Korku Hikayesi: “HALPİN FRAYSER’IN ÖLÜMÜ” 4. Bölüm
Ilık, berrak bir geceyi, her tarafı kaplayan sisli bir sabah izlemişti. Bir önceki gün, akşam üstüne doğru hafif buğulu bir esintinin, atmosferdeki bir parça yoğunlaşmanın, hafif bir bulutlanmanın, St. Helena Dağı’nın batı yamacında, doruğunun kıraç çevresinde asılı durduğu gözlemlenebilirdi. Öylesine ince, öylesine şeffaf, öylesine gerçek sanılan bir rüya gibiydi ki, insanın, “Çabuk bak! Hemen kaybolacak,” diyesi gelebilirdi.
Bu sis, bir anda gözle görülür ölçüde büyüyüp yoğunlaşmıştı. Bir ucuyla dağa tutunurken diğeriyle de aşağılarda bayırların üzerini kaplayan hava tabakasına giderek daha çok yayılıyor, aynı zamanda hem kuzeye hem de güneye doğru genişliyor, dağın hep aynı yerinden çıkıyormuşa benzeyen ve emilmeyi amaçlayan sis öbekçikleriyle birleşiyordu. Böylece, dağın zirvesi vadiden görünmez oldu; vadinin üstü de her tarafa uzanan, opak, gri bir gökyüzüyle kaplanana kadar büyüdükçe büyüdü. Vadinin başlangıcında, dağın eteklerindeki Calistoga’da yıldızsız bir gece ve güneşsiz bir gündüz vardı. Vadiye çöken sis, on kilometre ötedeki St. Helena kasabasının atmosferini kirletene kadar yoldaki çiftlikleri tek tek yutarak güneye kadar uzanmıştı. Yoldaki tozlar yere çökmüş; ağaçlar rutubetten ıslanmıştı; kuşlar yuvalarında sessizce büzülmüş oturuyorlardı; solgun berbat bir güneş ışığı ne sıcaktı ne de renkli.
İki adam, St. Helena kasabasını, şafağın ilk ışığıyla terk edip vadiden kuzeye doğru çıkarak Calistoga’ya giden yol boyunca yürüdüler. Omuzlarında silah taşıyor olsalar da, böyle işlerden anlayan hiç kimse onları kuş ya da başka hayvan peşindeki avcılar sanmazdı. Adları sırasıyla Holker ve Jaralson olan Napa’lı bir şerif yardımcısı ile San Francisco’lu bir dedektif. İşleri insan avlamaktı.
“Ne kadar kaldı?” diye sordu Holker, ikisi yan yana hızlı adımlarla yürüyüp ayakları yolun nemli yüzeyinin altındaki beyaz tozu kaldırırken.
“Beyaz Kilise’ye mi? Sadece yarım mil var,” diye cevap verdi diğeri. “Bu arada,” diye ekledi, “artık orası ne beyaz renk ne de kilise. Sadece eskilikten ve bakımsızlıktan grileşmiş, terk edilmiş bir okul. Eskiden, beyazken, dini törenler yapılırmış… bir de şairlerin bayılacağı türden bir mezarlığı var. Seni neden ‘silahını kap gel’ diye çağırdığımı tahmin edebildin mi?”
“Bilirsin, bu tip şeylerle canını sıkmam hiç. Zamanı geldiğinde yeterince dilin açılır, ama kafadan bir tahmin sallamamı istersen, ‘mezarlıktaki cesetlerden birini tutuklamamı istiyorsun herhalde’ derim.”
“Branscom’u hatırlıyor musun?” dedi Jaralson, yol arkadaşının yaptığı espriye hak
ettiği ilgisizliği göstererek.
“Karısının gırtlağını kesen adamı mı? Bilmez miyim? Bir hafta kaybettim onun uğruna, masraflarım da cabası. Başına beş yüz dolarlık ödül konmuştu, ama hiçbirimiz izine rastlayamadık. Yani demek istediğin…”
“Aynen öyle. Bütün bu zamandır burnunuzun dibindeydi. Geceleri Beyaz Kilise’nin oradaki eski mezarlığa geliyor.”
“Vay canına! Karısını oraya gömmüşlerdi.”
“Eeee, bir gün kadının mezarına döneceğinden şüphelenecek kadar sağduyu sahibi
olabilirdiniz.”
“İnsanların döneceğini umduğu en son yere.”
“Zaten her yeri arayıp bitirmiştiniz. Oralarda başarılı olamadığınızı duyunca, ben de
burada pusuya yattım.”
“Ve buldun ha?”
“Lanet olsun! O BENİ buldu. Serseri kokumu almış -beni bir güzel yakalayıp, kovaladı. Tanrı’ya şükür ki işimi bitirmeye yeltenmedi. Adam çok iyi, ama eğer paraya ihtiyacın varsa o ödülün yarısı da bana yeter.”
Holker neşeyle gülüp borçlandığı kişilerin her zamankinden daha ısrarcı olduklarını
açıkladı.
“Sana sadece yeri göstermek istiyorum, sonra beraber bir plan yapanz,” dedi dedektif. “Gündüzleri bile silahlı olsak iyi olur.”
“Adam kaçık olmalı,” dedi şerif yardımcısı.
“Ödül, yakalanıp hüküm giymesi durumunda verilecek. Eğer deliyse hüküm giymez.”
Adaletin yerini bulmama olasılığı Bay Holker’ı o kadar derinden etkiledi ki yolun ortasında kalakaldı, sonra sönmüş bir şevkle yürümeyi sürdürdü.
“Öyle görünüyor,” diye onayladı Jaralson. “İtiraf etmeliyim ki dilencilerin eski ve onurlu tarikatına mensup olmayan, gördüğüm en traşsız, en dağılmış, en derbeder serseri, ama hoşlandım ondan, bırakıp gitsem mi karar veremiyorum. Ne olursa olsun bu şerefli bir İş. Ay Dağları’nın bu yanında olduğunu bizden başka bilen yok.”
‘Tamam o zaman,” dedi Holker, “gidip çevreyi bir kolaçan ederiz.” Ardından bir zamanlar mezar taşlarının favori yazıtlarından olan şu lafları ekledi: “’kısa bir süre uzanırsın orada’ yani eğer yaşlı Branscom senden ve davetsiz misafirliğinden sıkılırsa. Bu arada, geçen gün Branscom gerçek adı değilmiş diye duydum.”
“Neymiş gerçek adı?”
“Hatırlayamıyorum. Serseriye bütün ilgimi kaybettiğim için aklımda kalmadı; Pardee gibi bir şeydi. Boğazını kesme zevksizliğini gösterdiği kadın, onunla tanıştığında dulmuş. Kaliforniya’ya bazı akrabalarını aramak için gelmiş, arada bir böylelerine de rastlanıyor. Ama sen zaten bunları biliyorsun.”
“Doğal olarak.”
“Ama asıl adını bilmeden, hangi talihli önseziyle mezarı buldun? Gerçek adını söyleyen adam, mezar taşına da aynı isim yazıldı diyordu.”
“Hangisinin yazıldığım bilmiyorum.” Jaralson, planın bu kadar önemli bir noktasını es geçmekteki dikkatsizliğini itiraf etmekte belli ki tereddüt ediyordu. “Genel mekânı gözledim. Bu sabahki işin bir parçası da o mezarı belirlemek. İşte Beyaz Kilise.”
Epeyce bir süre yolun iki yanında uzanan tarlalardan geçmişlerdi, ama şimdi sol tarafta, sisten ötürü sadece alt kısımlarının, onların da ancak bulanık ve buğulu bir şekilde görülebildiği meşelerden, kocayemişlerden ve devasa ladinlerden oluşan bir orman vardı. Bitki örtüsü sıkıydı, ama hiçbir yeri aşılamaz değildi. Holker uzun bir süre binayı göremedi, ama ormanlık alana girdiklerinde, devasa ve uzaklarda gibi görünen, sisin içinde donuk, gri çizgileri belirdi. Birkaç adım sonra az ilerilerinde, apaçık, rutubetten kapkara ve pek de heybetli olmayan cüssesiyle karşılarında duruyordu. Sıradan bir taşra okulu yapısına sahipti; taştan zemini, yosun tutmuş çatısı, camlarıyla çerçeveleri uzun zaman önce dökülmüş pencere boşluklarıyla üst üste kutular tarzı mimari bir akımın bir örneğiydi. Harap olmuştu, ama harabe değildi; yurtdışında turistik rehberlerde yazan “geçmişin anıtları” türünden, Kaliforniya’ya özgü tipik bir örnekti. Bu ilginç olmayan yapıya, göz ucuyla şöyle bir bakan Jaralson, hemen önündeki, sular damlayan bitki örtüsüne daldı.
“Sana beni nerde yakaladığını göstereyim,” dedi. “İşte burası mezarlık.”
Çalıların arasında orada burada, içlerinde sayılan bazen biri geçmeyen mezarların bulunduğu çitle çevrili yerler vardı. Başlarıyla ayak uçlanndaki akla gelebilecek her açıyla bükülmüş, kimisi yere kapaklanıp rengi atmış taşlar ve çürüyen tahtalardan; kendilerini çevreleyen yıkık dökük kazık çitlerden; ender olarak da düşmüş yaprakların arasından üstünde çakıllar görülen tümsekten mezar oldukları anlaşılıyordu. Çoğu kereler, arkada “gözü yaşlı büyük bir arkadaş çevresini” bir başına bırakmış ve karşılığında da bir başına kalmış, zavallı ölümlülerin nerede yattıklarına dair, topraktaki bir çöküntüden başka hiçbir iz bulunmamaktaydı. Patikalar, eğer eskiden varsa bile, uzun zaman önce yok olmuştu; mezarlarda yetişmelerine izin verilmiş kocaman ağaçların kökleri ve dalları, mezarı çevreleyen çitler tarafından yana ittirilmişti. Her yer unutulmuş ölüler köyünden başka hiçbir yere daha uygun, daha anlamlı gelmeyen bir terk edilmişlik ve çürümüşlük havasıyla kaplıydı.
Jaralson’un önderliğinde iki adam, körpe ağaçlann arasından ite ite kendilerine yol açarken, bu girişimci aniden durup çiftesini göğsüne doğru kaldırdı, kısık sesle uyarmak için mırıldandı ve gözlerini uzaktaki bir şeye dikip kımıldamadan durdu. Görüş açısı çalılarla kapanan yol arkadaşı ise hiçbir şey göremiyor olmasına rağmen elinden geldiğince bu duruşu taklit edip, takip edebileceği olaylara karşı tetikte durdu. Bir an sonra Jaralson, temkinle ilerledi, diğeri de onu izledi.
Kocaman bir ladinin dallarının altında birinin ölü bedeni yatıyordu. Başında sessizce durup, göze ilk çarpan ayrıntılara dikkatle baktılar; yüzüne, duruşuna, kıyafetine, acıma dolu bir merakın dile getirilmeyen sorularını çabucak, doğrudan en çok ne açıklayabiliyorsa ona.
Bedeni, bacakları birbirinden ayrık, sır tüstü uzanmıştı. Kolların biri yukarı, diğeri yana düşmüştü; ama İkincisi dar bir açıyla bükülmüştü ve eli boğazının yakınında duruyordu. Her iki eli de sımsıkı kenetlenmişti. Bütün duruşu, canla başla, ama etkisiz kalan bir direnişe işaret ediyordu; ama neye?
Yakınında, yerde, bir çifte ile kumaşının deliklerinden avlanmış kuşların tüylerinin göründüğü bir torba uzanıyordu. Her taraf şiddetli bir boğuşmanın kanıtlarıyla doluydu; zehirli sumak tomurcukları kırılmış, yaprakları dökülüp kabukları soyulmuştu; çürümekte olan yapraklar bacaklarının her iki yanında yığınlar ve tümsekler oluşturuyordu; ayrıca bu iki bacaktakinden başka ayaklarla itlirildiği belli olan yapraklar toplanmıştı; kalçasının yanında dizinin bıraktığı su götürmeyen izler vardı.
Ölü adamın boğazıyla yüzü, bir boğuşmanın yaşandığını apaçık ortaya koyuyordu: Göğüslerle eller beyazken, bunlar morarmıştı; neredeyse siyaha kaçan bir mor. Omuzlar alçak bir tümseğin üzerinde uzanıyordu ve kafa, geriye doğru normalde imkânsız olan bir açıyla dönmüştü, faltaşı gibi açılmış gözler, ayakların tersi yönde boş boş bakıyorlardı. İçi köpüklerle dolu açık ağzının içinden siyah, şişmiş dili fırlamıştı. Boğazın üstünde korkunç yaralar vardı; sadece parmağın izleri değildi. Direnecek gücü kalmayan ete kendilerini gömüp, korkunç kavrayışlarını ölümden sonra uzun bir süre daha muhafaza eden İki güçlü elin açtığı yaralarla yırtılmalar da. Göğüs, boyun ve surat, ıslaktı; giysiler sırılsıklamdı; saçıyla sakalı, sisin yoğunlaşıp oluşturduğu su damlalarıyla doluydu. İki adam, bütün bunları tek kelime etmeden, nerdeyse bir bakışta fark ettiler. Sonra Holker şöyle dedi:
“Zavallı herifin canına okumuşlar.”
Jaralson, iki eliyle birden tuttuğu horozu çekik tüfeğiyle parmağı tetikte, ormana ihtiyatla bakıyordu.
“Bir manyağın işi,” dedi, etraflarını çevreleyen ağaçlardan gözlerini ayırmadan. “Bunu yapan Branscom-Pardee.”
Toprağın üstündeki dağınık yaprakların altında yarı saklı duran bir şey Holker’in dikkatini çekti. Bu, kırmızı deri bir cüzdandı. Yerden alıp açtı. İçinde not almak için kullanılmak üzere beyaz yapraklı bir defteri vardı ve ilk yaprağın üstünde “Halpin Frayser” yazılıydı. Bunu takip eden birkaç sayfanın üzerinde kırmızıyla yazılmış, sanki telaş içindeymiş gibi karalanmış olduğundan neredeyse okunamayan, aşağıdaki satırlar yer almaktaydı. Arkadaşı, dar dünyalarının loş grilikteki sınırlarını gözleriyle tarayıp, ağırlaşmış dallardan düşen her su damlasında evham verici bir şeyler bulurken, Holker yüksek sesle okudu:
“Durdum, garip bir büyünün etkisi altında
Efsunlu bir ormanın loş aydınlığında
Şu selvinin dalları mersininkine dolanmış
Uğursuz bir ittifak yaptıkları anlamında
“Karamsar söğüt fısıldadı porsuk ağacına
Dibinde güzelavratotu ve sedefotuna
Herdem tazelerin kendi ördükleri tuhaf
Kasvetle büyüyor tiksinç ısırganotları boyuna
“Ne bir kuş sesi ne de bir arı vızıltısı
Ne de havanın yaprakları kaldıran esintisi
Her yanda hava durgun ve Sessizlik
Ağaçların arasında soluyan bir yaşam kırıntısı
“Fesat ruhlar fisıldaşıyor karanlıkta
Pek duyulmuyor telaşsız fısıltıları mezarlıkta
Bütün ağaçlar kandan sırılsıklam; yapraklar
Parıldıyor al buğularla büyülü ışıkta
“Haykırdım! Bozulmadı büyü yine de
Etkisi altında ruhum, irademle birlikte
Ruhsuz, yüreksiz, ümitsiz ve tek başıma
Boğuştum şeytani bir şeyin zalimliğiyle ben de
“En sonunda görünmeyen… ”
Holker okumayı bıraktı, okuyacak bir şey kalmamıştı çünkü. Yazı, satırın ortasında kesiliyordu.
“Bayne gibi geliyor kulağa,” dedi kendi çapında eğitimli bir adam olan Jaralson. İhtiyatı elden bırakmış, yerdeki cesede bakıyordu tepesinde dikilerek.
“Kim bu Bayne?” diye sordu Holker öylesine.
“Myron Bayne, ülkenin kurulduğu yıllarda, neredeyse yüzyıl önce ün kazanmış biri. Oldukça kederli şeyler yazardı; bende toplu eserleri var. Bu şiir aralarında yok, ama herhalde yanlışlıkla unutulmuş.”
“Hava soğudu,” dedi Holker, “gidelim buradan, Napa’dan bir soruşturma görevlisi çağırmalıyız.”
Jaralson bir şey söylemeden onayladı. Ölü adamın başıyla omuzlarının altındaki küçük toprak yükseltisinin kenarından geçerken ayağı, çürüyen yaprakların altındaki sert bir nesneye çarpınca zahmet edip bu nesneyi görülebilecek bir yere itti. Bu, tahtadan, devrilmiş bir mezartaşıydı ve üzerinde, zar zor okunabilen kelimelerle “Catherine Larue” yazıyordu.
“Larue, Larue!” diye haykırdı Holker ani bir heyecanla. “İşte Branscom’un gerçek adı bu; Pardee değil. Oh be! Bak nasıl da aklıma geliyor her şey, öldürülen kadının adı da Frayser’mış eskiden!”
“Bu işte yaramaz bir sır gizli,” dedi Dedektif Jaralson. “Nefret ederim böyle şeylerden.”
Sonra sislerin arasından, sanki çok uzaklardan gelen, içinde geceleri uluyan bir sırtlanınkinden daha fazla neşe barındırmayan, kısık, kasıtlı, ruhsuz bir kahkaha çalındı kulaklarına; ta ki dar görüş açılarının hemen sınırındaymış gibi gelene dek adım adım usulcana yükselen, netleşen, gittikçe daha belirginleşip, insanın yüreğine daha büyük korku salan bir kahkaha; bu zorlu insan avcılarını bile tarifi mümkün olmayan bir dehşetle doldurmaya yetecek kadar anormal, insanlıktan uzak, şeytani bir kahkaha! Silahlarını kıpırdatmak akıllarına bile gelmedi; o korkunç sesin yarattığı tehdit, silahlarla başa çıkılabilecek türden değildi. Neredeyse kulaklarının dibinde hissettikleri haykırış, doruk noktasına ulaştıktan sonra ormanın derinliklerine çekildi, ta ki neşesiz ve mekanik bir biçimde teker teker sönen notaları ölçüsüz bir sessizliğe gömülene dek.
AMBROSE BIERCE
SON
Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ
Hikayenin 4. Bölümü İçin TIKLAYINIZ