsrail’i bitirmeye karar vermişlerdi. O zamanki Başkan Anderson Smith, İsrail’i Araplara yem etmemek için ülkeyi savaşa soktu. Yaklaşık iki buçuk yıl süren kanlı savaş sonrasında binlerce askerimizi kaybettik. İsrail, İran tarafından işgal edildi ve varlığı fiilen sona erdi. Biz de Ortadoğu’dan tamamen çıkmak zorunda kaldık. Savaşın ülkemize maliyeti 10 trilyon dolardan fazla oldu. Amerikan borsası çöktü. Başta Apple olmak üzere büyük teknoloji şirketleri iflas etti ve Amerikan ekonomisi büyük bir krizle yüzleşmek zorunda kaldı. Yaşanan bu ağır yenilgi ve yaşanan ekonomik çöküş sonrası Başkan Smith istifa etmek zorunda kaldı. Yerine de milliyetçi aday Andrew Monroe seçildi. Sonrasında yaşananları biliyorsunuz zaten.
Yaklaşık on dakika kadar sonra başımda dikilen toplayıcının,
– “Hoş geldiniz Profesör Adams.” demesiyle daldığım düşüncelerden uyandım. Beyaz doktor önlüğü giymiş, kır saçları omuzlarına dökülen, çerçevesiz gözlükleri ve tıraşlı suratıyla tanıdık bir yüzün gülümseyerek bana baktığını gördüm.
– “Merhaba Bay Carlino ben Profesör Alberth Adams” dedi göğüs cebine iliştirilmiş isimliğini göstererek.
Büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalktım. Uzamış saçları ve daha önce ihtiyaç duyduğunu hiç görmediğim gözlüklerine rağmen yirmi yıllık arkadaşım Enzo Savage’yi tanımam zor olmadı. New York İnstitute Of Technology (NYIT)’in Uzay Mühendisliği bölümünde beş yıl boyunca beraber okuyup mezun olmuştuk. İkimiz de İtalyan asıllıydık. Aynı zamanda sıkı birer New York Yankess taraftarı olduğumuz için üniversitedeki öğrenim hayatımız boyunca yakın arkadaş olmuştuk.
2110 yılında, Enzo daha iki yaşındayken Etna Yanardağı ’nın patlamasıyla yaşanan büyük felaket sonrası anne ve babası, Enzo’yla birlikte henüz altı aylık olan kız kardeşi Barbara’yı da yanlarına alarak İtalya’dan Birleşik Devletlere göç etmek zorunda kalmışlardı. Enzo, ressam olan babası ve müzisyen annesinin aksine sanata değil bilime ilgi duymuştu. Kız kardeşi Barbara ise babasının izinden gidip ressam olmuş hatta birkaç sergi bile açmıştı.
Üniversitenin ikinci yılını tamamladığım yaz, anne ve babamla birlikte kısa bir tatil için California’ya gitmiştik. Oldukça eğlenceli geçen o kısa tatilin dönüşünde büyük bir trafik kazası geçirdik. Kaza sonucu annemle babam hayatlarını kaybettiler. Bense iki aylık tedavi sürecinin ardından New York’a döndüm. Tek çocuk olduğum için yapayalnız kalmıştım. O zor dönemi atlatmaya çalışırken Enzo ve ailesi bana çok yardımcı oldular. O süreçte Barbara’yla başlayan yakınlaşmamız, üç yıl içinde evliliğe kadar uzandı. Okul biter bitmez evlendik. Bu evliliğin ikimiz için de erken olduğunu anlamamız çok uzun sürmedi ve yaklaşık bir yıl kadar süren evliliğimizi karşılıklı anlaşarak sonlandırdık.