Düşündüren-Eğitici HikayelerKısa Hikayeler

Alegorik (Mecazi) Kısa Öykü “DÖNGÜ”

Alegorik) Kısa Öykü

Alegorik (Mecazi) Kısa Öykü

DÖNGÜ”

İş makinelerinin gürültüsüyle uyandım. Ne kadar zamandır böyle hatırlamıyorum. Geçen sene bu zamanlarda inşaata başlamış olmalılar. Yaz mevsiminin başlangıcıydı. O gün, mahallemizin karşısındaki ormanda son kez yürüdüğümü bilmeden yürümüştüm. Gün yeni yeni ağarıyordu. Gece boyu öten börtü böceğin sesi, yerini kuş seslerine bırakmıştı. Ormanın içindeki gölette kurbağaların vıraklayışı ta evlerin içlerine kadar yankılanıyordu. O sabah da doğanın cezbedici çağrısına uymuş, erkenden yürüyüşe çıkmıştım. Günün en sevdiğim saatleriydi. Meşe ve huş ağaçlarının yaprakları sabah meltemiyle hafifçe titreşiyor; güneş ışığı incecik dalların arasından süzülerek etrafa ılık ışıltılar saçıyordu. Karahindibalar, mavi mine çiçekleri, eflatun çiçekli ballıbabalar ve sarı kır çiçekleri çimenlerin üzerine rengarenk bir kilim gibi yayılmıştı. Tabiatın taç yaprakları yavaş yavaş açılıyor, orman yeni günü coşkuyla selamlıyordu.

Ertesi sabah yine nemli ve bol oksijenli bir haziran sabahına uyanmıştım ama bu defa büyük bir gürültüyle. O gün ormanın yeşil sesi, iş makinelerinin mekanik sesiyle bölündü. Kuşların yuva yaptığı bir çam ağacı dakikalar içinde toprağa devrildi ve onu öbür ağaçlar izledi. Sırasıyla buldozerler, traktörler ve diğer iş makineleri geldi. Ormanın çevresi teneke bir bariyerle baştan başa çevrildi. Bariyerlerin üzerine “Önce İş Güvenliği” yazılı levhalar yapıştırıldı. Sanayi Devrimi’nin koruyucusu olduğunu düşündüğüm çatık kaşlı figür, işaret parmağını tehditvâri bir şekilde bize, masum mahalleliye doğrulttu. İş makineleri aralıksız şekilde çalışmaya koyuldu. Orman, günden güne çoraklaştı ve her yer çölleşerek sarı bir toz tabakasıyla kaplandı. Adını “Doğa” koydukları konutları yapmaya başladılar.

Günlerdir bir kayayı kırmaya çalışıyorlar. Böyle sabahlarda avazı çıktığı kadar bağırası geliyor insanın. Neredeyse sevgili ormanım için yas tutmayı dahi bıraktım. Tek dileğim, şu beyni delen gürültünün bir an önce son bulması. İnsanlar evlerin içlerinde inşaata lanet ediyorlar. Teknolojinin ilerlediğini sanıyordum. Yoksa bir kaya kırıcı, yerin altında büyüklüğü tahmin dahi edilemeyen bir kayayı günlerdir neden kıramasın ki? Galiba orman inatçı çıktı.

Kimi zaman balkonda oturup inşaatı izliyorum. Çünkü izlenecek başka bir şey yok. Ormanımız bizim cennetimizdi. Kendi kendime şantiye sahiplerinin bir cennet tasavvurları var mıdır diye düşünüyorum. Onu eşi benzeri görülmemiş devasa bir şantiye olarak hayal ediyor olabilirler mi? Onların cenneti, bizim cehennemimiz olmasın? Tanrıları bizim Tanrımız gibi mi? Yoksa beton tanrısı falan mı o?

Günler birbirini kovalıyor. İnşaatta artık sona yaklaştılar. Yüksek katlı konutlar neredeyse tamamlandı. Evlerin aralarına geniş caddeler açıldı, cadde kenarlarına ise dükkan ve kafe olarak tasarlanan yapılar inşa edildi. Bir zamanlar kuşların su içtiği gölet kurutularak yerine, önünde havuzlu fıskiye bulunan kocaman bir alışveriş merkezi yapıldı. Komşularla aramızdaki en önemli konu, karşımızda hızla yükselen inşaat oldu. Orman kimilerince çoktan unutuldu. Bazıları konutların çok güzel olduğunu söylüyor. Kimisi de o ayrıcalıklı kentin duvarlarını aşabileceğini düşünerek burnumuzun dibine AVM yapılmasına seviniyor. Aslında mahalleli olarak tüm bu olanlara pek şaşırmadık. Zaten öteden beri ormanın yapılaşmaya açılacağına dair söylentiler vardı. Sanki içten içe karşımızdaki ormanın bizler için fazla olduğunu biliyor gibiydik. Bu kadar oksijeni hak edecek maaşımız yoktu. Yoksulsan sıvalı bir duvara bakabilirsin. Bu, hayatta kalman için yeterlidir. Çocuklar için bir park mı? Mahalle araları yetmez mi ip atlayıp top oynamaya? Yeter, yeter de artar bile. Yine de kimi zaman tabelası kendinden büyük çocuk parkları yapılır buralara da. İki salıncak, bir kaydırak, bir tahterevalli… Biz paşalar gibi yaşarız mahalle aralarında. Apartman merdivenlerine oturur, laflarız. Oksijen istiyorsak şayet saksıda çiçek yetiştiririz; en çok da sardunya. Organik tarım mı? Büyük bir yoğurt kovasına domates biber ekebilme lüksümüz her zaman vardır.

Son zamanlarda yalnız bizim mahalle değil diğer mahalleler, öteki semtler de aynı kaderi yaşıyor. Betonarme yapılar arttıkça artıyor, şehir enine doğru hiç durmadan şişmanlıyor. Elbette bu hale bir günde gelinmedi. Kent, on yıllardan beri artan sürekli göçle birlikte yeşil alanlarını günbegün kaybetti. Evvela deniz kenarlarına büyük fabrikalar inşa ettiler, daha sonra insanlar iş için peyderpey şehre göç etmeye başladılar. Toprak kokulu nemli sabahlar yerini sülfür kokulu sisli sabahlara bıraktı; yemyeşil tepeler bir gecede mantar gibi bitiveren gecekondularla doldu. Eski şehirden arta kalan tarihi mekanlar betonarme yapıların arasında asilce sessizliğe gömüldü. Okuyabilenler için bir nadir eserler kütüphanesini andıran şehrin tarihi havası günden güne değişti. Yapılan istimlâklarla pek çok eser yok edildi. Kepçeler yerin altındaki yüzlerce yıllık toprak künkleri parçaladı, yerlerine yeni hatlar döşendi. Medeniyetler suyla var oluyordu. Kadim şehir de asırlardan bu yana çeşmeleriyle, su yapılarıyla ünlüydü. Zamanla pek çoğu işlevsiz hale geldi. Çıkarılan tüm koruyucu kanunlara rağmen inşaatlar hız kesmeden devam etti. İnsanlar da oldukça değişmişti artık. Bazı çalkantılı siyasi olaylarla toplum yekpare bir orman gibi tarumar edildi. İnsanların arasını da tıpkı şu caddeleri açtıkları gibi açtılar.

Yıllar içerisinde çevre kirliliğine sebep olduğu için fabrikalar; önce şehrin iç kısımlarına, daha sonra civar kentlere doğru kaydı. Köprüler, yeni yollar ve dinlenmek isteyen insanlar için az da olsa parklar ve mesire yerleri inşa edildi. Milenyumda açılan finans merkezleriyle şehir, dünyada en çok gökdelenin olduğu sayılı mega kentler arasına girdi. Ve zenginliği giderek yok olsa da zenginleri sürekli olarak arttı. Onlar için denizi ve yeşili gören yüksek duvarlı, tel örgülerle çevrili kent içinde kentler oluşturuldu. Böylece zengin ve fakir arasındaki ayrım, şehrin tarihinde hiç olmadığı kadar belirginleşti. Halkın çoğunluğu ise iç kesimlerde yaşamlarını sürdürmeye başladı. Birbirine bitişik, kesintisiz, intizamdan yoksun apartman dairelerinden oluşan daracık aralıklı mahalleler, nefes almayı zorlaştıran bir bunaltıcılıkla üst üste yığıldı.

Ara sıra tarihi dokuyla modern mimarinin iç içe geçtiği sokaklarda geziniyorum. Dantela gibi işlenen ahşap bir cumba Fransız balkonlu asimetrik bir eve bakıyor. Bu çapraşıklık, insan yaşamına da sirayet ediyor sanki. Zarafet karşısında kaba bir kütle buluyor. Geleneksel mimarinin ince ve zarif kıvrımlarının yerini sert ve keskin mimari bir anlayışa bırakması gibi insan mizacı da nezaketten kabalığa evriliyor. Kimi zaman sahile iniyorum. Denizin dalgaları bile buruş buruş geliyor bana. O, tüm serveti mirasyedileri tarafından hoyratça harcanan bir ihtiyar. Bazen şehrin tarihi panoramasının üzerinde aniden iskeleler yükseliyor. Ve o nâzenin silüet bir gökdelen tarafından hunharca deliniyor. Böyle zamanlarda asıl şehre zarar gelmesinden haşyet duyanların kalpleri yaprak gibi titriyor. Şehir, tüm bu olanlara rağmen yufka yürekli bir baba gibi şefkatli kollarıyla herkesi kucaklamaya devam ediyor. Hiçbiri birbirinin aynı olmayan günbatımlarıyla, sonsuz devingen bulutlu manzaralarıyla, usta bir sanatkarın fırçasından çıkmışçasına bakanların kalplerine iyiliği ve güzelliği yayıyor. Aşıklar yüzyıllardır bu sahilde belki de şehrin efsunuyla birbirlerine bir kez daha aşık oluyorlar. Caddeleri bu düşüncelerle adımlıyorum. Eve geç vardığım saatlerde şantiyenin ucunda bir yanıp bir sönen kırmızı ışığa takılıyor gözlerim. Şehir uyumuyor, şantiye uyumuyor ama orman artık uyuyor.

Günlerden bir gün uzun zamandan beri ilk kez iş makinesi sesleriyle değil, sabahın geç saatlerinde kendi kendime uyandım. Hemen tülü araladım. Sarı vinç gökyüzüne asılı kaldığı yerde hareketsiz duruyordu. İnşaat neredeyse tamamlanmak üzereydi. Çok yakında Doğa Konutları’nın yeni sakinleri burayı dolduracak, araç trafiği hiç olmadığı kadar artacak, kulaklarda kentin o bilindik gürültüsü uğuldayacaktı. Ama bunların hiçbiri olmadı. Günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı ve inşaat âtıl bir şekilde kalmaya devam etti. Mahalleli arasında yapılaşmanın neden durdurulduğuna dair çeşitli söylentiler yayıldı. Kısa sürede hepsi unutuldu. Herkes halinden memnundu çünkü mazide kalan orman, kendinden alınanın intikamını alırcasına yeniden son sürat yeşermeye başlamıştı. Her gün karşımda cereyan eden manzaraya bakıp ormanın şahlanışına hayret ediyordum. Önce alışveriş merkezinin önündeki fıskiyeli havuzun içi yağmur sularıyla doldu ve kısa sürede üzeri yosunlarla kaplandı. Sonra bir sarmaşık helezonlar çizerek havuzun çevresini sımsıkı sardı. Doğa Konutları’nda doğa, yaklaşan ilkbaharla başkaldırıya hazırlandı. Orman gece gündüz çalışarak ıhlamur kokulu bir devrime uyandı. Sümbül, yasemin ve mor salkım kokuları sardı etrafı. Mevsimler yaza dönerken balkon korkuluklarına çarkıfelek çiçekleri dolandı. Konutlar ta çatılara kadar yeşile boyandı. Delikanlı orman yine birbirine kur yapan kuşların yuvası oldu. Haziranda cır cır böceklerinin sesleri duyuldu. Yosunlu havuzda eski göletin yegâne sahibi olan kurbağalar birer hükümdar edasıyla yerlerini aldı. Bitki kökleri yeşil adımlarla düşman ordusu üzerine yürür gibi coşkun yaprak hışırtılarıyla betonların üzerini görünmemecesine örttü. Ve bir sabah tüm mahallede yeniden iş makinesi sesleri duyuldu.

Kevser Nur KALE

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu