Değişik Bir Macera Hikayesi “PÜRTELAŞ ZEYTİN EFENDİ”
O doğduğunda bütün taşlar yerinden oynamıştı, kendisine yalnızca olanları izlemek düştü. Bir de harabeye dönen mabedin temellerinde gezinmek. En son, çatı yerine koydukları, yanı başından ebegümeci fışkıran o taşı da birilerinin götürdüğü söylendi kendisine. Düşünmekten kendini alamadı, merakını yenemedi Pürtelaş Zeytin Efendi.
Niçin kaldırmış olabilirlerdi? Kim ne yapacaktı senelerin minaresinin kaidesinin en güzel taşını? Diğer aile fertleri ise bu hususta pek suskundu. Sorduğunda gündelik koşuşturmalardan fırsat bulamadıklarını ya da taşın peşine daha önce giden olmadığı için yolu bilmediklerini belki de korktuklarını söylerlerdi. Bahanesi olanın istikbali olabilir mi diye söyleniyordu Pürtelaş Zeytin Efendi.
Konuyu açtığı herkes, sözü sonunda aynı yere getirir, aylar önce boynunda yeşil siyah atkısı olan bir adamın, elli dört plaka bir Şahinin bagajına koyup götürdüğünden bahsederlerdi. Arada bu işe çözüm bulmalı diyecek olsa, karşısına saniyesinde ördükleri olur mu canım hiç öyle! duvarı çıkar, tırmanmak da pek kolay olmazdı. Sonunda toz kaldırmadan meseleye vakıf olmanın yolunu Boşboğaz Ceviz Efendide buldu.
Merak ediyordu, eski minarenin kaidesi bir şehirden diğerine nasıl götürülür ve ne işe yarardı? Zira büyük büyük dedesinin zamanında yerine yerleştirmişti onu Kılıç Ali Paşa caminin inşaatında kâtiplik yapan Pürtelaş Hasan Efendi. Dönemin en şaşaalı camilerinden birinin inşaatında çalışmanın verdiği tecrübe ve hevesle sonradan kendi adıyla anılacak boğaz semtine mütevazı bir cami inşa etmişti. Fakat işte bugün kaidesinin küçük bir taşına bile tamah edenler vardı.
Salyangoz gibiydi insanoğlu, geçtiği yerde elbet bir iz bırakırdı. Pürtelaş Zeytin Efendi kimsenin peşine düşmediği bu sorunun cevabını bulabilir, kendisi ile diğerleri arasındaki farkı apaçık ortaya koyardı. Düşünce çalışmadan sonra geldiğine göre, önce düşünmesi gereken bilgileri toplamalıydı. Odun olmadan ateş yakılamazdı nihayetinde. Boşboğaz Ceviz Efendi’den ki büyük amcası olur, şahinin rengini, plakasını, arkasında bulunan Örümcek Adam çıkartmasını dahi öğrendi ve sonra harika bir plan hazırladı. Sakarya’ya gidecekti, yarım dünya mesafesindeki Sakarya’ya, Orhan Gazi diyarına.
Aile fertlerinin meşguliyetini epeyce artıran martın nisana yolculuğu başlamak üzereydi. Coşkusunu gizleyerek kendisini yuvadan dışarı attı, mahalleyi turlamaya çıkmışçasına yolun karşısına geçti. Caminin harap bahçesinin yanında yükselen ucube binaya müstehzi bir bakış fırlattı. Aşağılarda Tophanenin incisi Kılıç Ali Paşa’nın kubbesi parlıyordu. Galaport’a yeni bir Kruvaziyer yaklaşmış, içinden inen ablaların parıltısı Galata kulesini aydınlatmıştı. En öndekinin kucağındaki skotişin kibri, İstanbul’un yedi tepesini aşacak cinstendi.
Telaşlı adımlarla salındı sahil tarafına ve kırmızı ışığın yanında durdu, ilgisiz kısık gözleriyle baktı trafik lambalarına, çok geçmeden yanında büyük bir kalabalık beliriverdi. Gelip geçen araçların plakasını gözlemeye başladı. Motorlu taşıt değilmiş gibi şeridinde gitmeyenlere, aralara giren çıkan kuryelere, fren mesafesine dalan köylü kurnazlarına, trafiği görünce dörtlüleri yakıp yan yola girmek için geri geri gelen uyanıklara, zınk diye durup yolcu alan minibüsçülere, trafik ışıklarında kamera olmadığını bilip kırmızıda geçen taksici tayfasına uzun uzun baktı.
Elli dört plaka gözlüyordu, kırmızı ışıkta durmuş olmalı ve bir de arka penceresi açık bulunmalıydı ki içeriye rahatça atlayabilsin. Bu esnada İstanbul’un caddeleri yine bildik manzaralar çiziyordu. Derbiden çıkan Beşiktaş taraftarları İnönü stadını boşaltıyor, zaten karışık olan trafik yeni bir hengâmeye daha dalıyordu. Beklediği fırsat o kalabalığın içinden fırladı. Eski bir Pejo’nun arka penceresini açan ağzı küfürlü bir Beşiktaş taraftarının arabası durdu bir anda önünde. Neuzübillah çekerek atladı şoför koltuğunun arkasına. Maçı kaybetmenin verdiği kızgınlıkla arka koltuğa ışık hızıyla yerleşen Pürtelaş Zeytin Efendiyi fark etmedi bile amigolar kralı. Aynı köpüren dudaklarla geçti Valide sultanı, Dolmabahçe’yi, Deniz müzesini… Barbaros’un kabrine bir kez olsun gelemediğine yandı bir anda. Silkelendi, amacından sapmamalıydı. Yeni heveslerin peşine düşmemeli! dedi kendi kendine. Cevabını aradığı sorular oturtmuştu onu bu arka koltuğa. Bu esnada otomobil Beşiktaş’ı aşmış, Şehitler Köprüsüne doğru yol alıyordu.
Defalarca uzaktan seyrettiği köprünün ayakları tüm heybetiyle karşısındaydı artık. İçinden çığlık atmak geçse de arabadan atılma korkusuyla tuttu çenesini, yaladı bıyıklarını. Allah niyet edenin ve niyetini gayretiyle süsleyenin ayaklarına kâinatı serermiş. Şimdiye kadar hiç bir dedesine nasip olmamıştı boğazı aşmak. Köprüden aşağılara doğru baktıkça gördükleri karşısında küçük dilini yutacaktı. Karşıda Çamlıca Kulesi, az ötede altı minaresiyle kocaman bir cami. Tabi dedi kendi kendine, bizim mescit kaynadı arada, senelere yenik düştü Pürtelaş Hasan Efendinin emeği. Bir kere büyük değildi, mescidi harap olmuştu. Ama olsun dedi sonra, adı kalmış yadigâr, hem Beyoğlu’na hem torununa. Pürtelaş’ın kedisi diyerek sevmişlerdi, caminin kenarında büyük büyük dedesini yemleyenler.
Pürtelaş Hasan Efendi gibiydi kendisi de öyle asil bir sülaleden gelmiyordu. Ne Skotişti ne Şorteyır, ne tüyleri bir karıştı, ne kuyruğu kürklü, alt tarafı sokak kedisi tekirin soyundandı. Adını da Pürtelaş Hasan Efendi koymuştu. Kendi adından ad vermişti kedisine. O isim de miras kalmıştı seninkine. Yaptığı cami de mirastı da onu hesaba katan olmadı. Nice yangınlar, depremler gördü, tadilatlar geçirdi, onlarca caminin bir günde yok edildiği talihsiz zamanlardan geriye arsası ve harap olmuş taşları kaldı.
Bir masal gibi anlatırdı birkaç yüzyıl önceki dedesini evdekiler: Yemeği vaktinde önünde olmazsa sesini çatallatarak mırıldanır, canı istemediğinde Pürtelaş Hasan Efendinin elini tırmalar, heybesinden yemek aşırır, günlerce camiye uğramasa aldırmaz, döndüğünde sevinçle onu karşılamaz, mart gelince damların müdavimi olur, merak edeni var mı yok mu bilmezdi. Oysa yeni jenerasyon Pürtelaş Zeytin Efendi öyle miydi? Kedileri de dert sahibi kılmıştı şu yeni dünya.
Büyük büyük dedesinin hatıraları gölgesinde geçtiler köprüyü, yetmedi artık mezar taşları dikilmiş olan İstanbul’u. Kocaeli de geride kaldı derken, trafiğin oldukça rahatladığı birkaç dakika içerisinde Beşköprü tarafından girdiler Sakarya’ya. Tarihi bir cami aradı Pürtelaş, zira kendisi gibi Osmanlı soyundan gelme kediler olsa olsa eski camilerin gölgesinde yaşarlardı. Kendisini en iyi onlar anlardı. Güvercinler de olmalıydı avluda lakin onun konumuzla alakası yoktu.
Aradığımı görürsem çaktırmadan atlarım arabadan diye düşündü ama nafile. Sakarya’da tarihi cami yoktu belki de. Gerçi hakkını yememeli Sapanca’yı geçerken yolun kenarında bir iki eser görmüştü az evvel. Pes etmek yok, çıkacak bir tane diyerek yapıştı sonra cama. Sıra sıra dizili siteler, lüks kafeler, alışveriş merkezleri derken vardılar şehrin göbeğine. Kim bilir hangi aklı evvelin ortaya attığı muhteşem fikirle belediyenin amansızca budadığı çınar ağaçları karşıladı salındıkları Pejoyu.
Mutlaka bir tarihi Uzunçarşısı olmalıydı buraların, yanında da Osmanlıdan kalma bir cami. Sakarya’ydı bu yahu, suphanallah Orhan Gazinin yadigârı. Tüm eski şehirler tarihi, tüm selviler bir minareyi, tüm minareler bir kaideyi ve tüm kaideler bir kediyi eteklerinde taşıyor olmalıydı.
Şuralarda atlayıp birilerine sormalıydı belki de. Eğer bir şeyleri istiyorsan azıcık gürültü patırtı yapsan iyi olur demişti nenesi. Yeni bir kırmızı ışık ve kızdıran ikindi güneşi yetişti imdadına, açılan ön pencereyi kestirdi gözüne ve ne olduysa o anda oldu, müthiş bir titizlikle Çakmaktaş filmlerindeki gibi çevirdi patilerini ve yallah.
Bismillah Bismillah diyen dudaklar bıraktı geriye, ha şöyle toparla ağzını dedi inerken ya da belki uçarken. Işıktan kurtulan bir kırmızı dolmuşun ön farları, eyvah eyvah gitti kedi diyen hayıflanmalar ve son gördüğü Orhan caminin taş minaresi.
Dolmuştan fırlayan bir anne ve gözü yaşlı küçük kızı manzaraya eklendi sonra. Günlerce yattı bir veterinerin yoğun bakımında. Her gün ziyaretine gelen küçük avuçların duaları yetişti imdadına ve onun kollarında attı adımını tek katlı evlerin bulunduğu bir mahalleye. Pencereden seyretti aylarca kaldırımları. Yoksa diye düşündü nazar mı değdiriyorum kendime? Ne bu böyle aylardır yerden göğü selamlıyorum. Koca bir yaz geçti, sonbahar geldi, bacağına takılan proteze iyice alıştı ve bir sabah pencerenin önünden geçen şeker pancarı traktörlerinin arasında fark etti o şahini, arkasında Örümcek Adam resmi bulunan o mor şahini. Bulduuum diyerek bir miyav attı ki az kaldı uyurgezere bağlayacaktı kurtarıcısı.
O şaşkınlıkla kondu önüne sabah kahvaltısı. Gözlerini yumdu, yumuldu mamaya. Aylardır harabelerde fare, kertenkele peşinde koşmuyordu, koşamıyordu; lezzetlerini bile unutacaktı handiyse ama görevini asla.
Artık kararını vermişti, öyle ya en iyi kararlar kahvaltı yaparken verilirdi. Suyunu balkonda içti, balkon da karşı komşunun antresini görüyordu. Gerçi bu şehir bile manzarasını kime gösterip kimden esirgeyeceğini iyi bilirdi. Uyurken bir sabah vakti kadar dingin, kuşlukta bir poyraz kadar hırçındı Adapazarı. Eski devirlerden geriye kalan birkaç fotoğraf gibi hüzünlü duran karşıdaki pencereden zaman zaman bir fino köpeği bakıyordu. Ne yaptı etti finoyu kızdırdı ve o hırsla atlattı sokağa, önce sandalyeye oradan balkonun kenarına derken o da zıpladı yanına. Bir kedi köpek kavgası, bir gürültüdür sardı mahalleyi.
Gökyüzü bazen kedilerin ve köpeklerin de ciğerlerine dolardı. Pisi aklıyla sakinleştirdi finoyu. Sen dedi ağabeysin, bilirsin buraları, eski minare diplerindeki kedileri. Birkaç dakikaya o zıddırık Fino bir kedinin de hali olmuştu. Pürtelaş Zeytin Efendinin patilerindeydi ipleri artık. Meseleyi öğrenmiş, yardım edeceğine söz verirken de, mübalağa ediyorsun demişti Pürtelaş Zeytin Efendiye. İtiraz istemem mübalağa da bir sanattır cevabını alınca kendisinden, birlikte aştılar kentsel dönüşüme uğradığı her halinden belli sokakları ve vardılar Ağa Caminin dibine. Minaresi tarihe kök salmış ulu bir çınar gibi. Gölgesinde Uzunçarşı simit fırını, yine tıklım tıklım, öyle söyledi Hıribit Fino Efendi. Buraların çevresinde dolanırmış o eski kediler bu bilgiye de vermeyi ihmal etmedi. Ha bir de yüz metre ötesi Orhan Camiymiş, tarihin gözleri oradan izlermiş sokakları. Şehrin nefesiymiş Orhan Cami, tapu senedi, atan kalbi. Onun ezanıyla başlarmış hayat, yanı başında akıp gider, onun musallasında son bulurmuş. Şehre bakınca yeniyi eskiyi görürsün ama camiye bakınca sadece cami. Camiler başka memleket diyerek de ekledi ardından.
Rükneddin Pati Efendiden bahsetti tanıştığı simitçi yaverleri, onu dediler Adapazarı’nın kedileri iyi bilir, sever sayar, ziyaret eder. Cuma namazlarında, kandillerde ya da teravihlerde illa ki bir kere ziyaretine gelir, hayır duasını alır patidaşlar. Eyüp Sultan’ın kervanına katılıp gelenlerdenmiş ataları. Ebu Hureyre’nin kedilerinden birinin soyundan geldiği rivayetler arasında.
Sükûtun heybetini ucuz söz ile satmayanlardandı Rükneddin Pati Efendi. Gönül erbabına has büyük bir nezaketle karşıladı Pürtelaş Zeytin Efendiyi. Tıpkı yoldaki işaretler gibi mürşit yolu gösterirmiş kendini değil dedi.
Pürtelaş Zeytin Efendi ve dostlarını Çark Mesiredeki değirmenin dibinde yaşayan Çürüksulu Pabuç Efendiye yolladı selamlar eşliğinde. Şehrin yeraltı dünyasını ve dahi Şahincilerini iyi tanırdı bu zaımuhterem. İlla bir bilgi çalınmış olmalıydı kulağına. İki porsiyon Islama Köfteye çözemeyeceği mesele yoktu.
Gönüller sultanı iki tane de sual hediye etti diş kirası niyetine misafirlerini uğurlarken. Aradığınızı bulursanız bir de bunları sorun dedi nefsinize. Suyun bile akmadan duramadığı dünyada ulaşılmak istenen rıza, aramanın neresindedir? Üzüm salkımı gibi istenilen yere sürüklenenler hakikatte kime tabidir?
Hıribit Finonun yoldaşlığında geçtikleri Çark Caddesi, İstanbul’un kalabalığını hatırlatsa da tarihi tek bir duvarının ya da bir sütunun olmayışı dikkatini çekti Pürtelaş Zeytin Efendinin. Her yer bu kadar yeni olamazdı, olmamalıydı, Orhan Gaziyi geçtim, Abdülhamit Han’ın da bir hatırı kalmamış buralarda diye iç geçirdi. Doksan dokuz depremindeki bir fotoğrafını hatırladı sonra Çark Caddesinin, iyi toparlamış dedi, benim gibi afetzede buralar da. Devasa kavşaklar pek değişik gelse de Çark Suyu Değirmeni oldukça tanıdık geldi kendisine. Dibinde biteviye post bıyıklarını kıvıran Çürüksulu Pabuç Efendi, selamı alır almaz dikildi ayağa, baş göz üstüne reveransıyla dinledi İstanbul Efendisini. Hediye getirilen Islama köfteyi, usulca indirirken mideye, doğu tarafındaki bir varoş mahalleyi tarif etti. Hatta selamın hatırına düştü Pürtelaş’ın önüne. Öyle yalnız ağlamak yok dedi, biz varız beraber gezinip ağlayacağız!
Akşamın darında vardıkları sokaklarda bir kına gecesi manzarası. Herkes, her şey sokakta. Çalgı, cümbüş, yemek, içmek gırla gidiyor. Gelin bir sandalyede duruma uygun giyinmiş, kına yakılacak anlaşılan. Gelin de dâhil herkes, hırsla ve şevkle kendinden geçerek çekirdek çitliyor. Hiç kasmadan, süzüm süzülmeden, kendine yapay pozlar vermeden, gönlünce çıtırdıyor. En önemlisi de arka tarafta Örümcek Adam çıkartmasıyla meşhur şahin. Az kaldı o da çitleyecek bir avuç.
Kalabalığın arasında Çürüksulu Pabuç Efendiye duyulan sonsuz bir minnet ve öğrenilen sır. Sapanca’daki Bungalov furyasına malzeme olmuş asırların minaresinin kaidesi. Bagajında geceledikleri şahin götürdü kendilerini hedefe. Perestû Caminin yakınlarında mantar gibi türeyen Sapanca manzaralı taş Bungalovlardan birinin duvarına kondurulmuş. Göle nazır şöminenin Alman sıvasının alınlığında öylece duruyor. Gelen turistlere İnstagram fonluğu yapıyor.
Maymun iştahı dedi, Çürüksulu Pabuç Efendi, birkaç seneye geçer modası, söker atarlar bir kenara.
Minnettar gözlerle kuruldu pencerenin dibindeki sardunyaların kenarına Pürtelaş Zeytin Efendi; Ben çiçeklerin samimiyetine inanıyorum, ister tenekeye ekin, ister en pahalı saksılara, emeğiniz kadar güzelleşiyorlar; dedi.
Harç bitti yapı paydos mu diyorsun yani? Bu kedilerin telaşını anlamak imkânsız! diyen Hıribit Efendiye döndü; kediler telaşlı değil telaşın kendisidir belki de deyiverdi.
En baştan düşünmeli kederimizi hafifleteni, derdimizi eksilteni, müşkül düğümü kesivereni diyerek devam etti. Bir sır daha var, biliyorum sırların içinde; pervazın tozu, kuşun gagası, çiçeğin özü, gölün dalgası… Her şey hepsi bir kolaylık icat edecek kadar kuvvetli, cümlesine bir zorluk gerekli. Kahraman olmak için savaş meydanında kılıç sallamak şart besbelli. Kışı sağlam geçiren, toprağa kök salmış minarelerin sedaları bahar geldiğinde daha bereketli. Sema varsa kubbe, sıva varsa harç, kürsü varsa mihrap, lisan varsa kelam, uyku varsa rüya, teslimiyet varsa işaret yanı başında. Bu bana çok şey anlatıyor. Dert benim değil, dert dahi yaratıcının bana emaneti.
“Her zorluğun yanında bir kolaylık var!” diyor, itimadım tam.
Hatice MERAKLI