Kısa Hikayeler

Nostaljik Bir Hikaye “YILDIRIMSPOR”

Nostaljik Hikaye

Nostaljik Bir Hikaye “YILDIRIMSPOR”

Akşamüstleri, okul çıkışında ölesiye top oynar, hava kararınca sığırcık kuşlarının telaşıyla evlerine koşarlardı. Laf olsun diye değil, gerçekten ölesiye…

Kışın en soğuk günlerinden birinde, okul çıkışı önemli bir maçları vardı: Bayrak maçı yapacaklardı. Daha da önemlisi, rakip takımla aralarında çözülmemiş bir sorun olmasıydı. O yaşlardaki problemler matematik dersinde sorulanlardan daha zor olurdu ve çözümler kara tahtada değil, boş arsalarda veya sokak aralarında aranırdı. Aslında çözüm bulmak gibi bir dertleri de yoktu. Çünkü takım olmak için ortak amaçlar kadar ortak problemlere de ihtiyaç vardı. Çoktan seçmeli şıklar arasında doğru cevabın daima “hiçbiri” olduğu anlamsız problemler…

Bayrak maçları genellikle üç veya dört takım arasında yapılan turnuvalardı. Ödül doğal olarak Türk bayrağıydı; kenarları püsküllü, üçgen şeklinde küçük bir bayrak… Bazen de bir takım diğerine “bayrak maçı” teklif ederdi. Bu tarz teklifler aslında üstü kapalı bir meydan okumaydı. Ya daha önceki maç haksız bir penaltıyla kaybedilmiş ya da maçın ortasında kavga çıkmıştır. Mahalle maçlarının değişmez kuralı olarak aleyhinize verilen her penaltı haksızdır. Sonuç olarak; geriye görülecek bir hesap kalmıştır ve mutlaka ödenmelidir. Altmışlı yıllarda oraların raconu böyleydi ve racon önemli bir şeydi.

Raconu anlamak için oraları tanımak lazım.

Onlar Pertevniyal’in orta kısmında okuyan mütevazı halk çocuklarıydı. Kolejli çocuklar gibi değildiler. Ayrıca uzak mahallelerden öğrenci taşıyan “okul servisleri” henüz icat edilmediğinden, “oralar” da Aksaray ve çevresi oluyordu. Ortaokulun üç sınıfında; A ile başlayıp P harfine kadar giden şubelerin her birinde, tümü erkek, en az doksan öğrenci vardı. Sonuçta okul bahçesi teneffüslerde kimsenin kaçamadığı bir hapishane avlusuna dönüyordu. Bahçe kızsal oyunlarla işgal edilmediği için küfür ve kavgada alabildiğine özgürdüler.

Aynı sınıfta okuyan çocuklar bile birbirlerini pek tanımazlardı. İsim soyadı gibi teferruat sadece resmi kayıtlarda geçer, sıradan çocuklar hariç, çoğu namlarıyla bilinirdi. Bunlar dış görünüşten veya yaptığı bir falsodan dolayı kazanılan lakaplardı. Bir de otomatik konan isimler vardı. Gözlüklü bir çocuk kendisine ilk günden “Gözlük” veya “Dört göz” deneceğini bilirdi.

Okula başladığında Gözlük’ün ilk tanıştığı kişi Nuri’ydi. Nuri, lakap edinecek kadar ortalıkta dolaşmayan bir çocuktu. Bu tipler genellikle çalışkan olurlardı. Kavga etmez, top oynamaz, okuldan kaçmaz, hasta bile olmazlar, sadece kendilerine benzeyenlerle arkadaşlık ederlerdi. Anneleri öyle tembih etmişti. Karşı grubu oluşturan “haytalar” da diğer haytalarla takılırlardı. Onların anneleri sözlerinin dinlenmeyeceğini bilirlerdi.

İyice kısa ve iyice zayıf, ufak tefek bir çocuktu. Onu gören, “Uslu çocuk,” derdi. Haytaya benzer bir hali yoktu. Fakat Nuri hariç, bütün arkadaşları o gruptandı. Nuri ve sokak hiçbir zaman aynı cümleye sığmadığı için, geriye haytalar kalıyordu. Akıldan yana sorunu yoktu. Onun sorunu sokağı sevmekti, ama serseri değildi. Yoksa serseri miydi? Her neyse, hepsi de sokakta tesadüfen birbirini bulan altı arkadaştılar: Gözlük, Deve Vefa, Yamuk Orhan, Orhan’ın kardeşi Arap, Goril ve yalnızca Faik… Maça çıkmak için bu sayı yeterdi. Yedek lüzumsuz bir kadroydu.

Teneffüslerde zamandan kazanmak için okulun bahçesinden dışarı çıkmıyorlardı. Favori oyun futboldu. Çevredeki arsalar büyük çocuklar tarafından işgal edildiği için tatil günlerinde de okula gider, maç yaparlardı. Hayalleri Lefter gibi penaltı atmak, Mikro Mustafa kadar hızlı, Metin Oktay gibi kral olmaktı. Top bulamazlarsa eski gazete kâğıtlarını iyice büzer, iple bağlayıp top yaparlardı. Takım filan yoktu. Topun arkasında bir aşağı bir yukarı koşar, nereye olduğuna bakmadan, topa veya birinin kaval kemiğine, tüm güçleriyle vururlardı. Kaleyi okulun duvarına çizmişlerdi. Uzaktan bakan, okuldan hınç aldıklarını zannederdi.

Cam, çerçeve derken, bir gün bahçede top oynamak yasaklandı. Yalnız top oynamak değil, okul saati dışında bahçeye girmek bile yasaktı. Bu önlemler (bütün yasaklar gibi) onları sindirmek şöyle dursun, tam anlamıyla gaza getirdi. Okulun haytaları çeteleşti. Kısa zamanda bahçeye girmenin yolları bulundu. Bahçeye sızmak, en az top peşinde koşmak kadar heyecanlıydı. Fakat müdür bey bahçeyi haytalardan temizlemeye kararlıydı. Önce duvarlar yükseltildi. Yetmedi, demir parmaklıklar eklendi. O da işe yaramayınca parmaklıklara dikenli teller sarıldı. Önce cam kırıklarını deneseydi daha etkili olurdu. Bu, müdürün son çabasıydı, her şeyi yapmış olmanın huzuruyla (!) devreden çıktı. Bahçe onlara kalmıştı. Zaferlerini topu havaya dikerek kutladılar. Top çatıya kaçtı. Yuvarlanıp aşağı düşsün diye beklediler, düşmedi.

Engelleri aşmak çocuk oyuncağıydı, onlar da zaten çocuktu! Tükürünce geçen birkaç kesikle bahçeyi yeniden teslim aldılar. En zoru yeni top bulmaktı. Her takımın “topu olan çocuk” kontenjanı vardı. Nedense onların kontenjanı bir türlü dolmadı. Topu olan çocuklar kapışıldı gitti. Çeteler toplandı, kurallar belirlendi. Siz de oynayın veya oynayabilirsiniz demediler. Zaten demiş olsalardı fazla kibar olurdu. Yamuk bozuldu; “İttiredin bu hıyarları,” dedi.

Affedersiniz, hıyarların onlara yan baktıkları gün karar verdiler; her şeyi kendileri yapacaklardı. Sağ ellerini üst üste koyup, altı el, tek yürek, üç heceyle üç kere “Yıldırım,” dediler, böylece takım oldular.

Aksaray’dan Fındıkzade’ye giden tarafta, omuz omuza duran, eğri büğrü, renksiz ve zevksiz bir sürü bina arasında, yanacağı günü bekleyen ahşap bir ev vardı. O zamana kadar yıkılmamış olması bir mucizeydi ve bunun tek sebebi iki yanındaki kâgir binaların istemeden verdikleri destekti. Alt katındaki kunduracı dışında diğer iki katta oturan yoktu. Kısacası evin hiçbir köşesi yaşanacak gibi değildi. Ön cephesi bir pencere genişliğindeydi. Bu pencere yaz kış kapalı durur, camı tamamen kırılmış olduğu için açmaya gerek kalmazdı. Uzun zamandır bu binanın ikinci katını gözlerine kestirmişlerdi. İlk istihbarat Arap’tan gelmişti. Önceleri sırf heyecan olsun diye gizlice girip saklanıyorlardı. Kunduracının umursamadığını fark edince o mezbeleliği resmen mesken tuttular. Deve Vefa kapıya çakısıyla “Kulüp” yazdı, daha doğrusu kazıdı. Gözlük, Mithatpaşa Stadı’nın yerini, Şehzadebaşı sinemalarına film için değil, “parça” için gidildiğini o günlerde öğrendi. Artık gözü açıldığı için lakabı değişti, “Cingöz” oldu.

Bir gün okul çıkışı kulübe gidip kös kös oturdular. Keyifleri yoktu. Top olmayınca kimse yüzlerine bakmıyordu. Bir top bulmaları veya almaları şarttı. Karar vermeleri uzun sürmedi: Parayı kendileri kazanacaklardı. Yamuk, “Nasıl?” diye sordu. Takım ruhu masaya üç kere vurdu: “Önünüz bayram, Sirkeci’den maytap, atom, çatapat alırsınız, millete satarsınız…” Fikir hoşlarına gitmişti. Sıra görev taksimine gelince, “Ben parasız hallederim,” dedi Vefa. Devedir filan ama vefalı çocuktur. Bu işleri yapan birisini tanıyormuş, ona borcu varmış. Bedava alır, parasını sonra götürürmüş, vesaire…

Hepsi inandı…

Böylece olay çözüldü. Bayram günü “bayrama gidiyoruz” diye evlerinden çıkıp buluştular. Yalan değildi. Vatan Caddesi lebalep müşteri doluydu. Aralarına dağıldılar. Arada sırada toplanıp paraları saydılar. Top parası çıkar çıkmaz, geri kalan bütün maytapları patlattılar. Takımın adı: Yıldırımspor, formaları beyaz fanilaydı. Deve, “Sonraki bayramda da forma alırız,” dedi. Nasıl olacağını kimse sormadı. Deve Vefa develikten terfi etmiş, gemisini yürüten “Kaptan” olmuştu.

O zamanlar Aksaray’ın tüm ara sokakları ve boş arsaları otomobillere değil, çocuklara aitti. “Boş,” demek fuzuli oldu. Boş olmasaydı arsa denmezdi. İki ağaç dikilmiş olsa park denebilirdi ama çevrede “Lunapark” hariç park yoktu. Orada da çarpışan otomobillerden başka ilgilerini çeken bir şey görmemişlerdi. Onların iyi vakit geçirmek için lazım olan her şeyleri, yani topları vardı. Gelecek bayram formaları da olacaktı. Daha ne isterlerdi?

Takımlar altı kişilik olduğundan, o yaşların az gelişmişliği içinde, her boşluğa kolayca sığıyorlardı. Bir metre kadar arayla duran iki taş parçası “kale” demekti. Kale vardı ama kaleci yoktu. Sahanın iki yanı duvarsa “taç” olmazdı. Top duvara çarpıp oyuna dönerdi. İlk bilardo eğitimini orada almışlardı. Eski pazar yerinde oynarlarsa sahayla birlikte kale de büyüyor, birisi mecburen kaleci oluyordu. En zevksiz mevki olduğundan bu işi aralarında sıraya koymuşlardı. Direkler göz kararı, üç korner bir penaltıydı. Maçlarda hakem olmaz, olmuş olsaydı bile fark etmez, mutlaka kavga çıkardı.

Sezon ilerledikçe başka gelişmeler de yaşandı. Sezonun eğitim-öğretim yılıyla hiçbir ilgisi yoktu. Topçu tayfası beyaz fanilalarıyla dalga geçince öbür bayramı beklemekten vazgeçtiler. Düzgün bir forma edinmek şart olmuştu. Önce renklerini seçtiler; kırmızı-beyaz olacak, herkes kendi başının çaresine bakacaktı. Takım ruhu zedelenebilirdi ama olsun. Faik, “Formaları giyince ruh geri gelir,” dedi. Bu fikir hepsinin aklına yattı. Annesinden öğrenmişti herhalde, okulda böyle bir ders yoktu.

Meşreplerine göre para biriktirmeye başladılar. Kaptan’ın gizli işleri, Goril’in gorillikten ek geliri, Faik’in annesi vardı. Cingöz’ün günlük harçlığı kırk kuruş, otobüs pasosu tek yön on beş kuruştu. Okula giderken otobüse biniyordu. Dönüşte eve kadar koşarsa aynı zamanda antrenman olurdu. Biletçiden kaçarsa on beş kuruş daha kazanırdı. Bunlar babasının duymaması gereken şeylerdi. O yaşlardaki her çocuğun sayılamayacak kadar sırrı vardır. Annesinin pırlantası, aslında topçu haytanın tekiydi ve çok mutluydu. Onun sırrı da buydu.

Maç günü dışarıda kar yağıyordu. Gün boyu sınıfın penceresinden endişeyle bakıp akşam için planlar yapmışlardı. Endişeleri soğuktan değildi. Eve geç kalmak daha korkutucuydu. Dayak cennetten şimdi yola çıksa akşam onlar varmadan evde olurdu. Annesine, “Faik’le ders çalıştık,” diyecekti. Annesi sorsa bile Faik’in annesi onu korurdu. Kanatları hepsini koruyacak kadar geniş ve güvenliydi. Tüm takım aynı fikirdeydi. Gözlerinin önünde koruyucu bir melek belirdi. Hepsi aynı anda “Tövbe estağfurullah,” çektiler. Bu takım ruhu da fazla oluyordu.

Cingöz’ün cingözlüğü unutulmuş, tekrar “Gözlük” olmuştu. Forması gömleğinin içinde, kramponlu ayakkabılar çantasındaydı. Ek iş olarak top diken, kramponlu (!) ayakkabı imal eden bir kunduracıya yaptırmıştı. Yöntemi basit ve ucuzdu. Birkaç ufak meşin parçasını üst üste koyuyor, birer çiviyle (evden gizlice kaçırılan) eski ayakkabıların tabanına çakıyordu. Bu çivilerin uçları ne kadar ezilirse ezilsin, ayakkabıların içine girmesi kaçınılmazdı.

Maçı yaptılar. Bütün maç boyunca kar yağdı. Soğuktu. Hem dondular hem tere battılar. Donlarına kadar ıslandılar. Kim hangi kaleye gol attı, kaç gol atıldı sayamadılar. Göz gözü görmüyordu. Gözlük o hırsla ölesiye koşmuş, ayağına batan çivilerin acısını toptan çıkarmıştı. Saate bakan kimse yoktu. Bayılıncaya kadar koştular. Tam anlamıyla ölesiye bir maçtı… Gözünü açtığında sıcacık bir evdeydi. Aksaray’da, Faik’lerin evinde…

Akşamları top oynadıklarını sadece Faik’in annesi bilirdi. Maç erken biterse, bazen onlara gider, terlerinin soğumasını beklerlerdi. Faik’in annesi onlara sütlü kakao yapardı. Bazen sırf kakao içmek için uğradıkları da oluyordu. O akşam Gözlük yorgunluktan bayılınca Kaptan onu sırtlayıp Faik’lere kadar taşımıştı. Tabii diğerleri de arkalarından. Faik’in annesi hepsi için güvenilir limandı. Sorgusuz sualsiz onları kabul edeceğini bilirlerdi. O gün de öyle olmuştu. Uyandığında kolonyayla bileklerini ovuyordu. Faik çantasından gözlüğünü çıkarmış, başucuna koymuştu. Burnuna sıcacık kakao kokusu geldi. Eve döndüğünde vereceği cevap hazırdı. Yalan da değil; “Faiklerdeydim, çok kar vardı. Annesi ısrar edince kalkamadım…”

O sene maç tamamlanmadan okul tatil oldu. Gene görüşürüz, kulüpte buluşuruz diyerek sarıldılar. Beşlik çaktılar, omuzlarına vurdular, birbirlerine dirsek attılar, yapacak başka bir şey kalmayınca birer birer dönüp gittiler. O sırada bunun son görüşmeleri olduğunu bilemezlerdi. Gözlük”ün babası Ankara’ya tayin olmuştu.

Yıllar sonra yolu Aksaray’a düştüğünde, kapalı pazar yerinin oralarda, tesadüfen Orhan’la karşılaştı, “Yamuk!” diye seslendi, cevap gelmedi. Görmeyen gözlerle bakıyordu. Mahallenin eski bakkalına, köşedeki simitçiye sordu. Orhan uyuşturucuya alışmış, bir-iki yıl sonra okulu bırakmış. Kardeşi çekmiş gitmiş, bir daha görülmemiş. Hasan’ı birileri bıçaklamış. Babası okuldan almış. Faikler İstanbul’dan ayrılmış. Vefa bir mafya işine karışmış, kim vurduya gitmiş, ölmüş. Okuldan başka bir tanıdık yüz görmeye çalıştı. Birisinin onu tanıyıp hepsinin yalan olduğunu söylemesini istiyordu. Yalan da olsa hemen inanacaktı.

Top oynadıkları yerlere gitti. Okulun bahçesine ilave bina çıkılmış. Ortada bahçe kalmayınca futbol yasağı da (otomatikman) kalkmış. İki çocuk kibar kibar basket atıyorlardı. Ara sokaklara girdi çıktı. Ne boş bir arsa ne de top oynayan çocuklar vardı. Bolca araba, insanın üstüne gelen apartmanlar ve yokluk sırasına girmiş ahşap evler arasında dolaştı. Birkaç fotoğraf çekti. Adamın teki sinirle üzerine yürüyüp neden fotoğraf çektiğini sordu. “Çekerim,” dedi, “Burası benim mahallem…” Ortaokul yıllarına döndü: “Pertevniyal,” dedi, “Top oynardık,” diye ekledi. Adam parmağını gözüne sokar gibi bir hareket yapıp gitti.

Okulun etrafında bir tur attı. Bahçeyi çevreleyen yüksek duvarların üstünde, demir parmaklıkların arasına sıkışmış bir top gördü. O da Gözlük’ü gördü. Gözleri ışıldadı. “Burada hapis kaldım,” dedi. Meşin ve el yapımı, usta işi bir toptu. Muhtemelen maçın en heyecanlı yerinde (bir şut), demirlerin arasına girmiş, maç da o anda sona ermişti. Topun sahibi ya oraya çıkamayacak kadar korkaktı ya da çok parası vardı. Aklı olmadığı kesindi!

Aksaray meydanını yeraltı çarşısı yapmak için oymuşlar, sonra üstünü doldurmuşlar. Okulu, Valide Camii, velhasıl özlediği ne varsa çukura gömülmüş. Caminin önündeki açıklığın bir yanı “WC,” öbür yanı işporta pazarı olmuş. Bir taksiye atlayıp Yedikule surlarının dibindeki yeşil sahaya gitti. Şoför bostanları aradığını zannetti, “İleride,” dedi. O parasını uzatıp, “Burası,” dedi. Yani orası olmalıydı. Arazi eğri büğrüydü ama top oynamayı en sevdikleri yerdi. Sur boyunca defalarca gidip gelmesine rağmen orasının neresi olduğunu bilemedi. Sahil yolu genişlemiş, her taraf kazılmıştı. Metro geçecekmiş. Tekrar Aksaray’a döndü. Kulüp binasını bulamadı. Alt kattaki kunduracı, ikinci kattaki anılarla birlikte yok olmuştu. Faiklerin evine yürüdü. Hemen tanıdı. Pencerelere bakıp tanıdık bir yüz görmeye çalıştı, göremedi. Hava soğuk değildi ama yaşlılıktan olacak, içi titredi. Mazide kalan bir anne dokunuşunun rahatlatıcı hissiyle kendine geldi, derin bir nefes aldı. Kakao kokusu bekliyordu, egzoz kokusundan başka şey alamadı. Ne yapacağını bilemeden öylece kalakaldı. Kapı açılsa hemen üçüncü kata çıkacaktı.

Kısa bir tereddüt yaşadı. Gitsem, akşamüstü tekrar gelsem diye düşündü.

Gitti ve bir daha geri dönmedi.

İlhan GÜNAY

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu