Aşk Hikayeleri “Çolpan İlhan”
Orta okul ikinci sınıftaydım. Bıyıklarım yeni terlemeye başlamış. Yeni bir Türkçe öğretmenimiz gelmiş, ne etmiş etmiş bize kitap okumayı sevdirmişti. O güne kadar ders kitaplarından başka kitap tanımayan ben bizim kasabanın karanlık tozlu kütüphanesine dadanmıştım. Bir kitabı alıyor okuyor veriyor, yenisini alıyordum.
O kadar çok kitap vardıki ‘Kül Kedisi’nden tutunda ‘Pamuk Prenses’e varana kadar. Hepsi aşk tan bahsediyordu. Aşk neydi? nasıl oluyordu? merak etmiştim, artık çocuk kitaplarını bırakmış üstünde aşk yazan ve pek de kalın olmayan kitapları alıyor okuyor, içinde aşka benzer birşeyler pek bulamıyor, geri veriyordum.
Yaza doğru hamamın arkasındaki boşluğa bir hasır sineması açılmıştı. Harçlıklarımı biriktiriyor 35 kuruşa tamamlayınca afişinde aşk yazan filimleri kaçırmamaya çalışıyordum. Bu aşk çok tatlı bir şey olmalıydı, ucundan kıyından ben de tatmalıydım, yani sizin anlayacağınız aşka aşık olmuştum.
Artık öğrenmiştim aşk iki kişinin arasında geçen bir olaydı. Aşkı yaşamam için bir kişi daha gerekiyordu. Şöyle çevreme bakıyordum, aşktan anlayacak, romanlarda ve filmlerde olduğu gibi, benim aklımı başımdan alacak kimse yoktu. Daha doğrusu kızlar kabuklarına çekilmişler. Gözlerinin önüne bakıyorlardı. Hayır hayır gözlerinin önüne değil yere bakıyorlar, çevresindeki erkekleri görmüyorlardı.
Kör imamın bir kızı vardı, adı Gülşen, o bu işlerden anlıyordu, ama onun benim gibi annesinin ördüğü yün çorapla, kazakla, babasını diktiği kunduralarla dolaşan kaba saba köylü kılıklı biriyle işi olmazdı. Onun gözü balak gibi besili; naylon çorap, İstanbul işi iskarpin, yün pardösü, naylon gömlek giyen memur çocuklarındaydı.
Bir gün bizim mahalleye İnhisarcılar’ın evine bir aile taşındı, ofis müdürüymüş. O zamana kadar bizim fakir mahallede kiralık ev yoktu, herkes toprak damlı evinde kendi oturur, tandır yakar, taranasını içer, Allah’ına şükrederdi. İnhisarcı iki katlı bir ev yaptırmış, bunlar üst katına taşınıyorlardı.
Sandıkları hamallar taşırken ortalıkta dolaşan bir kız vardı. Tıpkı hafta sonunda izlediğim filmdeki Çolpan İlhan’a benziyordu. Gördüğüm filimdeki gibi şimdi bütün oğlanlar buna aşık olmak isteyeceklerdi. Elimi çabuk tutmalı, herkesten önce ben aşık olmalıydım, ama bu iş nasıl olacaktı, onu bilmiyordum.
Sevdiğin kızın ilk aşkı olma arzusu herkese uğrar sanırım.. Keşke dememek için erken davranmalıydım. Keşke geç kalmasaydım düşüncesi herkeste peydahlanıyordur tahminimce.. Onun ilk öpücüğü olmak.. Onun ilk elini tutan olmak. Onun ilk yazdığı mektubu almak. Ona ilk çiçek hediye eden olmak. Böyle aptal saptal düşüncelerdi onu ilk gördüğümde aklımdan geçen.
Duvarın başına oturmuş şapşal şapşal bakıyordum, o da çevreyi tanımak için olacak sağa sola bakıyordu. Bir ara göz göze geldik, çok güzel bir yüzü vardı, yüreğim ağzıma gelmişti. Aman Allahım arayıp durduğum kız buydu. Benim için yaratılmıştı. Daha doğrusu biz birbirimiz için yaratılmıştık. Bir şey anlayacaklar diye kalktım, oradan uzaklaştım.
Gittim derenin içinde bir ağacın altına oturdum. Cep aynamı çıkardım baktım. Suratıma anlamsız bir gülümseme gelmiş oturmuştu… Kalbim deli gibi çarpıyordu, yavaşlatmak mümkün değildi. Sadece görmek yetmişti; yanına varmak, konuşmak mümkün olsa bile dayanamayacağımı bildiğim için kaçmış, sadece onu görmenin verdiği mutluluk yetmişti de artmıştı bana.. Eve gitmiş sayfalarca yazı yazmıştım, vermek içim değildi tabii. Karşılaşırsam neler diyeceğimi ezberlemek için.
İki gün sonra okul bahçesinde gözlerim onu arıyordu, görmüştüm ve aşağıdan ona hayranlıkla bakan arkadaşlarımı da. O zamanlar okul bahçesinde kızlarla erkeklerin yeri ayrıydı. Kızlar üst bahçede, erkekler aşağıdaki büyük bahçede oynarlardı.
Çok güzeldi. Öyle ki yok yaaa ben esmer sevmem diyen ‘Sükse Şükrü’nün bile dibi düşmüştü. Herkes bi şey olsa da kızla konuşsam diye can atıyordu. Bizim buranın kızlarına hiç benzemiyordu. O çok farklıydı. Hani derler ya aşık olduğunda herkesi o sanırsın diye, işte bana da tam öyle oldu. Tam da ümidimi kesmişken, hayat golünü attı ve bir çok şey değişti, dünyam birden bire renklenmeye başladı. Ben onun yanına yöresine varamazdım, takip edemezdim, konuşamazdım. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ayrı dünyaların insanlarıydık, bir araya gelemezdik.
Okullar kapanmak üzere. Artık havalar ısınmış, günler uzamıştı. Babam işe giderken erkenden kahvaltıyı yapıyoruz. Daha okula çok olmasına rağmen, ben kendimi erkenden dışarı atıyorum, onların evinin altında arkadaşım Tahsin’lerin evi var, onunla buluşup okula gidiyoruz, arada sırada Çolpan İlhan’la da kapıda karşılaşıyor, göz göze geliyoruz ama ikimiz de utanıyoruz. Ben daha çok utanıyorum. Benim kendime güvenim sıfır, onda böyle bir şey söz konusu değil, güçlü birisi, çok belli. Babası Toprak Mahsülleri Müdürü, anlattıklarına göre İzmir’den gelmişler, kız büyük şehirde büyümüş, gözü açık. Bense daha kasabamdan dışarı çıkmamışım, toy bir çocuğum. Konuşmak için fırsat kolluyorum ama o fırsat elime geçse utancımdan dilim tutulur, elim ayağıma dolaşır. Bu korkulardan olacak uzaktan uzağa sevmek daha çok hoşuma gidiyor. Bu da bana yetiyor. Kız bugüne kadar kimseye pas vermedi, belliki o da beni seviyor(!).
Okullar tatil olunca annesiyle birlikte İzmir’e gitmişler. Tahsin’den öğreniyorum. Oh be diyorum dünyalar varmış rahatlıyorum. Artık her gün onu görebilmek için erken kalkmama, karşılaşınca ne söyleyeceğim diye korkmama gerek yok. Sırtımdan büyük bir yük iniyor, hafifliyorum.
Yaz boyunca ne yapmam gerektiğini hesaplıyor, neler söyleyeceğimi kararlaştırıyorum. Okullar açılıyor, kız geliyor, yine ben yollarda göz göze gelmenin yollarını araştırıyor, olaki karşılaşırsak ne diyeceğimi kararlaştırıyorum, ama bir türlü yanaşmaya cesaret edemiyorum.
On kasım Atatürk’ü anma töreni münasebetiyle bütün öğrencilerin spor salonunda toplanması gerekiyor. Fırsat tam bu fırsat diyorum. Bizim sınıf ‘Atatürk diyorki’ diye bir temsil hazırlamıştı. Temsil de ben de vardım. Okuldaki bütün öğrenciler spor salonunda halka olmuşlar, bizse ortada, bizi izliyorlardı. Ben hep göz ucuyla ona bakıyorum, ama o benim varlığımdan habersiz. Dünyalar başıma yıkılıyor, acaba sevmiyor mu? diyorum, kendi kendime.
Derken elinde kemanıyla Atatürk’ün sevdiği şarkıları çalmak üzere Ufuk Oral giriyor ortaya, ben geçmişim tam karşısına, belki göz göze geliriz de bakışından beni sevip sevmediğini anlarım diye. Ufuk başlıyor kemanı konuşturmaya, herkes bakıyor, mest oluyor, ama kızın Ufuk’a bakışları bambaşka, sanki Ufuk’un gözlerine bakarken eriyor, yok oluyor. Kemanın sesleriyle birlikte yüzüne bir tebessüm gelip yerleşiyor. Ufuk kızı kemanıyla büyülüyor, alıp benim elimden, pembe bulutların üstüne götürüyor. Kızın ayakları yerden kesiliyor, kemandan çıkan melodilerle birlikte göçmen kuşlar gibi uçuyor uçuyor, taa uzaklara, benim asla bir daha ulaşmayacağım yerlere gidiyor.
Sessizce oradan uzaklaşıyor, ağlayacak bir kuytu buluyorum; ağlıyorum, ağlıyorum…
İsmail Samur