Gerçeküstü Bir Hikaye “ZEMHERİ”
İkindi vakti Beyoğlu’nda -başka yer yokmuş gibi- hep gittiğimiz bir sahafta buluşmak üzere randevulaşmıştık. Ya da kitap mağazası mı demeliyim bilmiyorum. Eski bir taş bina. İki katlı, ferah, ayakaltı bir yer. Cadde üstü de diyebiliriz. Bitişiğindeki fırıncıdan caddenin ortasına saçılan susamlar, kapı önünü her nevi kuş için bir cazibe merkezi haline getirmiş. Gelip geçenlerden, güvercinlerin uçup konmaları biteviye tekrarlanıyor. Kuşların her biri susam uğruna kabareci olmuş.
Her zamanki gibi erkenciyim. Kitap kokusu eşliğinde sahafa gelenleri dikizleyerek zihnime yeni kabuklar dikiyorum. Lafını uzattıkça uzatıp arada iç çekerek, şiir okur gibi konuşanlar mı, hiç kimsenin sorusu ya da herhangi bir talebi olmadığı halde birden Orta Çağ’dan, Sartre’dan, İbn-i Arabi’den bahsederek bilgisini satmak isteyen akıl kethüdası kimseler mi?
Büyük şairlerden, koca yazarlardan, artistlerden, aktrislerden tanıdığı olanlar da yalınkılıç edalarıyla mutlaka laf arasında -bu meşhurları çok yakın tanırlarmış gibi- isimlerini afişe ediyor. Cüneyt’le Beşiktaş’ta balık yemişler, Cemal’le vapurda martıya simit atmışlar, Attila’yla bir eyleme karışmışlar falan…
İşte, geldi arkadaşım. İki selam hoşbeş derken ‘Nasılsın?’ sorusuna bile dümdüz cevap vermeyi zül sayarak ‘Lâyık olduğumuzdan iyiyiz’ gibi romantik cümleler kuruyoruz. Şiir yazanların, şiir yazanlarla vakit geçirmesi gerektiğini, aksi takdirde şiir kabiliyetinin yavaş yavaş ölebileceğini falan konuşuyoruz.
Arkadaşım melâmî meşrep bir protesttir. Sekiz yıldır karşılık bulamadığı imgesel bir aşkın peşinde perişandır. Hali benden beter ama işçileri sever. Kapitalizm diyor; çok acımasızmış. Güçsüz olana merhamet etmiyormuş sermaye sahipleri. Altta kalanın canı çıkıyor, ezilen ezildiği yerde bağlama çalıyormuş.
-Yahu arkadaşım lütfen, sen sulusepkenli bir Orhan Kemal İstanbul’undan mı sesleniyorsun halka?
Çocuk işçiler, tenceresi boş evler, kirasını ödeyemeyen gecekondu göçmenleri, cebren ters yola girmiş kadınlar… ‘Önce ekmek’ diyor; ‘Önce ekmek!’ Eee bizde açız, işsiziz. Ne olacak halimiz? Ben de hiçbir şeyi beğenmezmişim ama kılım da kıpırdamazmış. Hassasiyetim mi kabuklaştı ne?
Hep öyle olur. İki yazar kılıklı bir araya geldi mi böyle beylik laflar da havada uçuşur. Hayata karşı mustarip cümleler, şiirsel sövgüler, politik simalara çatmalar, belediyeyi yermeler… Hiç olmadı kuşların bile eski kuşlar gibi uçamadıklarını iddia eder dururuz. Sonra içimizden biri ontolojik ızdırabıyla şöyle tumturaklı laflar eder mutlaka.
– Eskiyor; yüzümüz, sözümüz, sesimiz, nefesimiz anbean eskiyor. Eriyor; zamanın karşısında ömrümüz, temmuz güneşinde buz kalıbı gibi eriyor.
Bizim sahaf dostumuz Cevat abi, gevezenin tekidir. Ruh hali bazen Rus filmleri gibi olsa da Amerikan filmleri gibi müthiş atraksiyonlu gevezelikler yapar. İnsanları tesiri altına almasını çok iyi bilir. Onun da ayrı bir hikâyesi var. Başka bir hikâyede anlatacağım. Dedi ki: ‘Biri var. Güzel bir şeyler anlattı bana geçenlerde. Hikâyecisin belki yazarsın. Çağırayım mı?’ dedi. Dedim ki ‘Olur abi, dinleyelim. Zaten yazamıyoruz epeydir.’ Neyse ki yakınlardaymış. ‘Yirmi dakikaya orda olurum’ dedi.
Uzun boylu, çatık kaşlı, soğuk yüzlü, ağırkanlı birisi. Ciddi desem değil, asabi desem değil. Hayattan bakaloryasını almış gibi. Dar, kırmızı kazağı ve yuvarlak gözlükleri hiç yakışmamış. Elim adamın avuçlarında kayboldu. Fırıncının küreği gibi elleri var. Neyse ki gülümseyince yüzü açıldı biraz.
Kendi dükkanımmış gibi çay söyledim hemen. Çay söylerken Cevat abiyle gözlerimiz çarpıştı. ‘Oğlum’ dedim çırağa; ‘Cevat abiye de bir çay çek.’ Bıyık altından gülümsedi. Gülümsemesinden cesaret alıp -bizde yiyelim diye- ‘Çayın yanında kuru pasta yer misiniz?’ diye sordum adama. Cevat abi dişlerini göstererek gülmeye başladı. İlanihaye o pastaları yedik çayla beraber. İki arada bir derede sordum sorumu. ‘Muhterem’ dedim.
– Cevat abi, Zemheri diye birinden söz etti, hikâyesi nedir?
Benim değil eşimin hikâyesi, yolda o da varmak üzeredir.
‘La havle’ çektim içimden, işin yoksa onu da bekle. Eşi gelene kadar konuştuk epey. Nahif bi adammış be. Ben de herkesi severim hemen böyle. Güvenme öyle herkese, güvenme.
Eşi de geldi. Krem rengi trençkot, hâkî yeşili iskarpinler, iri gözler, aklarını örtmediği saçları. Zarif bir kadın. Hikâyesini yazarsam ismini yazmayacağıma söz verdim. Bir iki espriyle kendimi de sevdirdim. Anlatmaya başladı.
Anlatacağım hikâye baca temizleyicisi Zemheri’nin hikâyesi. Gerçek adının ne olduğunu bilmiyorum. Ona neden Zemheri denildiğini de. Halatı ve demir dikenli fırçasıyla ‘Baca temizlenir, baca temizlenir’ diye diye, bütün şehri dolaşırdı. Sesi, erkek sesine yakın ve çatallaşarak boğulan bir hüzünle doluydu. Sesinden dolayı onu erkek sanan çocuklar vardı. Sadece sesinden değildi erkek sanılması. Dış görünüşünün de bu hissede payı vardı. Saçları daima alabros traşlı, başı hep kasketliydi. Yazın pantolon, gömlek üzerine cepken çeker, kışın aynı kombine ek siyah bir kaban giyerdi. Bu kabanı sadece iş yaparken çıkarırdı.
Soranlara ‘İki kızım var, birinin adı Gece, diğerinin adı Gündüz’dür, onlar benimleyken her yol bana düzdür’ diyordu. Kızlarını hiç kimse görmemişti. Aslında anlattığı hiçbir şeyin karşılığı yok gibiydi. Daima boşluklarla bakışır, hiç kimselerle konuşur, nihayet zahirde bizatihi kendiyle cebelleşirdi. Bu cebelleşme nöbetleri genelde başını sallama, itiraz ederken elini kaldırma şeklinde somutlaştığı gibi bazen yüksek sesle konuşma, manasız ve öfkeli bağırtılar kıvamında da vücut bulurdu. Kendi cümlelerine muhalif olmak da üstüne yoktu Zemheri’nin.
Halk arasında en belirgin delilik alametlerinden biri kendi kendine konuşmak olsa da Zemheri’nin deli denmeyecek kadar tutarlı tarafları da vardı. Ninem ahalinin aksine Zemheri’nin hareketlerini tutarlı ya da tutarsız diye ayırmaz onu kendi tabiatıyla kabul ederdi.
-Anne, babanız?
-Altı yaşındayken trafik kazasında vefat ettiler.
-Başınız sağ olsun. Kardeşleriniz?
-Tek çocuğum. Zaten dedem ben doğmadan vefat etmiş. Anne, babamdan sonra ninemle yaşamaya başladım.
Zemheri ev boş olduğu için sık sık bizde kalırdı. Zaten onu bu kadar yakından tanımamın sebebi hem ninemle olan dostluğu hem de çoğu kere bizde kalmasıydı. Akşam vakti bize gelince ninem, onun bizde kalmak istediğini anlar, ilk önce karnını doyurur sonra çatı katında, incir ağacının yanındaki kon göç odasındaki yerini hazırlardı.
Evet, evimizin ikinci katında, lataların birleştiği yerden gün yüzüne bir yol bulmuş, arsız mı arsız bir incir ağacımız vardı. Beslenecek ne toprağı ne de suyu vardı ama delirmiş bir hırsla büyüyordu. Ne kadar kesilirse kesilsin, bir o kadar gür çıkıyordu inatla. Ninem incirin bu inatlığına yakıştırma yapmak için incire, ‘Firavuninciri’ diyordu. Bu hudayinabit incirleri kimseye yedirmiyor, ‘Bunlar ifrit tohumudur’ diyerek, incirleri çöpe atmak yerine dedemin mezarına gömüyordu.
Sırrını kimsenin çözemediği bu incir ağacı, tahminlerime göre kökünü, evimizin katları arasında amut görevi gören bir çınar tomruğuna oturtmuş ve gider borusundan sızan damlalarla besleniyordu. Her kesildiğinde daha çok büyüyor, kollarını çatıya kadar uzatıyordu. Hasan Sabbah’ın fedaileri gibi sinsi sinsi kiremitlere sızmak üzereydi. Belki de sızmıştı da haberimiz yoktu.
Gören herkesin bu incir ağacı hakkında kendine göre bir tahmini, uydurduğu efsanesi ve kutsiyet atfettiği ritüelleri olduğu gibi Zemheri’nin de bu incir ağacı hakkında bizatihi inanışları ve izahları vardı. Ona göre bu incir ağacı dünyadaki bütün annelerin gözyaşından besleniyordu. Yılda iki üç kere verdiği incirler ise annelerini dünyanın çıngırağına terk ederek ölen çocuklardı.
Zemheri, ağacı kendine benzetiyordu. Doğan incirleri de kızlarına. Bu yüzden incirleri almak için ninemle sürekli tatlı tatlı atışırlardı. Hangi anne çocuklarının diri diri mezara gömülmesini ister ki? Bu hesaba göre dedemin mezarı Gece-Gündüz ölüleriyle doluydu.
***
1984’ün ilkbaharında, birbirine bitişik altı ahşap ev, baca yolunda biriken is sonucu birbiri ardına tutuşarak yanmıştı. Yangın tam çam ormanlarına sıçramak üzereyken kıl payı kontrol altına alınmış, böylece daha büyük bir felaketin eşiğinde gazel okunmuştu. Külfetli hasarlarla beraber iki kişinin öldüğü bu yangından sonra halk arasında haklı olarak hat safhada bir tedirginlik başlamıştı. Başka bir felaketle karşılaşmamak için 1984’ün sonbaharında bütün konak sahipleri bacalarını itina ile temizletmek için sıraya girmişlerdi.
İlçenin en büyük konağı, şer-i mahkemede sigaya çekilen eski bir Osmanlı paşasının konağıydı. Hükümet konağı olarak kullanılıyordu. Bu nice gözlere nazar olmuş muktedir konağın bacasını temizleme işiyse yine şehrin en iyi baca temizleyicisi Zemheri’ye verilmişti. Zemheri, baca temizleme işinde bu konakta en az beş kaymakam eskitmişti. Dolayısıyla konağın gizli bölmeleri dahil bütün esrarına hâkimdi.
Önce şöminenin ağzına bir muşamba yapıştırdı. Sonra salona is kaçmasın diye şöminenin önüne bir sofra açtı. Halatı ve koni şeklindeki demir dikenli fırçasını alıp çatıya çıktı. Bacanın ağzını iyice temizledikten sonra fırçasını baca yolundan aşağıya sarkıttı. Her takıldığında ‘Ya Hâk’ deyip halatı kendine çekiyor sonra baca açılsın diye daha sert bırakıyordu.
Kaymakam konağının bacasını titizlikle temizledikten sonra muşambayı söküp, sofrasını topladı. ‘Dumanı iyi çekiyor mu?’ diye özel kalem sekreterine şömineyi yaktırması gerektiğini söylemişti. Şömine yandıktan sonra, ahşap ceviz oymaların arasından duvara yansıyan gölge figürlerini izlemeye koyulmuştu. Dumanın çekip çekmemesi bahaneydi biraz. Kaymakam konağı onun için bir hayal mutfağıydı. Gün akşama dönmüştü ve Zemheri, ateşin gölge dansıyla baş başa, gözlerini yine boşluklara dikmişti…
Biraz yaklaşayım ateşe. Gevşeme Zemheri. Şuraya otursam sekreter bir şey der mi? Kendine gel! Yok canım ne diyecek? Nasıl da dans ediyor gölgeler? Nasıl da güzel.
-Zemheri çay içer misin?
-Zahmet olmasın.
-Ne zahmeti. Hem dinlenirsin biraz. Dur hallettireyim hemen.
Zemheri zaten çay teklifini bekliyor gibiydi. Deri koltuğa oturacak kadar kendini önemli hissedemediği için gözüne kestirdiği tahta bir sandalyeye oturmuştu. Konağın hademesi çeyizlik bardaklara benzeyen kristal işlemeli büyük bir bardakta getirdi çayı. Garipsedi. Böyle bir bardakta daha önce hiç çay içmemişti. Ne kadar yıkasa da geçmeyen isli elleriyle bu şatafatlı bardağı kirleteceğini düşünüyordu. Tutmakla tutmamak arasında tutuyordu bardağı. Yaşayıp yaşamamak arasında
yaşamaya çalıştığı gibi.
Sekreter, deri koltuğa oturmuştu. Gayet tabiiydi onun deri koltuğa oturması. Layık olmak hissiyatı diye düşündü Zemheri. Sonra deri koltuğun karşısında bir başka deri koltuk varken neden tahta bir sandalyeye oturduğunu sorguladı. Yaşadığı şeyin mahcubiyet mi, misafir adabı mı yoksa bir nevi eksiklik hissi mi olduğunu kavrayamadı. Ateş ahşap oymalarla dans etmeye devam ediyordu.
Sekreter, deri koltuğa iyice yayılmıştı. Bu rahatlığının sebebi neydi? ‘Beni kendine yakın görüyor herhalde’ diye geçirdi içinden. Sonra sekreterin bu hareketinin nezaketten uzak olduğunu, görünüşün, nezaketle ilgisi olmadığını düşündü. Sekreterin takma kirpiklerine, fönlü saçlarına, kırmızı rujuna ve uzun tırnaklarına baktı. Sekreterin keskin parfümünü içine çektikçe, ezilmiş kadınlığını sorguluyordu.
Baca temizlerken kırılır bu tırnaklar. Olmaz, uzatamam. Saçlarımı da uzatamam. Kirlenir. Uzun saçlarımı da özledim ama. On yedisinde miydim en son? Evet, annen öldükten… Tamam hatırlatma. Bari parfüm sık evden çıkınca. Bu dumana hangi parfüm dayanır.
Sekreter stilettosunu soymuş, deri koltuğun kenarında ayak parmaklarını kremle ovmaya başlamıştı.
– Benim küçük oğlan seni erkek sanıyor Zemheri. Niye uzatmıyorsun saçlarını?
– Aman sekreter hanım. Boş verin.
– Bitlendiğin için mi kesiyosun saçlarını böyle?
Her öfkelendiğinde alın damarları görünürdü. Öfkelendiği kişiye karşı nezaketini son ana kadar korur fakat iş çıkmaza girdiğinde öfkesine yenik düşmemek için orayı terk ederdi. Sekreter işi iyice çıkmaza sokuyordu.
***
– Sekreter hanım yeter! Darlamayın beni.
– Ayak tırnaklarını kesiyo musun kız? Doğru söyle.
– Yeter ama. Kalkın kızlar gidiyoruz.
– Ne kızı Zemheri? Ne diyosun sen? Yine tırlattın ha.
***
Ninem yaşlı olduğu için kapıları hep ben açardım. Gelen Zemheri’ydi. Suratında müstehzi bir tebessüm vardı. Başımı okşadı. Salona çıktık.
-Merhaba Belkıs Hanım? Nasılsın?
-Merhaba Zemheri. İyiyim şükür. Hoş geldin. Sen nasılsın?
-Bende iyiyim.
-Açsındır. Yemek hazırlayayım sana. Geç otur sen.
Zemheri sesini çıkarmadan oturdu. Bu açım demenin sessiz haliydi. Biz yemeğimizi yemiştik. Bu akşam açılan ikinci soframızdı. Ayıp olmasın diye biz de oturduk. Sofrada mevzu kon-göç odasının yanındaki incir ağacına gelmişti yine.
Belkıs Hanım iki tane taze incir vermiş bizim ağaç. Allah’ın adını verdim o incirleri bana ver.
Gömme kızlarımı kocanın mezarına.
Ne kızı Zemheri. İncir bu incir. Nerden çıktığı belli değil. Yenmez bu. Ben sana incir alırım pazardan.
Ninem sofrayı topladıktan sonra lâl kesilmiş gibi hiç konuşmadan karşısına geçip izledi onu. Zemheri, ninemin elini öpmek için müsaade istedi. Ninem hiç konuşmadan verdi ellerini. Avuç içinden öperek;
Hakkını helal et Belkıs Hanım. Çok yoruldun benim için.
Öyle şey mi olur Zemheri. Ne demek? Helâl olsun tabi. Sen de helâl et. Derin nefeslerle çatı katındaki incir odasına çıktı. Gece yarısını az geçe çatı katından sesler duymaya başladım. Kiremitlerden yükselen adım sesleri hiç susmuyordu… Korkudan uyuyamıyordum. Ninem neden uyanmıyordu? Merdiven gıcırdadı. Sokak kapısı açıldı. Kapandı. Ninemin odasına koştum. Yatağın tersinden yorganın altına girdim. Ninemin sağ bacağına sarıldım. Ninem yine uyanmadı. Vücudu soğuktu.
Sabaha karşı, kızıl bir renge boyanmıştı bütün şehir. Hükümet konağı yanıyordu. Bu gece kimseye uyku yoktu.
-Uyanın ahali! Yangın var!
Yorganın altından başımı çıkarıp, pencereye baktım. Sabahın alacakaranlığında beyaz dumanlar, çam kozalakların patlama sesleri, çığlıklar, ağlamalar… Yanık çam kokuları odama sızmıştı. Evlere de sıçramıştı yangın. Ellerimle de ayaklarımla da sarıldım nineme. Bu kadar gürültüye rağmen nasıl da mışıl mışıl uyuyordu?
Sekreter yorganı açtı. Ninem hâlâ uyuyordu. Bir adam ninemin sağ tarafına oturmuş Kur’an okuyordu. Kadınlar ağızlarını örtmüş ağlıyorlardı. Sekiz on kişi vardı odada. Kimileri halıya ayakkabıyla basmışlardı. ‘Ayakkabı ile basmayın, ninem kızar’ dedim. Yerimden kalktım, oturttular. Bi daha kalktım. ‘Tuvalet’ dedim. Yukarı kata çıktım. Zemheri yoktu. İncir ağacı da.
Mehmet Rutkay AÇIKGÖZ