Japon Masalları; “Palamut”
Masal Oku; Bir zamanlar, bir köyde üç oğlu olan bir baba varmış. Büyüğü ve küçüğü düzgün çocuklarmış, iyi ve hızlı çalışır, bir dakikalarını boş geçirmezlermiş. Köy halkı onları över, bu çocukların ileride tutumlu, iyi köylüler olacaklarını söylermiş. Buna karşılık, ortancaları Cinroku farklıymış. Aylak huysuz değilmiş ama ilginç öyküler dinlemeye bayılırmış. Köye gezici bir tiyatro topluluğu geldiği zaman, hep baştan çıkıverir, tiyatroya gidebilmek için evdeki son kuruşu götürüp verirmiş. Para bulamazsa, eline ne geçerse satarmış. Babası onu boşuna eve kapatırmış. Cinroku bir yolunu bulup sanatçıların çadırlarını kurdukları kuru dereye koşarmış. Yerine yerleşir, sahnede olanları dikkatle izlermiş.
Eve dönünce hayranlıkla içini çekermiş. Babasının ayıplamasına, kardeşlerinin alaylarına yalnız “Öykünün ne kadar büyüleyici olduğunu bilemezsiniz. Size de anlatmalıyım. Ne yazık ki tiyatrodakiler kadar güzel anlatamıyorum!” diye cevap verirmiş. Bunları söylerken ötekileri ne kadar kızdırdığının farkına bile varmadan herkese rahatça gülümsüyormuş.
Babası sık sık “Bu Cinroku ne olacak, gerçekten bilmiyorum!” dermiş kendi kendine. “Çok iyi yürekli bir çocuk ama elinde ne varsa dağıtıyor. İlginç öyküler dinlemek için, sırtındaki gömleği bile verir!”
Yıllar geçmiş, baba yaşlanmış. Bir gün, oğullarını yanına çağırmış. “Sevgili oğullarım”, demiş, “kendi yaşamınızı kurmadan önce, dünyayı gezip görmenizin zamanı geldi. Nereye gideceğinizi iyice düşünün. Pek bir şeyim yok. Biriktirdiğim birkaç altını aranızda eşit olarak paylaştıracağım. Şimdilik işinizi görür, sanıyorum. Hepinize içtenlikle iyi şanslar diliyorum. Sağlıklı ve hoşnut dönmenizi diliyorum”.
Her birine üçer altın vermiş ve onları uğurlamış. Kardeşler yolculuk için hazırlıklarını yapmışlar. Sağlam sandaletlerini giyip köyden ayrılmışlar. Bir yol ayrımına gelinceye kadar, beyaz bulutlar altında, neşe içinde yürümüşler. Orada, büyük kardeş “Dinleyin kardeşlerim”, demiş, “madem ayrılacağız, neden burada ayrılmayalım! Bundan sonra, babamızın dediği gibi, herkes kendi yoluna gidecek”.
Ötekilerin buna bir itirazları olmamış. Şans dileyip birbirlerinin önünde eğilmişler. Sonra büyüğü sola, küçüğü sağa, ortanca da önündeki yola, burnunun doğrusuna gitmiş. Cinroku türküler söylüyormuş, dünyanın kendisine hazırladığı sürprizlere, dinleyeceği sürükleyici öykülere şimdiden seviniyormuş. Yol gittikçe dikleşiyormuş. Güneş ufukta iyice alçalmış ve gözden kaybolmuş. Cinroku o sırada bir ormanda bulunuyormuş. En yakın köye ulaşması için, önünde yüksek bir dağ daha varmış.
Deneyimsiz olduğundan, “Ormanda bana ne olabilir!” demiş kendi kendine. Ağaçların altında ottan bir yatak hazırlarım kendime ve geceyi orada geçiririm”.
Uzanmış, üşümemek için kuru yapraklarla üstünü örtmüş ve hemen uyumaya başlamış. Yapraklar arasından süzülen güneşin ilk ışıklarıyla uyanmış.
Daha yeni gözlerini açmış ki yanında birinin “Uyku bitti artık. Gel, yemeğimizi yiyelim. Sonra yola koyuluruz”, dediğini işitmiş.
Cinroku doğrulup oturmuş. Ayak ucunda iki dilenci ateşin yanında oturuyormuş.
İçlerinden biri “Dün, ormanda gece bastırınca geceyi geçirmek için kendimize uygun bir yer aradık”, demiş Cinroku’ya. “Seni hiçbir şeye aldırmadan otların arasında uyurken bulduk. Vahşi hayvanları düşünmeden ormanda tek başına uyuduğuna göre, deneyimsiz olmalısın. Sana göz kulak olmak için yanında kaldık. Bütün gece mışıl mışıl uyudun. Yanında ateş yaktığımızın bile farkına varmadın.”
İkinci dilenci de “Hem sonra senin gibi bir delikanlının ormanda böyle soğuk bir geceden sonra acıkmış olabileceğini düşündük”, diye eklemiş. Sana biraz pirinç pişirdik. Gel bizimle ye. Çok şanslısın. Ya bizim yerimize vahşi hayvanlar bulsaydı seni!” Bunları söylerken Cinroku’ya bir avuç pirinç uzatmış.
Cinroku dilencilere nasıl teşekkür edeceğini bilemiyormuş. “Gerçekten çok iyisiniz”, demiş sonunda. “Biliyor musunuz, babam yola çıkmadan bana üç altın verdi. Biz de üç kişiyiz. Aramızda paylaşacağız. Herkesin bir altını olacak. Evet, bu çok iyi bir fikir”, demiş sevinçle. Çıkınını açmış, içinden altınları düğümlediği mendili çıkarmış. Dilenciler şaşkın şaşkın bakıştıktan sonra, delikanlının şaka yapmadığını görünce sevinçten sıçramışlar.
Birinci dilenci: “Çok cömertsin genç yabancı”, demiş. “Armağanın bize mutluluk getirecektir. Ama biz de karşılığında bir şeyler vermeden kabul edemeyiz bunları. Biz de sana bir armağan vermek istiyoruz. Öyle önemli bir şey değil ama ileride bir gün işine yarayabilir”.
Genç adama bir iğne uzatmış. İkinci dilenci de ona bir ip vermiş.
“Bunu sıradan bir iğne sanma”, diye konuşmasını sürdürmüş birinci dilenci. “Bu iğne istediğin her şeyi diker.”
“İp de sıradan bir ip değil”, diye eklemiş ikinci dilenci. “Bu iple istediğin kadar dikebilirsin, hiç bitmez”.
Cinroku dilencilere armağanları için teşekkür etmiş. Önlerinde eğilmiş ve yoluna devam etmiş.
Yalçın dağlardan, derin vadilerden geçmiş. Bir gün, dar bir vadide iki büklüm olmuş küçük bir yaşlıyla karşılaşmış. Altın iplerden örülmüş bir başlığı, rengârenk kocaman çiçekler işlenmiş bir mantosu, ayaklarında güzel rafya sandaletler varmış. En garibi de iki büklüm duruşu ve uzun ak sakallarıyla hiç uyuşmayan yüzüymüş. Öyle pembe, öyle pürüzsüzmüş ki yüzü, şaşarsınız!
Yaşlı sırtında lime lime olmuş kocaman bir çanta taşıyor ve yaşından umulmayacak kadar dik yürüyormuş. Sallana sallana yürüyen Cinroku’yu farkedince onu süzmüş ve kibar bir şekilde “Sen sürükleyici öyküler dinlemekten hoşlanıyorsun gibime geliyor”, demiş.
“Aaa, evet dede, sürükleyici öyküleri her şeyden çok severim”, diye yanıtlamış Cinroku. İlginç şeyler öğreneceği düşüncesiyle sevinmiş.
“Öyleyse, iyi ve sürükleyici bir biçimde anlatmasını da biliyorsundur”, diye devam etmiş yaşlı.
O zaman kederlenmiş Cinroku. Öykü anlatmayı istiyor ama beceremiyormuş.
“Yanılıyorsunuz dede”, demiş. “Anlatmayı bilmiyorum. Bir süre ilginç öykü dinledim. Ama anlatmaya gelince; kendi anlattığımdan kendim bile sıkılıyorum”.
Yaşlı üzüntüyle başını sallamış. “Yazık!” demiş. “Şu ormanın arkasındaki prensliğin prensi olağan dışı ve sürükleyici öyküler dinlemeyi sever. Hatta kendisine en olağan dışı öyküyü anlatacak olana kızını vermeye söz verdi. Ama üzülme. Sana bir öğüdüm var. Ben öyküler satarım. Bir tane satın almak ister misin?”
“Seve seve ama bir öykü ne kadar eder?”
“Şey… Ne yazık ki ucuz öykülerin hepsini sattım! Çantamda yalnız bir tane kaldı. O da en pahalısı. Tam bir altın. Ama gerçekten öykülerin en güzeli”.
Cinroku sevinmiş. “Şansım varmış. Bende de babamın verdiği bir altın var”. Biraz duraksamış. “Bunu da verirsem, hiç param kalmayacak. Ne dersiniz, dede, bu öykü bana şans getirecek mi?”
Yaşlı, genç adamın içini rahatlatmış. Ona meraklanmamasını, bir altın eden öykünün kimseyi düş kırıklığına uğratmayacağını açıklamış. Böylece, pazarlık tamamlanmış.
Cinroku son parasını da yaşlıya vermiş. Yaşlı çantasını yerden alarak Cinroku’nun kulağına yaklaştırmış ve hafifçe bastırmış. O zaman, hafif bir mırıltı duyulmuş. Çantanın dibinde yatan öykü Cinroku’nun kulağına atlamış.
Sonra, yaşlı çantasını katlamış ve “Öykü hoşuna gitti mi bakalım?” diye sormuş.
Cinroku şaşkınlıkla başını sallamış. “Gerçekten olağan dışı bir öykü”, diye yanıtlamış. Sonra, kibarca yaşlının önünde eğilmiş. Prensin sarayının yükseldiği şehre doğru koşarak gitmiş. Yolda ayakları taşlara takılıp davul gibi şişmiş. Yola dikkat etmiyormuş. Kafasındaki olağan dışı öyküyü dinliyormuş. Sonunda saraya varmış.
“Kimdir o?” diye sormuş nöbetçi, Cinroku kapıyı çalınca.
“Ben Cinroku’yum. Tüm Japonya’nın en iyi öyküsünü biliyorum. Öyküyü efendin prense anlatmak istiyorum”.
Cinroku’yu prensin yanına götürmüşler.
Prens yabancıyı şu sözlerle selamlamış: “Bana olağan dışı bir öykü bildiğini söylediler. Anlat da bakayım, doğru sözlü müsün, yoksa yalancı mı! Ödülün ne olduğunu biliyorsun. Ama sıkıcı bir öyküyse kelleni kestiririm. Başla bakalım”.
Bu sözler üzerine, Cinroku korkuya kapılmış ama kaçmak için çok geçmiş. Bu durumda yaşlıdan satın aldığı öyküyü anlatmaya başlamış:
“Çok eskiden, bir zamanlar bir meşe varmış. Günümüzde öylesi bulunmayan çok ama çok büyük bir meşeymiş. Dalları Eçigo eyaletinden Sado adasına kadar uzanırmış. Gövdesinin çapı üç yüz otuz üç bin ip, üç ayak, iki parmakmış…”
Prensin dikkatini çekmiş, şaşırmış: “Gerçekten olağan dışı bir meşeymiş”.
Cinroku dikkatinin dağılmasına izin vermemiş ve devam etmiş: “Ama bu meşe büyüklüğüyle olağan dışı değilmiş. Üç yüz otuz üç ip yüksekliğiyle de görülmemiş boydaymış…”
Prens yeniden sözünü kesmiş: “Bu ağacın yüksekliğini nasıl bilebilirsin! Ölçtün mü?”
“Kendim ölçmedim. Ama ağacın tepesi komşu bir dünyada kayboluyormuş, orada meraklı mı meraklı bir adam yaşarmış. Bir gün bu ağacın dallarından birine tırmanmış ve inmeye başlamış. Dalların ayrıldığı yere gelinceye kadar birkaç yıl geçmiş, ortaya vardığı zaman sonbaharmış.
Böyle ağaçta hareket ederken yeryüzüne birbiri ardınca palamutlar düşürtmüş. Biri kuzey eyaletindeki Senkoci tapınağının üstüne, ikincisi bizim ünlü dağımız Fuji’nin kraterine; üçüncüsü de güneydeki Biwa gölüne düşmüş…”
“Güzel güzel, anladım. Peki, sonra?”
“Sonra, “diye devam etmiş Cinroku, “bir başka palamut Şikoku adasına, tapınak tapmak için dolaşan bir hacının çanına düşmüş. Çan tınlamaya başlamış. Zavallı hacı öyle korkmuş ki! Bir beşincisi…”
Prens yeniden anlatıyı kesmiş: “Peki, toplam kaç palamut varmış?”
“Ohoo, çokmuş”, demiş Cinroku. “Tam tamına üç milyon üç yüz otuz üç bin üç yüz otuz üç palamut varmış.
Bu üç milyon üç yüz otuz üç bin üç yüz otuz üç palamutun her birinin bir öyküsü vardır”.
O zaman, prens inanmamış. “Bu kadar çok sayıda palamutu nasıl sayabiliyordun?” diye sormuş.
Bu soru üstüne, Cinroku şaşırıp kalmış. Bu. palamutların her biri için, çantanın kulağına mırıldandığı öyküler arasından bir öykü anlatabilirmiş ama hiçbiri palamutları nasıl sayabildiğini açıklamıyormuş. Daha şimdiden celladın kendisini darağacına götürdüğünü görüyormuş. O sırada, bereket versin, aklına dilencilerin kendisine verdiği armağanlar gelmiş.
“Ooo, çok kolay soylu prensim”. Hepsini bir iğneyle deldim ve sayarak bir ipe dizdim”.
Bu kadarı prens için bile, fazlaymış. Öfkeyle bağırmış: “Sen neler saçmalıyorsun! Dünyada bir milyon palamutu dizecek kadar uzun bir ip yoktur”.
O zaman, Cinroku cebinden iğne ile ipi çıkarmış ve prense uzatmış. “Soylu prens, işte iğne ile ip. Bana inanmıyorsunuz, bahçenizdeki bütün çiçekleri sayacağım”.
İple iğneyi pencereden çiçek açmış bir kiraz ağacının tepesine atmış. Aynı anda, bahçede bir çığlık işitilmiş. Hemen arkasından ağır bir şey düşmüş gibi boğuk bir ses duyulmuş. Orada bulunan herkes ne olduğunu görmek için pencereye koşmuş.
Çiçek açmış’ ağacın altında, korkunç bir eşkıya can vermek üzereymiş. Onroku’nun pencereden fırlattığı iğne kalbine saplanmış ve onu saklandığı ağaçtan düşürmüş. Bu, yıllardan beri bütün prenslikte dehşet saçan acımasız bir eşkıya imiş. Prens bile ondan ürkermiş. Bütün çabalara karşın, bir türlü ele geçirilemiyormuş. Aynı gün, saraya girip prensi ve bütün ailesini öldürmeye hazırlanıyormuş. Ama genç adamın iğnesi, eşkıyanın bütün kötülüklerine bir kerede son vermiş.
Gönül borcu olarak prens kızını Cinroku’yla evlendirmiş. Böylece, cömertliği ve ilginç öykülere olan düşkünlüğü, üç kardeşin ortancasına şans getirmiş.