Dehşet Hikayeleri; “Bahçıvan, Çocuk Ve Canavar”
Hikaye. Ortalık kararıyor; hava yağışlı. Islanmış gülleri bağlamaya çalışıyorum. «Niye bahçıvanlık ediyorsun?» diye düşünüyorum. Hikaye
Hava gittikçe kararıyor. Yağmur yağmakta. Fidanların doruklarıyla doruk altındaki çalılıklar sırılsıklam. Hava yapış yapış ve ölü.
Gül fidanlarının saplarını bahçe geçidinin üzerindeki kemerlerin paslı demir borularına sıkı sıkıya bağlıyorum. Yapraklarla goncalar su içinde, öyleki onlara dokundukça sırılsıklam oluyorum. Göremediğim dikenler ellerimi kanatıyor. Hikaye
Asfaltlanmış geçit pırıl pırıl. Ağaçların karanlığı ortasında bir ırmak gibi parıldıyor.
Düşen su damlalarının pıtırdısıyla, geçidin aşağısında oynayan çocuğumun ayak seslerinden başka hiçbir şey işitilmiyor. Hikaye
«Niye burada duruyorsun? Niye bir bahçıvansın?» diye fısıldıyorum yine kendi kendime. «Niye bir bahçıvan yani?» Benim için bir bilmece bu. Ama derin derin düşündürecek bir bilmece değil. Bir ur zihnimde can çekişiyor sanki.
«Güllere boş ver,» diyorum içimden. Burada, karanlık içinde çiçekten çok mantara benziyor onlar. İrkilip, gül sandığım şeylere yöneliyorum; bağlıyorum onları, ama benim için, hepsi önemsiz ve değersiz. Hikaye
«Niye bir bahçıvansın?» https://secmehikayeler.com/
Aşağıdan bir yerden küçük çocuğum, «Hans, gel buraya,» diyor. Görünmeyen arkadaşını, Hans’ı çağırıyor. Hikaye
«Niye ayağını şöyle bi atmıyorsun?» diyorum kendi Kendime. «O anda bahçıvanlığından da, yaşlılığından da kurtulursun; geçirdiğin nice nice yıllardan da uzaklaşırsın. Yine bir çocuk olurdun, benliğine kavuşurdun. Özgür olurdun.» Sık sık düşünüyorum bunu. Bir adım at ve önceleri olduğun gibi ol. Egon, geçidin aşağısından, «Bak, yüzün tıpkı bir gül gibi Hans,» diyor.
«Niye buradasın? Niye bağlısın buraya? Niye acunun başka bir yerinde değilsin? Sanki orada da yaşantın, dibinde kurtlar kaynaşan durgun bir su olmayacak mı?» Hikaye
Karanlık çöküyor. Artık seçemiyorum gül saplarını, ama ıpıslak goncalar, çiçekler parıldıyor solgun solgun, şişkin ve çirkin. Geçit pırıl pırıl. Ta ötede, yaprakların karanlık gölgesinde solgunlaşıyor. «Ne var orada?» diye düşünüyorum. Tembel belleğim bir şey söylemiyor bana.
«Hans, gel buraya!» diyor benim küçük çocuğum, her zaman onunla birlikte olan, görünmeyen oyun arkadaşına. Ağır ağır yürüyerek bulunduğum yere yaklaşıyor. https://secmehikayeler.com/
Kollarımı ‘gül fidanlarının arasında tutup, bakınıyorum çocuğa Yarı saklanmış gibiyim. Ayaklarını sürte sürte geliyor oğlum, gölge benzeri uzun yansıması asfaltta koşuşuyor. Bir acayip görünüyor çocuk, bacakları dehşetli uzunmuş gibi. Görünüşü pek garip. Onu yabancı bir ırktan sanıyorum.
«Egon bu,» diye düşünüyorum. «Ama Egon kim? Bir yabancı mı?» Senin çocuğun, diyorlar. Anlamıyorum o sözcüğü. Hiçbir şeyi anlamıyorum. Tam bir adım atıp, önceleri olduğum gibi olacakken, yoluma çıktı o. hikaye
Çalılıkların arkasındaki karanlığa sakınarak kayıyorum.
Onu tanımıyorum. Ne yapıyor o burada? Her şey, herkes tutsağı olduğum bir yabancı ırkın sıkıntısında birleşiyor. Kendi yaşantım bile yabancılaşıp, küfretti bana. Tanımıyorum onu.
Gittikçe yaklaşıyor. https://secmehikayeler.com/
«Hans, hava gittikçe kararıyor,» diyor.
«Evet, ortalık amma da karanlık oldu,» diyor. Hans, onunla her zaman birlikte olan görünmez arkadaşı.
Dikenli çalılıkların gerisinde yok olmuş gibiyim. Yüzümün bir yeri görünebilirse, bir gül sanacak onu. Gözlerim soluk yapraklara asılı duran bir çift su damlasına benziyor.
Yanı başımdan gelip geçti Egon. Şimdi sessizce durup, çevresine bakınıyor,
«Baba, ner’desin?» diye sesleniyor. hikaye
Kımıltısız duruyor, yanıt vermiyorum.
«Baba,» diye sesleniyor. hikaye
Yanıt vermiyorum, ama gizlendiğim yerden bakıyorum o yabancıya.
«Babam ner’de acaba, Hans?» diye soruyor.
Sessizce duruyor yerinde. Adım atmıyorum, yanıt vermiyorum.
«Baba!» diye bağırıyor.
Sessizlik. Ben de sessizce duruyorum olduğum yerde, babasını ondan uzaklaştıran karanlıktır.
«Hans, Hans, ner’desin?» diye yakmıyor. hikaye
Sızıltıyla geçitten aşağıya doğru koşup, uzaklaşıyor.
Soluk soluğa, «Baba,» diyor. hikaye
Gizlendiğim yerden çıkıp matlaşan asfaltın parıltısında, kısa ayaklarıyla koşa koşa uzaklaştığını görüyorum.
«Egon!» diye bağırıyorum, ama pek yüksek sesle değil.
Hiçbir şey duymuyor, koşuyor. Geçidin sonunda sola eyirtip, gözden yitiyor. Geçit bir silâhın namlusunun içi gibi dümdüz ve pırıl pırıl. hikaye
Geçide bir gölge atlıyor ansızın ve çocuğumun peşinden gidiyor.
«Egon!» diye bağırıyorum.
Şeytansı bir gölgeydi o. Bir canavardı, hem de kocaman bir canavar.
Ortalık sessiz. https://secmehikayeler.com/
«Egon!» diyerek koşuyorum. Çamurlu çizmelerim asfaltın üstüne pat pat vuruyor. Çalılıklar arasında, onun dönüp gittiği yere çıkan toprak bir yol var. Yerde onun ayak izlerini görüyorum. Ayak izlerinin birinde yeni yeni su birikiyor. Başka ayak izleri de var. Canavar’inkiler olmalı.
«Olanlar oldu,» diye düşünüyorum. «Artık üzüntüm kalmadı. Bir bahçıvan değilsin artık. Özgürsün.»
Kurtuluş uyuşturuyor beni. Uyku gittikçe bastırıyor; nerede olursa olsun uyumak istiyorum. Olduğum yerde, çamurda. Uyumak, toprağa, çamura, sessizliğe dönüşmek, su dolu havuza baka baka.
Ortalık ıpıssız. Karanlıkta ağaçlar, çalılar ve toprak, hazla aşağıya doğru çöküyor.
«Egon!» diye sesleniyorum. Gözlerimde bir şeyler tutuşuyor. Ama göğsüm buz gibi.
Bir bahçe beli duruyor, ağaca dayalı. Benimki olmalı. Aşınmış ak çelik, kahverengi toprakla, gübreli bahçe toprağıyla kaplı. Yağmur sularından şişmiş sapını sımsıkı tutuyorum ellerimde.
“Egon!» diye bağırıyorum. hikaye
Elimde bahçe beli fırlıyorum ileriye. Patikayı kapayan çalılıklar arasına atıyorum kendimi. Sular sıçrıyor üstüme başıma.
Patika bir büyük arsaya çıkıyor. Bu arsayı daha önceleri görüp görmediğimi anımsamıyorum.
Bir kentin varoşlarında kullanılmadan ‘duran o büyük arsalardan biri olmalı bu. Kalıntılardan bir zamanlar burada bahçıvanlık yapıldığı anlaşılıyor. Limonlukların parçalanmış temellerinin izleri var ötede beride. Uzun bir süre çöplük dökülmüş bu arsaya: Öteberi, tuğla parçaları, kırık mobilyalar, bir kentin süprüntüsü. Gel gelelim, kümelenmiş duran ne varsa, o kokuşmuş kütle, üstü örtülmemiş büyük bir leke gibi, ne yandan bakılsa görülebiliyor. Yığınların üstünde otlar, ısırganlar, devedikenleri ve pelin otları ormanı yetişmiş. Karanlık içindeki çukurlarda, sevimli tepeciklerde, akpak çiçeklerini açmış beşparmakotları da var.
Ama hayırsız otların sık ormanının sürüp gittiği, yağmur sağanağıyla yıkanan, yabansı yaşama gücüyle yayılan yerler de var. Buralarda insanların attıkları çerçöp göze çarpıyor.
Büyük arsanın üzerinde, çürümenin, gelişmenin o ağır, tatlı buğusu var. Öyle bir hava ki bu, her an sıklaşıp koyulaşıyor, görünmez, işitilmez oluyor. hikaye
Arsanın çevresinde, ama epey uzakta, acunun en kıyısındaymış gibi, soluk renkli evler topluluğu görünüyor. Ev dizilerinde kara boşluklar var; yangından, bombalardan yıkılan evler olmalı bunlar. Kimi evlerin yan duvarları, damları yitik. Pencereler bakman gözler gibi kapkara.
Tümünü görüyorum onların, bahçe belim omuzumda, sessizce duruyorum ayakta. Gördüklerime ağır, tembel bir ilgi duyuyorum, aslında beni pek ilgilendirmiyor onlar, benden epey uzaktalar.
“Daha önce görmüş olmalıyım bu yeri, şöyle göz ucuyla,» diye düşünüyorum, ama onu anımsamaya öylesine tembelim ki. Arsaya bakınırken, burası bana garip, bilinmeyen bir yer görünüyor. Gözlerimi kapayınca, tanır gibi oluyorum. Yoksa burası beni tanıyan bir yer mi? Bu büyük arsa beni sarmak istiyor; duyuyorum onun beni sarmak istediğini.
»Egon,» diyorum kısık bir sesle, dalgın dalgın. Ve aptalca gülümsüyorum.
«Bir zamanlar burada oyun oynadım belki, bu yer biraz değişik göründüğü zamanlar?» diye düşünüyorum sersemce. «Evet, belki şimdi bi adım atmalıyım? Kokuşmuş yaşamımdan dışarı. Derken özgürüm.»
Sendeliyerek kendi önüme geçiyorum ve bir bitkinin tepesini kopartıyorum. Parmaklarımın arasındaki küçük, yumuşak çiçekleri ufalıyorum; keskin, yabansı bir absent kokusunu içime çekiyorum. Pelin bu. hikaye
«Boş ver,» diyorum yüksek sesle; ayılıyorum birden.
Parkın içinden daha aydınlık burası. Gökyüzü soluk yeşil, yağmurdan iyice arınmış, kuru havadan olsa gerek, rengi saydam ve ipince. Hava boşluğundaki tepecikler, kararmakta olan arsanın üstünde çıkıntılar oluşturuyor, hazdan kendinden geçiyor ortalık.
«Egon!» diye haykırıyorum.
Şimdi o varsa bile, kalmamalı burada. Burası tehlikeli bir oyun yeri.
«Egon!» diye gürlüyorum. Sonra kulak veriyorum. Çok uzaktan bir yanıt var. «Gon, gon!» Cansız evlerin yankısı.
Bahçe belini kaldırmış, ileriye doğru koşuyorum. Burada ayak izleri görünüyor yine. Ayaklarının olmasına karşın, adım aralarında büyük bir uzaklık var. Sıçramış olmalı belki. Küçük ayak izlerinin içindeki sular parıldamakta.
Yine kulak veriyorum. Gölgeli tepecikler arasından gelen belli belirsiz sürtünme seslerini duyuyorum. Onlar gerçekten yere sürtünen ayak sesleri mi? Yoksa damlayan, sızan su sesi mi? bilmiyorum.
Taştan eski bir kaldırımın bulunduğu, kuş otlarıyla sinir otlarının taşlar arasında yetiştiği yerde, gözden yitiyor ayak izleri.
İstemeye istemeye, duygusuzca, otların yetişmiş olduğu bir yığına bakmıyorum. Orada, bitkiler ormanının tam ortasında, pelinlerin tepeleri kımıldıyor. Onların altında yaşayan bir şey olmalı.
Atlıyor, o küçük, sevimli kümeciklerin içinden zorlukla geçiyorum, koltuklarımın altına değin suya batmış, giysilerimden içeri sular sıza sıza. Kırık tuğlalar, çürümüş çuvallar, paslı kovalar tabanlarımın altında ezilirken, ayaklarım tökezleniyor. Hiçbir şey göremiyorum. Diz çöküp, sarı, ince yaprakların içiçe yetiştikleri bitki saplarının geldiği yeri, toprağı yoklamalıyım. Hiçbir şey yok. Bir bokböceği görüyorum, ürkmüş, bitkilerin karanlığı içine sokulmaya çalışan. Başka bir şey yok orada.
Kümenin tam ortasında ayakta dururken, çevremdeki karanlığa bakınıp, zayıf, zavallı bir teselli buluyorum. «Boş ver,» diyorum kendi kendime, «özgürsün ya.»
Derken her şey sessiz. hikaye
«Egon!» diye sesleniyorum.
Özgürüm, ama özgürlük zehirlidir. Ondan bile kurtulmayı istiyorum. Kendimi uyuklamaya hazırlamalıyım. Salt uyuşukluk kişiyi tümüyle özgürleştirir.
Tepenin ardından gelen bir şapırtı, bir yalayış sesi duyuyorum. Seyirtiyorum oraya. Bir havuzun yanında, kocaman bir canavar su içmekte. Bir kurt olmalı. Ondan korkmuyorum, bahçe belini kaldırarak yaklaşıyorum.
Canavar çenesini kaldırıp, yan yan bakıyor bana. Ağzının her iki köşesinden akan çamurlu sular pırıl pırıl. İncecik dili parlak sivri dişlerinin arasında titriyor. Hayın hayın, kötü niyetle bakıyor.
«Seni tanımak istiyorum,» diye fısıldıyorum.
Birbirimize bakınıyoruz, ben ve canavar. Ona derin bir yakınlık duyuyorum, öyle ki yabansı bir tutku geçiyor içimden, kürkle kaplı olarak yere diz çökmek, kurtla birlikte su içmek tutkusu. «Seni öldürmeyi, senin de beni öldürmeni isterdim,» diye düşünüyorum.
«Egon!» diye bağırıyorum canavara. Dikelip, bir adım atıyorum, elimde vurmaya hazır bahçe beliyle. Kurdun bakışı değişiyor, ağzının köşeleri yukarıya doğru çekiliyor, sanki gülümsemek istermiş gibi. Gergin ön ayakları üzerinde bir yana sıçrıyor, içinde bulunduğu pislikten uzaklaşmak istercesine. Uzun, sıska bir bedeni var, kül rengi değil de kirli sarı. Topallıyor kurt, arka ayaklarından birinin olmadığını görüyorum. Peşinden atılıyor, bir taş atıyorum ona. Zayıf mavi bir kıvılcım ileriye sıçrıyor, menekşe renklerinden bir küçük demet.
Yalnızım, her şey sessiz. Dayanamıyor, atılıyorum elimdeki bahçe beliyle, atılıyorum ısırganlar ormanına, öyleki ısırıyor bitki kümeleri ve açılıyor onların ölü yeraltları.
«Boş ver,» diye bağırıyorum. «Özgürüm; ben bir bahçıvan değilim; ben bir insan değilim; ben bir baba değilim; ben hiçbir şeyim; özgürüm!»
«Egon! Egon!» https://secmehikayeler.com/
Denetlenemez eylemlerle atılıyorum ileriye. Kendi kendimi görebileceğimi sezinliyorum. Ben kendi kendisine bakan birisiyim. Yabansılık gerçek değildir, hepten değil, öyle olmayı istedikçe. Ta içerilerde yorgun ve soğuk kendi kendisine bakıcı oturuyor, cansıkıntısıyla dopdolu.
«Oğlum!»
Bedenin çılgınlığı içimi büyük dalgalar gibi yıkayıp temizliyor, onun içinde yosunlar gibi yuvarlanıyor benliğim. «Bunu sürdürürsen, kendini azat edeceksin, çılgın olacaksın, huzura kavuşacaksın.»
«Oğlum!»
«Huzura kavuş. Düşünme, anımsama.»
Sessizce dikeliyorum olduğum yerde. Biraz ötede çimentodan yapılmış bir duvar, arkaya kaykılmış ve aşınmış. Duvarın üst yüzünde kısa demir çubuklar.
Duvarın ötesinde, koşan canavarın sağrısını görüyorum. İşte bir canavar daha; hem de daha iricesi. Evet, iki canavar görüyorum şimdi. Onlar kurt olamazlar. Bunlar daha uzunca ve büyükçeler. Sağrıları çimento duvarının üzerinden dalgalanıyor, evet, duvarın ötesinde kocaman, uzun dalgalar gibi koşuyorlar. Birinci canavarın sağrısı, uzun, kaba kıllı ve koyu renkli. Öteki, daha küçük canavarınkiyse çıplak görünüşle, öylesine sık ve düzgün, bedenini saran kürk açık renk.
Canavarların peşinden koşuyorum. Eylemleri yavaş görünüyorsa da, yetişemiyorum onlara. Şimdi birincisi çimento duvarın üzerinden atlıyor, peşinden de açık renk, şişko olanı. Kocamanlar, aslan gibi, biri erkek, biri dişi. Soluk soluğa izliyorum onları. Hep gerilerinden görüyorum onları, oynayan omuzbaşlarını, oynayan kalçalarını, o koca canavarların gerilerinden görünüşleri onları nasıl da küçültüyor ve de zayıf gösteriyor diye içimden geçiriyorum. İki güçlü canavarın biraz yampiri, küçük köpekler gibi tırısa kalktıklarını görüyorum.
Arsanın boşluğunda gözden yitiyorlar, üzerlerindeki karanlık gittikçe koyulaşıyor. Durup dinliyorum. Gölgelerin içinden derin bir homurtu geliyor, öylesine derin ki bu homurtu, kulaklarımla olduğu denli, kemiklerimle bile açıkça sezinliyorum.
Önceki yere, parıldayan suyu olan havuza, ayaklarımla ezdiğim pis havuz kıyısının oraya, kurda rastladığım yere dönüyorum. Ön ayaklarının pençeleriyle sımsıkı tuttuğu bir nesneye eğilmiş büyük, esmer aslanı görüyorum. Sarsılan başıyla, pençeleri arasındaki o nesneyi parçalamaya çalışıyor. Sıska olan dişisi uzattığı burnuyla yaklaşıyor. Gizli bir işe girişme eylemleri içinde ne de güzel! Ama ötekisi ona şöyle bir vurunca, duralıyor, sarı gözleri yorgunlaşıyor.
Ağır ağır aslana doğru yürüyorum. Durup duramayacağıma aldırış etmiyorum. Durduramıyorum kendimi. Ama korkuyorum. Aslandan mı? yoksa pençeleri altında tuttuğu o nesneden mi? Korktuğumu kestiremiyorum. Kaskatı ediyor beni korku, ölümcül bir ürperti kaplıyor bedenimi, bir robot gibi yürüyorum. Çizmelerim çamura batıyor, ta dizlerime değin. Kaldırmıyorum bahçe belini. İleriye doğru canavara eğilip, o esmer, yumuşak nesneyi kavrıyorum sıkıca. Tutuyorum ıslak, çamurlu kumaş parçalarını. Güçlü kuvvetli, kirli ellerimin yanı başında, canavarın parçalayıcı, koskoca pençesini görüyorum. Canavar da tutuyor o nesneyi. Postunun altında, kocaman ön ayaklarından birinin kasları kımıldıyor. Yaralı bir ayak bu.
Pis kokulu soluğu yüzüme çarpıyor. İğrenç, sıcak bir soluk bu. Aslanın ayağını, tam yarasının bulunduğu yerden, sıkı sıkı tutuyorum. «Şimdi olanlar olacak,» diye düşünüyorum, «şimdi huzura kavuşacaksın, şimdi unutacaksın.»
Canavarın yarı açık ağzından çıkan soluk sıcak ve ağır, öyle ki bir an için kendimi rahatsız ve bitkin buluyorum. Ama onun güçlü bedeninin de titrediğini sezinliyorum ve canavar pençesini uzaklaştırıyor.
Başımı kaldırıp canavarın gözlerinin içine içine bakıyorum. O gözler bir aslanın mı? kedinin mi? belli değil. Kocaman, anlamsız, kararsız gözlere baktığımı biliyorum. Kendi gözlerime baktığımı duyuyorum sanki.
Derken gözlerim şimşek şimşek oluyor, bakışlarım kamaşıyor, boğazım düğümleniyor. Açık seçik göremiyorum artık, ama yine de görüyorum. Büyük, yaşlı aslanın dimdik boynuzları var.
«Hoşt!» diyorum. «Hoşt!» Hikaye
Bahçe belini indiriyorum; suyun içinde bir çırpınma oluyor ve canavarı ellerimle çekiyorum. Teslim oluyor aslan. Havuzun içinde yatan bedene doğru bir adım atıyorum. Ellerimi kaldırıyorum. Koca canavar dönüp, karnı yere sürünürcesine kaçıyor.
Sessizlik içinde yalnızım. Eğilip, o kara nesneyi kaldırıyorum. Islak olduğundan ağır, üstünden çamurlu sular akıyor. Bir at ayağı bu, eski bir battaniyeye sarılmış. Ayağın ucundaki toynağı sallanıyor. Nalı kırılmış ve çivi yerlerinin delikleri kül rengi toynağın içinde bomboş. Kokuşmuş ağır ayağı bırakıyorum. Çamur sıçrıyor üstüme başıma.
Durup, çevreme bakmıyorum. Gece başlamak üzere. Üzerimdeki gökyüzü çelikten bir kubbe gibi. Evlerin ışıkları yanmış, ama hepsi ölü.
En sonunda o müthiş şeyin olacağını biliyorum. Bu yerde başka canavarlar da olmalı. Artık onlarla karşılaşmaktan korkmuyorum. Tek bir şeyden endişe duyuyorum.
«Egon!» diyorum. Hikaye
Donmuş soluğumda bir erime var. Korku donar, ama endişe sımsıcaktır.
Evet, benim acunum olan bu şeytansı süprüntü arsasında bir şeyler olacak, kendi kendisi yargıç olan bir şeyler. İstersem, bir yaratıkla daha karşılaşabilirim. Karanlığın, sessizliğin dışından bir yaratık üstüme üstüme gelecek, kısa bacaklarıyla yürüyerek, küçük ayaklarla; tıpkı onun gibi birisi, ona benzeyen birisi, tıpkı o. Yüzü ve gözleriyle o o’dur. Ama biliyorum ki, bu gözlerin içindeki derin ve ıstırap verici anlamlara bakmaya doyamayacağım, yine de görüp, hiç unutamayacağım ölümün görkemine rastlayacağım. Çünkü hiçbir şeyi asla unutmayacağım.
«Seslenmeyi bırak,» diye düşünüyorum, «işte o zaman özgürsün.»
Keskin yıldızlar, çelikten gökyüzünü deliyorlar. «Seslenme, seslenme!» diyorum kendi kendime.
Sessizlik bekliyor.
«Egon!» diye sesleniyorum. Hikaye
MARTIN A. HANSEN (1909-1955) https://secmehikayeler.com/
hikaye, öykü, korku hikayeleri, dehşet hikayeleri, +18 hikayeler, dehşet, korku, korku öyküleri, dehşet öyküleri