Korku Hikayesi Hayaletin Laneti 10. Bölüm “Kız Tükürüğü”
Hikaye Oku: Hiç duraksamadan, mumu söndürerek mahzeni karanlığa gömdükten sonra, asayı kaptığım gibi yeraltı mezarlarına açılan kapıya doğru koşmaya başladım.
Arkamda korkunç bir kargaşa vardı: bağırışlar , çığlıklar ve debelenme sesleri… Arkama bakınca, bir başka nöbetçiyi elinde meşaleyle mahzene girerken gördüm. En uzak duvardaki kapıya koşarken şarap fıçılarının arasına dalarak benimle arkamdaki ışık arasında kalmalarını sağladım.
Hayaleti ve Alice’i bırakıp gittiğim için kendimi çok kötü hissediyordum. Buraya kadar gelip onları kurtaramamış olmak beni kahrediyordu. Sadece, kargaşa esnasında dışarı çıkmayı başarmış olduklarını umuyordum. Her ikisi de karanlıkta çok iyi görebilirdi ve eğer ben yeraltı mezarlarına açılan kapıyı bulabildiysem, onlar da bulabilirdi. Tutsaklardan bazılarının benimle birlikte nöbetçilerden kaçarak mahzenin karanlık köşelerine doğru ilerlediğini hissedebiliyordum. Birkaçı benim önümdeydi. Belki de ustamla Alice aralarındaydı, ama seslenip nöbetçileri alarma geçirmek istemiyordum. Şarap raflarının arasında ilerlerken, az ileride, yeraltı mezarlarına açılan kapının açılıp hemen kapandığını görür gibi oldum, ama emin olamayacağım kadar karanlıktı.
Birkaç saniye sonra ben de kapıdan geçtim. Kapıyı arkamdan kapar kapamaz kendimi öyle bir karanlığın içinde buldum ki burnumun ucunu bile göremiyordum. Orada, basamakların başında umutsuzca gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim.
Basamakları görür görmez dikkatlice aşağı inip tünel boyunca hızla ilerledim. Eninde sonunda birilerinin kapıyı kontrol edeceğini biliyordum. Alice ve Hayalet’in hemen arkamda olabileceğini düşünerek kapıyı kilitlememiştim.
Genellikle karanlıkta iyi görürüm, ama sanki yeraltı mezarlarında etraf giderek daha da kararıyor gibiydi. Cebimden çıra kutusunu çıkardım. Eğilip taşın üstüne biraz çıra döktüm. Vakit kaybetmeden taş ve metali kullanarak bir kıvılcım elde ettim. Birkaç saniye sonra mumu yakabilmiştim.
Mum ışığıyla çok daha hızlı ilerleyebiliyordum, ama attığım her adımda hava soğuyordu ve az ileride, duvarın üstünde bazı tekinsiz kıpırtılar gördüm. Yine beyaz, parlak şekillerin, gölgelerin arasında dolaştığını görebiliyordum, ama bu kez sayıca çok daha fazlaydılar . Ölüler toplanıyordu. Tünellerin arasından bir önceki geçişim onları rahatsız etmişti.
Durdum. O da neydi? Uzakta bir yerde, bir köpek uluması duydum. Kalbim hızla
çarpıyordu. Gerçek bir köpek miydi, yoksa Zehir olabilir miydi? Andrew, keskin dişleri olan iri, siyah bir köpekten bahsetmişti. Aslında Zehir olan iri bir köpek. Kendi kendime bu duyduğumun gerçek bir köpek olduğunu söylüyordum, bir şekilde yeraltı mezarlarına giren bir köpek. Eğer bunu bir kedi yapabildiyse, bir köpek de pekâlâ yapabilirdi.
Uluma yine duyuldu ve bu kez tünelin duvarlarında uzun bir süre yankılandı. Önümde miydi, yoksa arkamda mı? Bu tünelde miydi, yoksa bir başkasında mı? Bunu kestirebilmek imkânsızdı. Ama Sorgulayıcı ve adamları peşimdeyken kapıya doğru ilerlemekten başka çarem yoktu.
Hızla ilerlemeye devam ettim. Soğuktan titrerken, ezilmiş kediye basmamaya çalışarak yanından geçip çatallanan tünellerin birleştiği yere geldim. Köşeyi döner dönmez Gümüş Kapı tam karşımdaydı. İşte orada duraksadım, dizlerim titremeye başlamıştı, ilerlemekten korkuyordum. İleride, mum alevinin ötesindeki karanlıkta, biri beni bekliyordu. Gölgelerin arasında, sırtını duvara vermiş bir şekilde oturup, başını öne eğmiş bir silüet vardı. Kaçan tutsaklardan biri olabilir miydi? Benden önce kapıdan geçenlerden biri?
Geri dönemezdim, bu yüzden öne doğru birkaç adım atıp mumu havaya kaldırdım. Sakallı bir yüz bana bakıyordu.
“Nerede kaldın?” diye seslendi tanıdık bir ses. “Beş dakikadır burada bekliyorum!”
Konuşan Hayalet’ti, yaşıyordu ve iyi görünüyordu! Öne atıldım, kaçabilmiş olduğu için rahatlamıştım. Sol gözü morarmış, dudakları şişmişti. Dayak yemiş olduğu çok açıktı.
“İyi misiniz?” diye sordum, endişeli bir şekilde.
“Evet evlat. Nefeslenmem için bana birkaç dakika verirsen çok daha iyi olacağım. Şu kapıyı aç da yola çıkalım.”
“Alice sizinle miydi?” diye sordum. “Aynı hücrede miydiniz?”
“Hayır evlat. Onu unutsan iyi olur . Bize sorundan başka bir şey getirmez ve şu anda ona yardım etmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.” Sesi acımasız ve sertti. “Başına gelenleri hak ediyor.”
“Yakılmayı mı?” diye sordum. “Cadıların yakılmasını asla tasvip etmezdiniz. Cadıları bir yana bırakın, bu genç bir kız, üstelik onun suçsuz olduğunu Andrew’a kendiniz söylediniz.”
Şaşkına dönmüştüm. Alice’e asla güvenmemişti, ama onun hakkında bu şekilde konuştuğunu duymak –özellikle de böylesine korkunç bir sonla kendisi de yüz yüze geldikten sonra– bana acı veriyordu. Peki ya Meg? Her zaman bu kadar soğuk ve katı yürekli olmamıştı…
“İyilik aşkına evlat, rüya mı görüyorsun yoksa, kendinde misin sen?” diye üsteledi Hayalet, sesinde kızgınlık ve sabırsızlık vardı. “Hadi, kendine gel artık! Anahtarı çıkar ve şu kapıyı aç!”
Duraksadığımı görünce elini uzattı. “Asamı ver evlat. O nemli hücrede çok uzun süre kaldım ve bu gece yaşlı kemiklerim ağrıyor…”
Tam ona uzattığım asayı kavramak üzereyken dehşet içinde geriledim.
Bunun sebebi yalnızca yüzüme çarpan sıcak, pis kokan nefesi değildi. Asayı almak için sağ elini uzatmıştı! Sağ elini… Sol elini değil! Karşımdaki, Hayalet değildi! Bu, benim ustam değildi!
Olduğum yere mıhlanmış şekilde ona bakarken eli yana düştü ve tıpkı bir yılan gibi parke taşlarının üzerinde kıvrılarak bana doğru ilerlemeye başladı. Yerimden kımıldayamadan kolu yerde sürünüp uzayarak normal boyutunun iki katına çıktı ve eliyle ayak bileğimi yakalayıp sıkıca kavradı. İlk tepkim ayağımı çekip kurtarmaya çalışmak oldu, ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Hiç hareket etmeden, öylece durdum.
Dikkatimi toplamaya çalıştım. Asayı kavrayıp korkumu dizginlemeye çalışırken nefes alıp veriyordum. Dehşete düşmüştüm, ama her ne kadar vücudum hareket etmiyorsa da aklım çalışmaya devam ediyordu. Bunun tek bir açıklaması vardı ve bunu düşünmek bile korkuyla ürpermeme neden oluyordu: Zehir’le karşı karşıyaydım!
Odaklanmaya çabalayarak önümdeki şeyi dikkatle inceledim. Bana yardımcı olabilecek her ayrıntıyı görmeye çalışıyordum. Hayalet’e çok benziyordu ve sesi de onun sesi gibiydi. Yılan gibi kıvrılan eli olmasa aradaki fark anlaşılmazdı.
Birkaç saniye daha baktıktan sonra, kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Bu, Hayalet’in öğrettiği bir hileydi: En büyük korkularımızla yüz yüze geldiğimizde yoğunlaşıp tüm duygularımızdan arınmaya çalışmalıydık.
“Bu her zaman işe yarar evlat!” demişti bana bir keresinde. “Karanlık korkuyla beslenir ve eğer zihnin açık, miden de boşsa daha başlamadan savaşın yarısını kazanmışsın demektir.”
İşe yarıyordu. Vücudum artık titremiyor , kendimi çok daha sakin, neredeyse rahatlamış hissediyordum.
Zehir ayak bileğimi bıraktı ve el de sürünerek yanına döndü. Yaratık ayağa kalkıp bana doğru bir adım attı. Adım atarken tuhaf bir ses duydum. Duymayı beklediğim bot seslerinden çok, taş kaldırımları iri pençeler çiziyormuş gibi bir ses çıkıyordu. Zehir’in hareketleri havanın düzenini de bozduğundan mum dalgalanıyor ve Hayalet’in Gümüş Kapı’ya vuran yansıması bozuluyordu.
Hızla diz çöküp mumla asayı yere, tam aramıza koydum. Birkaç saniye içinde tekrar ayağa kalkmış, arka ceplerimden bir avuç tuzla bir avuç demir çıkarmıştım.
“Boşa harcıyorsun vaktini, evet boşa,” dedi Zehir , sesi artık Hayalet’inkine benzemiyordu. Kulak tırmalayıcı ve derin sesi yeraltı mezarlarını çevreleyen kayalarda yankılanıyor , beni tepeden tırnağa titretiyordu. “Bunun gibi eski oyunlara gelmem. Uzun yaşadım, evet, bundan zarar görmeyecek kadar uzun! Ustan, Yaşlı Kemik, bir zamanlar bunu denedi ama onun için iyi olmadı. Hem de hiç iyi olmadı.”
Duraksadım, ama yalnızca bir an için. Yalan söylüyor olabilirdi; her şeyi denemeye değerdi. Tam o anda, demir tozlarının arasındaki bir şeyi hissettim. Bu, Gümüş Kapı’nın küçük anahtarıydı. Onu kaybetmeyi göze alamazdım.
“Ahhh… ihtiyacım olan şey, sende,” dedi Zehir, sinsice gülümseyerek.
Aklımı mı okumuştu? Yoksa sadece yüz ifademden mi anlamış ya da tahmin etmişti? Nasıl olduğu önemli değildi, çok şey biliyordu.
“Bak,” dedi, yüzünde şeytani bir ifade vardı, “eğer şu Yaşlı Kemik benimle başa çıkamadıysa, senin ne şansın olabilir ki? Hiç şansın yok! Buraya gelecekler , aşağıya ve seni arayacaklar . Nöbetçileri duymuyor musun? Yanacaksın! Diğerleriyle birlikte yanacaksın! Bu kapıdan başka çıkış yok. Çıkış yok, görmüyor musun? Çok geç olmadan anahtarı kullan!”
Zehir kenara çekilmiş, sırtını tünelin duvarına vermişti. Tam olarak ne istediğini biliyordum: Benimle birlikte kapıdan çıkmak, özgür olmak, eyaletin istediği yerinde kötülüklerine devam edebilmek. Hayalet’in ne söyleyeceğini biliyordum; benden ne bekleyeceğini. Zehir’in yeraltı mezarlarında tutsak kalmasını sağlamak benim görevimdi. Bu, benim yaşamımdan bile daha önemliydi.
“Aptal olma!” diye tısladı Zehir, bir kez daha; sesi Hayalet’inkinden çok daha şiddetli ve kulak tırmalayıcıydı. “Beni dinlersen serbest kalırsın! Ve ödüllendirilirsin. Büyük bir ödül. Yaşlı Kemik’e önerdiğim ödülün aynısı, ama o beni dinlememişti. Ve bak bu onu ne duruma düşürdü? Söylesene! Yarın yargılanacak ve suçlu bulunacak. Bir sonraki gün de yakılacak.”
“Hayır!” dedim. “Bunu yapamam.”
Bunu duyunca Zehir’in yüzü öfkeyle doldu. Hayalet’e benziyordu ama çok iyi tanıdığım o çehre kötülükle bozulmuş, değişmişti. Bana doğru bir adım daha atıp yumruğunu havaya kaldırdı. Bu yalnızca mum ışığının bir oyunu olabilirdi ama sanki yaratık büyüyor gibi görünüyordu. Ve başımla omuzlarımdan bastırmaya başlayan görünmez bir ağırlık hissediyordum. Dizlerimin üzerine çökerken taş kaldırıma yapışmış kediyi düşündüm ve beni de aynı kaderin beklediğini fark ettim. Nefes almaya çalıştım, fakat yapamadım ve paniğe kapıldım. Nefes alamıyordum! Her şey buraya kadardı!
Mum ışığı, gözlerime çöken karanlıkta kayboldu. Umutsuzca konuşmaya, merhamet dilemeye çalıştım, ama Gümüş Kapı’yı açmadığım sürece merhamet gösterilmeyeceğini biliyordum. Ne düşünmüştüm ki? Birkaç aylık eğitimle Zehir kadar kötü ve güçlü bir yaratığa karşı kendimi savunacağıma inanarak ne büyük aptallık etmiştim! Ölüyordum; buna emindim. Yeraltı mezarlarında, bir başıma… Ve hepsinden kötüsü de korkunç bir başarısızlığa uğramıştım. Ne ustamı ne de Alice’i kurtarabilmiştim.
Tam o anda uzaktan gelen bir ses duydum; kaldırım taşlarına vuran bir ayakkabı sesiydi bu. Söylediklerine göre ölürken en son kaybedilen duyu işitmeymiş. Ve bir an için duyduğum bu sesin, hayatta duyduğum son ses olduğunu düşündüm. Ama sonra vücudumu bastıran o görünmez ağırlık yavaşça kalktı. Görüşüm açıldı ve yeniden nefes alabiliyordum. Zehir’in başını çevirip tünelin kıvrıldığı yere baktığını gördüm. Aynı sesi Zehir de duymuştu!
Ses yeniden duyuldu. Bu kez hiç şüphe yoktu. Ayak sesleri… Birisi geliyordu!