Çok Güzel Bir Hikaye; “Viyolonsel”
Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahçup bir kadın gibi iri yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere mensup bir seyyah kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına benzeyen- bir zenci köyüne girdiler.
Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika’nın bu sapa köşesine uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını, fildişiriden yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzerine işlemeli büyük yayını alarak maiyetiyle beraber köyün ortasındaki meydanda bekledi.
Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin kulübesinde istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan melez tercüman koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı tarafından yapılmış olması pek muhtemel olan tahta bir kulübe gördüğünü söyledi.
Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru söylüyordu. Bu, intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve önünde vahşi orman çiçeklerinden vücuda getirilmiş bahçemsi bir meydanlık vardı.
Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında yaşayan bir beyaza ait olduğunu söyledi. Tercümana sordular:
– Neredeymiş kendisi?-
– Belli olmaz- dedi reis, -o, buradan çalgısını alır çıkar ve ne zaman isterse o zaman gelir!-
– Ne çalgısı?-
– Büyük… adeta bir timsah yavrusuna benzeyen bir çalgı..-
Seyyahlar birbirlerine sordular:
– Belki bir harp?..-
Reis:
– Bir değneğe gerilen at kıllarıyla çalınıyor!- dedi.
– Öyleyse bir kontrbas…-
– Yahut bir viyolonsel…-
– Evet, evet… Herhalde bir viyolonsel.-
Seyyahlar, reise tekrar sordular:
– O, bu çalgıyı nerede çalıyor?-
Elini uzatarak gösterdi:
– Ormanda!-
– Peki, bizi oraya götürür müsünüz?-
– Olmaz, o çalgısını çalarken hiç kimseyi istemez…-
Seyyahlar:
– Biz uzakta dururuz, kendisinin haberi olmaz!- dediler ve ısrar ettiler.
Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana doğru yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel sesi geldi. Alman seyyah biraz dinledikten sonra:
– Sonbahar şarkısı!..- dedi.
Rus ilave etti:
– Çaykovski’nin.-
Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: -İşte!..-
Dikkatle baktılar ve dinlediler. Gölge hiç kımıldamadan, büyük bir maharetle aynı parçayı çalıyordu. Sesler, birbirine giren yaprakları titreterek dağılırken İngiliz seyyah:
– Bu adamın ne olması mümkündür?- diye söylendi.
Fransız seyyah: –Bir sanatkar…- dedi, -Ümidi kırılmış bir sanatkar… Hakiki sanatın takdir edilmediğini görerek insanlar-dan kaçan bir talihsiz.-
Rus: -Hayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası yapmış…- diye, mütalaasını yürüttü.
Alman: -Bana kalırsa- diye fikrini söyledi, -bu geniş arazide rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının didişmelerine tercih eden bir akıllı.- -Zannediyorum ki- dedi İngiliz, -vahşilerin hükümdarlığını eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.-
Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak bir meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak yığınına dayadığı viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı daha iyi gördüler… Siyah, kıvırcık sakallarının çerçevele-iği yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan çizgiler vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçları soluk yanaklarını gölgeliyordu. Seyyahlar sordular:
– Hep burada mı çalar?-
– Ve o toprak yığını nedir?-
– Burada çalar- dedi reis, -karısının başucunda…-
– Karısı da var mıydı?-
– Vardı ve öldü.-
Sustular. -Gidelim!- dediler. -Köye döndüğü zaman anlarız…- Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi.
– Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada öldü… Ve ben başka yere gitmek istemem- dedi.
Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat hiçbirisi o adamın asıl hikayesine temas etmedi.
İşte o adamın hikayesi: