Kahramanlık HikayeleriTarihten Hikayeler

Gerçek Bir Kahramanlık Hikayesi Fedai Osmancık Taburu II. Bölüm

Gerçek Bir Kahramanlık Hikayesi Fedai Osmancık Taburu II. Bölüm

Şehit Yedek Subay Semih Kimdir?

Semih hatıralarına şöyle başlamıştı. “Babam, ben pek küçük iken ölmüş. Onu hayal meyal hatırlıyorum. Daha doğrusu onu, evimizin büyük salonunun duvarına asılmış resminden tanıyorum. Ailemiz zengin olduğundan babamın ölümü bize fukaralık yüzü göstermedi. Eren köy taraflarında büyük bir köşkümüz vardı. Köşkün büyük bahçesindeki yeşil çamların serin gölgeleri altında ne tatlı oyunlar oynardım. Beni sokağa bırakmadıkları için hemen hemen her zaman yalnız başıma oynuyordum. Yalnız arada bir komşu köylerden misafir geldiği zaman onlarla birlikte getirilen akran çocuklarla oynardım. Bu çocuklardan bir tanesi ile pek iyi anlaşırdık. Fakat ne yazık ki bu çocuk, bir erkek değildi. Tatlı kumral saçlı ufak bir kız çocuğu idi. Benden iki yaş da küçüktü. Ben ondan, o benden çok hoşlanırdı. İsmi Semra olan bu kız şimdi benim nişanlımdır.

Hemen nişanlıma geçtiğim için doğrusu kendimden utanıyorum. Burası ateş ve ölüm diyarıdır. Burada aşk, uzak bir hatıradan başka bir şey değildir. Hem benim başımdan geçenler bu kadar kısa değildir. On dokuz yaşında nişanlandım. Şimdi yirmi yaşındayım. Demek ki nişanlandığımdan bu yana  bir sene olmuş. Benim kaydetmek istediğim hatıralar nişanlanmadan evvel ve nişanlandıktan sonraki hayatımdır. Zaten ben bu hatıra defterine bunları yazmak için başladım. Nişanlım için ancak bir iki satır ayırabilirim. O da zamanı gelince ve bir sebep olunca.

Şimdi tekrar çocukluk devresinden başlıyorum.

Babam öldükten sonra, annem bir daha evlenmedi. Ben’den üç yaş küçük olan kız kardeşimle beni bağrına bastı. Hayatını bize verdi. Geçim sıkıntısı çekmediğimiz için oldukça rahat bir hayat geçiriyorduk.

Ben hakikaten bir muhallebici çocuğu olarak büyütüldüm. Bir Arap dadım vardı. Tatlı şiveli bu Arap dadı simsiyah yüzlü bir zenci kadını idi. Çok iyi kalpli idi. Ne de güzel masallar bilirdi. Ben ona küçükten alıştığım için, yüzünün siyahlığını yadırgamaz ve korkmazdım; İsmi:

Şataret dadı, idi. Şimdi anlıyorum ki Arap ile zenci başka imiş. Ben Arap deyince hep kara insanlar tahayyül ederdim. Halbuki Arap başka, zenci, başka imiş. Bunu buralara gelince öğrendim. Araplar da bizim gibi beyaz insanlar, Arabistan, Mısır ve şimalî Afrika da yaşayan Arapların hepsi beyaz. Yani bunlar Araplar. Siyah yüzlü zenciler ise Afrika da yaşıyorlar.

Bizim Şataret dadı da zenci idi. Yani Ak Arap değildi. Bu Ak Araplarla kara Araplar arasında bir düşmanlık olduğunu da büyüdükçe anlamaya başladım. Çünkü Ak Araplar, Afrika içlerine akınlar ederek veya ticaret maksadı ile girerek zencilerin çocuklarını çalıyorlar, sonra bu zavallı yavruları başka yerlere para ile satıyorlardı. Bu zavallılar büyüdükleri yerin âdetlerini, dillerini öğreniyorlar, kendi benliklerini unutuyorlardı. Çünkü onlar, pek küçük yaşta kaçırıldıkları için anne, babalarını, hattâ doğdukları yerleri bile hatırlayamıyorlardı. Fakat ne de olsa vatan…0nlar da arada sırada mübhem de olsa doğdukları yerleri, kendilerin de bir ana, babaları olduklarını acı acı düşünüyorlardı.

Şatarak dadı da zaman zaman böyle dertlenir, tenha ve kimsenin göremeyeceği bir köşeye çekilerek ağlardı. Şataret dadıyı böyle ağlarken kaç defa görmüş ve boynuna sarılarak:

– Benim güzel dadıcığım neden ağlıyorsun? diye sormuştum.

Şataret dadı pek güzel masallar bilirdi. Zaten ben onun masallarını dinleye dinleye uyurdum. Fakat bu masalların hiç bir zaman sonunu öğrenmek mümkün olmazdı. Çünkü masalın tam ortasında uyuya kalırdım. Yalnız bir masalda uyumazdım. Çünkü bu, masal değildi. Şataret dadının hayat macerası idi. O, birkaç defa bana nasıl kaçırıldığını anlatmıştı. Ne de içli anlatırdı. Anlatırken arada bir durur, dalıp giderdi. Bazen ağlamaya başlardı. Ben onun bu acıklı halini içim kanayarak seyreder, hiçbir şey sormazdım. Benim hâlâ uyumadığımı görünce tekrar anlatmasına devam eder ve sonuna kadar anlatırdı.

Fakat ona, hayat macerasını anlattırmam pek kolay olmazdı. O, başka masallara başlayınca:

– Dadıcığıın, derdim, ne olur, seni nasıl kaçırdıklarını anlat….

İlikten nazlanır, anlatmak istemezdi. Fakat ben huysuzluk yapar, ağlamaya başlardım. Bu iyi kalpli kadın gözyaşıma hiç dayanamadığı için, avuçları parça parça ayrılmış ve oldukça beyaza dönmüş elleri ile gözlerimin yaşını kurular:

– Ağlama benim küçük beyim, senin yerine ben ağlayayım, diyerek anlatmaya başlardı.

Bunları neden yazıyorum? Elbette sebebi vardır:

Dadılar elinde pek nazlı büyütüldüğümü anlatmak için. Kuş tüyü yataklarda büyütülen, Avrupa’da okutulan bir muhallebici çocuğu şimdi nasıl oluyor da bu kızgın çöllerde aylardır en kanlı savaşlara giriyor, günlerce susuz kalıyor, uykusuz kalıyor, bu mahrumiyetlere katlanıyor. Buna bir türlü akıl erdiremediğim için buralarım yazıyorum.

Reşat İleri – Kahramanlar Dergisi – 1954

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu