Korku Hikayeleri ve Dehşet Hikayeleri “CİNAYET DAVASI”
Üstün bir zeka ve kültür düzeyinde bile olsalar, tanıştığım kişiler, eğer başlarından alışılagelmişin dışında bir olay geçtiyse, bunu aktarırken belirgin bir gerilim içinde oluyorlar. Bu tür kişilerin neredeyse tamamı, karşılarındaki kişilerin özel yaşamında benzeri deneyimler yoksa, anlattıklarının kuşkuyla karşılanabileceği veya kendileriyle dalga geçilebileceği korkusunu taşıyorlar. Gördüklerini saptırmadan anlatan bir gezgin, örneğin deniz canavarına benzettiği olağan dışı bir yaratığı anlatırken hiç çekinmezken; bir önsezi, içgüdü, duyulmamış bir hayal, düş veya zihinsel izlenimini aktarırken aynı rahatlıkta olmayabilir. Bu çekingenliğin nedeninin bu tür konuların içerdiği gizem olduğunu belirtmeliyim. Genellikle kişisel ve olağandışı deneycilerimizi aktarırken, başkalarıyla paylaştığımız olayları anlattığımız kadar rahat olamayız. Dolayısıyla sonuçta vardığımız nokta, bu tür deneyimlerin tamamının olağan üstü (ki öyledirler) ve gerçekdışı olarak algılanmalarıdır.
Aktaracağım olayla hiçbir kurama destek vermek, karşı çıkmak veya bir kuramı yeniden oluşturmak niyetinde değilim. “Berlin Kitapçısi’nın¹ öyküsünü duydum. Sir David Brewster’m yazdığı “Krallık Gökbilimcisinin Eşi” olaymı inceledim ve yakın arkadaş çevremde geçmiş çarpıcı bir olaya, “Düşsel Yanılsama”ya tanık oldum. Adı geçen son olayın mağduru bayanla uzaktan tanışıklığımız olduğunu belirtmeliyim. Belki onun başına gelenler benim yaşadıklarımın bir bölümünü, yalnızca bir bölümünü açıklayabilir. Ondan duyduklarım olmasa kendi yaşadıklarımı oturtabileceğim hiçbir temel olmazdı. Bu deneyimden önce bu tür garip düşüncelere hiç kapılmamış veya benzeri bir olay yaşamamıştım ve olaydan sonra da benzeri bir şey başıma gelmedi.
Kaç yıl önce olduğu önemli değil, bir zamanlar ingiltere’de kamuoyunun dikkatini uzun süre üzerinde toplayan bir cinayet işlenmişti. Hak ettikleri kötü ün dolayısıyla katillerin adlarını gereğinden fazla duyduğumuz için bu caninin adını yinelemektense onunla ilgili tüm anıları bedeninin gömülü olduğu Newgate Hapishanesi’ne gömmek isterdim. Bu yüzden kimliğiyle ilgili somut ipuçları vermekten özellikle kaçınmaktayım.
Cinayet ilk işlendiğinde, daha sonra hakkında dava açılan adamın katil olmasıyla ilgili bir kuşku, açıkça söylenmiş bir söz veya ima – anımsadığım kadarıyla – yoktu. O zamanlar gazetelerde kendisinin katil olduğu konusunda en ufak bir ipucu yer almadığına göre onun dış görüntüsüyle ilgili bir tanım verilme olasılığı da yoktu. Bu konuya özellikle dikkatinizi çekmek isterim.
Bir sabah kahvaltıda gazetemi açtığımda-cinayetin bulgularıyla ilgili bilgileri görünce dikkatle okumaya başladım. Haberi ikinci, hatta üçüncü kez okudum. Kafamda bir şimşek çakmış gibiydi – bir akım, bir ışık, bir görüntü., nasıl adlandıracağımı bilemiyorum. Hiçbir sözcük duygularımı tam anlatamaz. – Araştırmanın yapıldığı yatak odası birden gözümün önünde canlandı, akıp gitmekte olan bir ırmağın üzerine çizilmiş olanaksız bir tablo gibi aktı gitti. Görüntü çok netti; o kadar netti ki hemen kaybolmasma karşın yatakta cesedin olmadığını, biraz da rahatlayarak, açık seçik gördüm.
Bu olağandışı duyguyu yaşadığımda hiç de romantik bir yerde değildim. Piccadilly’de St. James Caddesi’nin köşesindeki yapıda mobilyalı olarak kiraya verilen odalardan birinde kalmaktaydım. Yeni taşınmıştım. Koltuğumda otarmakta olduğum o anda görüntüyle birlikte beni sarsan bir titreme koltuğumun yerinden oynamasına neden oldu. (Burada belirtmekte yarar görüyorum ki koltuğun ayakları yağlanmıştı ve kolayca hareket edebiliyordu.)
Gözlerimi dinlendirmek üzere odamın penceresine doğru ilerledim (çift pencereli olan odam ikinci kattaydı) ve Piccadilly Alanımda hareket halindeki nesnelere baktım. Pırıl pırıl bir güz sabahıydı, cadde cıvıl cıvıl bir ışıltıya bürünmüştü. Rüzgâr esmekte ve parktaki ağaçlann sararmış yapraklarını önüne katıp döndürerek önce sarı yaprak sütunları oluşturmakta, daha sonra onları sağa sola savurup yeni yaprakların peşine düşmekteydi. Uçuşan yaprakların arasından iki adamın doğu yönüne doğru arka arkaya yürümekte olduklarını gördüm. Öndeki adam sık sık omzunun üzerinden dönüp geriye bakmaktaydı. İkinci adam onu 30 adım kadar geriden izlerken sağ elini gözdağı verircesine kaldırdı. İlk önce, bu alışılmamış kaba davranışı toplumun içinde yapması dikkatimi çekti, fakat sonra kimsenin bu davranıştan rahatsız olmadığını görüp şaşırdım. Her ikisi de kalabalığın içinde rahatça ilerliyorlar, kimse onlara dönüp bakmıyor, yol vermiyor veya çarpmıyordu. Penceremin önünden geçerlerken yukarıya doğru baktılar. Her ikisinin yüzünü de çok iyi gördüm. Nerede görsem anımsarım. Her iki yüzde de dikkat çekecek bir özellik yoktu; fakat öndeki adamın yüzü asıktı, arkadaki- ninkiyse çok soluktu.
Bekâr olduğum için uşağım ve karısı benimle aynı evi paylaşmaktaydılar. Bölüm yönetmeni olarak görev yaptığım bankadaki işim sanıldığı kadar kolay değildir. Bir değişikliğe gereksinimim olmasına karşın o güz kent dışına çıkmama izin vermediler. Çok iyi değildim ama kendimi kötü de duyumsamıyordum. Okuyucularım belki de yorgunluktan ve tekdüze yaşamımın getirdiği can sıkıntısından sinirlerimin bozuk olduğunu veya sindirim sorunum olduğunu düşünebilirler. Fakat oldukça tanınmış bir doktara gidiyordum ve özel isteğim üzerine hazırladığı raporda, sağlığımda hiçbir ciddi bozukluğa taşlanmadığını belirtmişti.
Yavaş yavaş çözümlenmekte olan cinayet kamuoyunu gittikçe daha fazla içine çektikçe ben fazla bilgi toplama gereğini duymadan kendimi toplumsal heyecandan uzak tutmaya çalışıyordum. Katil sanığının tasarlayarak adam öldürmekten suçlandığını ve Newgate Hapishanesinde duruşmasını beklemekte olduğunu biliyordum. Merkez Ceza Mahkemesi sanığa savunma hazırlaması……. Davanın yeniden hangi tarihte görüleceğini biliyor olmalıydım, fakat şu anda anımsayamıyorum.
Oturma odam, yatak odam ve giyinme odam ayrı kattaydı. Sonuncusunun tek bağlantısı yatak odasıylaydı. Evet, bir kapısı vardı ve bir zamanlar merdivene açılıyordu fakat şimdi bu kapı arkadan çivilenmiş ve çadır beziyle kaplanmıştı.
Bir akşam yatak odamda yatmadan önce uşağıma yapılması gerekenleri söylüyordum. Yüzüm, odanın dışarıyla tek bağlantısı olan kapıya dönüktü ve kapı kapalıydı. Uşağımınsa arkası kapıya dönüktü. Konuşurken soyunma odası tarafındaki kapının açıldığını, bir adamın içeriye baktığını ve eliyle işaret ederek beni çağırdığını gördüm. Adam, Piccadilly Alaninda yürürken penceremden gördüğüm iki kişiden arkadaki soluk yüzlü olanıydı. Beni çağırdıktan sonra geriye çekilip kapıyı kapattı. Derhal gidip kapıyı açtım ve soyunma odama baktım. Elimde bir mum vardı ve aslında adamı orada bulmayı pek ummuyordum. İçimdeki ses haklıydı. Adam orada yoktu.
Uşağımın şaşkınlıkla bakakaldığını fark ederek ona döndüm ve “Derrick, eğer.. aklımı oynatmadıysam bir., bir., hayalet gördüm” dedim. Elimi onun göğsüne dokundurduğum anda ani bir sıçramayla titremeye başladı. “Evet efendim. Aman Tanrım, ölüler çağırıyor!”
Bana yirmi yıldan fazla hizmet etmiş olan güvenilir ve sadık adamım John Derrick’in, ona dokunduğum ana kadar herhangi bir hayalet veya o tür bir yanılsamayla karşı karşıya kaldığını sanmıyorum. Ona dokunduğum andaki değişim o kadar belirgindi ki bence içinde bulunduğu garip duygu veya yanılsama tümüyle benden ona yansımıştı.
Jonn Derrick’e brendi getirmesini söyledim ve kendim bir kadeh içip ona da bir kadeh ikram ettim. O gece yaşadıklarımızdan önceki olaydan ona hiç söz etmedim. Yeniden düşününce, o gece gördüğüm yüzü daha önce yalnızca Piccadiüy Alanında gördüğüme iyice emin oldum. Penceremin önünden geçerken yukarı baktığı zamanki yüz anlatımıyla kapıdan içeri bakıp beni çağırdığı zamanki anlatımını karşılaştırdığımda anladım ki, bana daha sonra görüneceği için ilk seferinde yüzünü belleğime kaydetmemi istemiş, ikinci görüşümde onu derhal anımsamamı güvenceye almaya çalışmıştı.
Her ne kadar o hayal adamın geri gelmeyeceğinden garip bir biçimde emin olsam da o gece pek rahat uyuyamadım. Gün ağarırken daldığım derin uykudan John Derrick’in elinde bir mektupla yatağıma yaklaşmasıyla uyandım.
Bu mektup, anladığım kadarıyla, kapıda getirenle uşağım arasında bir tartışmaya neden olmuştu ve beni Londra’da eski Adliye Sarayı Merkezi Ceza Mahkemesi’nin gelecek duruşmasında yargıcılar kurulu üyeliğine çağırıyordu. Bu tür bir göreve daha önce hiç çağrılmamıştım. Yargıcılar kurulu üyeleri genellikle daha alt sınıf çalışanlardan seçilirdi. Bunun ne gibi bir nedenle yapıldığından şu anda emin değilim ve bunu bilen Derrick çağrı mektubunu kabul etmek istememişti. Getiren adam soğukkanlılıkla olayı noktalamış, çağrıldığım göreve gidip gitmememin tümüyle benim sorunum olduğunu, kendisinin yalnızca mektubu bana ulaştırmakla yükümlü olduğunu belirtmişti.
Birkaç gün bu çağrıyı yanıtlamak konusunda kararsız kalmıştım. Herhangi bir etki, önyargı veya gizil gücün beni yönlendirmesi söz konusu değildi. Bundan şu ana kadar anlattığım her şeyin doğruluğundan emin olduğum kadar eminim. Sonunda, yaşamımdaki durağanlığa bir ara vermek amacıyla bu çağrıyı kabul ettim.
Bana verilen gün, karanlık bir kasım sabahıyla başladı. Piccadilly’de koyu kahverengi bir sis vardı ve Temple Bar’m doğusuna doğru daha da koyulaşarak alanı iyice örtüyordu. Adliye Sarayı’na vardığımda merdivenlerin gaz lambalanyla aydınlatıldığını fark ettim. Aynı lambalarla mahkemenin içini de aydınlatmışlardı. Görevliler tarafından mahkeme salonuna alınıncaya kadar, katilin o gün yargılanacağını sanırım bilmiyordum. Aslında çağrılıncaya kadar iki salondan hangisindeki davaya katılmam gerektiğini de bilmiyordum sanırım. Fakat yine de her iki noktanın da zihnimde kesinlik kazanmış olmadığını belirtmek isterim.
Beklemekte olan yargıcılar kurulu üyelerine ayrılan bölümdeki yerime geçip, dışarıdaki sisin içeriye dolmasıyla oluşan bulutun ve içeridekilerin soluklarıyla ağırlaşmış olan havanın izin verdiği kadarıyla salonda göz gezdirdim. Mahkemenin geniş pencerelerinin dışında, sanki kapkara bir nemli sis perdesi asılı duruyordu. Arabaların kaymaması için sisin kayganlaştırdığı yollara serpilmiş olan talaş ve tuz tekerleklerden çıkan sesleri boğuyordu; yapının önünde toplanmış insanların sesleri bazen bir ıslık, bazen bir şarkı, bazen de bir sesleniş olarak içeriye yansıyordu. Kısa bir zaman sonra iki yargıç salona girip yerlerini aldılar. Salondaki gürültü yerini derhal sessizliğe bıraktı.
Sanığın yerini alması için buyruk verildi ve o yerine geçer geçmez fark ettim ki Piccadilly Alanında gördüğüm iki adamdan önde gideni bu davada cinayetle suçlanan katilin ta kendisiydi.
Eğer o anda adım çağrılsaydı sesimin çıkıp çıkmayacağından emin değilim. Ancak kurulun altıncı veya sekizinci üyesi olarak çağrıldığımda “burada” yanıtını verebildim. Yargıcılar kuruluna ayrılan locaya girdiğim zaman çevreye dikkatle fakat kaygısızca bakmakta olan sanığın birden sarsıldığını ve avukatına işaret ettiğini fark ettim. Sanığın beni kuruldan çıkarttırmak istediği o kadar açıkça belli oluyordu ki, mahkemede bir anlık duraklamaya neden oldu ve bu sırada müvekkiliyle fısıldaşan avukat başını “hayır” anlamında salladı. Daha sonra kendisinin bana aktardığına göre müvekkilinin korku dolu sözleri şöyleymiş: “Her ne pahasına olursa olsun o adamı yargıcılar kurulundan çıkarttır”. Fakat geçerli bir neden vermediği ve adımı daha önce hiç duymadığını itiraf etmesi yüzünden kabul edilmemiş.
Hem şu ana kadar anlattığım nedenden dolayı katilin anısını bir kez daha canlandırmaktan kaçınmak için, hem de bugün süren yargılamanın ayrıntılı bir anlatımı öyküm için gerekli olduğundan size yalnızca yargıcılar kurulu üyelerinin on gün on gece süren birlikteliğinde başımdan geçen garip olayları kişisel deneyimim olarak aktaracağım. Okuyucumun dikkatini katilin kimliğine değil, kişisel deneyimlerime ve Newgate Hapishanesi’nin günlüğünde açılan yeni bir sayfaya değil, on gün süresince başımdan geçen olaylara çekmek istiyorum.
Yargıcılar kurulu başkanı seçilmiştim. Davanın ikinci gününün sabahı, tüm kanıtlar iki saat boyunca (kilisenin saat çanlarını duymuştum) mahkemeye sunulduktan sonra, aynı yazgıyı paylaştığımız yargıcılar kurulu üyelerini saymakta açıklanması olanaksız bir zorlukla karşılaştım. Onları her seferinde aynı zorlukla, birkaç kez saydım; fakat her seferinde bir fazla çıkıyorlardı.
Yanımda oturan kurul üyesine eğilip fısıldadım. “Lütfen bizi sayarak beni doğrular mısın?” Bu ricama şaşırmış görünmekle birlikte başını çevirdi ve saymaya başladı. “Neden? On üç..; fakat bu olanaksız. Hayır. Biz on iki kişiyiz.”
O gün, teker teker saydığımda rakam doğru çıkıyordu ama genel sayımlarda hep bir fazla çıkıyorduk. Görünüşte aramızda fazladan kimse yoktu -yani bedensel olarak sayınca- fakat hep sezilerim bana on üçüncü kişinin varlığını bildiriyordu.
Yargıcılar kurulu olarak London Tavern adlı handa kalıyorduk. Hepimiz geniş bir odada ayrı yataklarda yatıyorduk ve yeminli bir görevli bize gözcülük ederek güvenliğimizi sağlıyordu. Görevli memurun adını gizli tutmam için hiçbir neden yok. Son derece zeki, saygılı ve disiplinli ve sevinerek duyduğuma göre de- yönetimin saygısını kazanmış bir kişiydi. Anlamlı gözleri, hoş kalın sesi, kıskançlık uyandıran kara bıyıklaru ve birlikte olmaktan zevk duyacağınız bir kişiliği vardı. Adı, Harker’dı.
O gece 12 kişi yataklanmıza girdiğimizde Bay Har- ker’ın yatağı kapının önüne çekilmişti. İkinci günün gecesinde yatmaya pek gönüllü olmadığım için Bay Harker’ı yatağının üzerinde oturur görünce yanına gittim ve ona bir çekimlik enfiye ikram ettim. Tam benim kutumdan enfiyeyi alacakken ellerimiz birbirine değdi ve Bay Harker garip bir titremeyle “Kim var orada?” diye seslendi.
Bay Harker’ın gözlerinin baktığı yöne doğru başımı çevirince beklediğim gibi yine Piccadilly’de yürürken gördüğüm ikinci adamı farkettim. Ayağa kalktım, birkaç adım ilerleyip durdum ve Bay Harker’ın çevresine baktım. Pek etkilenmiş görünmüyordu. Hoş bir biçimde gülerek “Bir an için on üçüncü kurul üyesini yataksız görür gibi oldum, fakat yanılmışım. Ayışığıymış” dedi.
Bay Harker’a hiçbir şey belli etmeden onu odanın içinde benimle yürümeye çağırarak hayaletin ne yaptığını izledim. On bir yargıcılar kurulu üyesinin yatağına tek tek yaklaşarak başuçlarımda birkaç dakika durdu. Her seferinde yataklarının sağ yanına geçti ve sonra da ayak uçlarından dolanarak bir sonrakine kaydı. Başının hareketinden anladığım kadarıyla uyuyan her üyeye düşünceli bir biçimde bakıyordu. Beni de, Bay Harker’ınkine yakın olan yatağımı da fark etmemiş gibi, ayışığının içeri süzüldüğü yüksek pencereden çıkarak düşsel bir merdivenden iner gibi yok oldu.
Ertesi sabah kahvaltıda anladığım kadarıyla Bay Harker’ın ve benim dışımda herkes öldürülmüş olan adamı düşünde görmüştü.
Artık Piccadilly’de gördüğüm ikinci adamın öldürülmüş olan (öyle varsayalım) adam olduğuna emindim ve bana üsteleyerek kendisini gösteriyordu, hem de benim hiç hazırlıklı olmadığım bir biçimde.
Yargılamanın son günü olan beşinci günde öldürülen adamın, cinayet ortaya çıktığında odasından kaybolmuş olan, fakat daha sonra katilin saklandığı yerde, toprağı kazarken ortaya çıkan küçük bir portresi kanıt olarak mahkemeye sunulmuştu. Yeminli tanık tarafından onaylanmış olan kanıt, önce mahkeme kuruluna sonra da yargıcılar kuruluna incelemesi için sunulmuşta. Siyah ünüformalı bir görevli elinde kanıtla bana doğru ilerlerken Piccadilly’de gördüğüm ikinci adamın hayali izleyiciler arasından fırlamış, görevlinin elinden kaptığı resmi bana kendi elleriyle verirken alçak ve tekdüze bir ses tonuyla – kutusunda olduğu için henüz resmi görmemiştim “o zaman daha gençtim ve yüzüm daha kanlı canlıydı” dedi. Aynı adamın hayali biz kutuyu elden ele geçirirken her kurul üyesinin önünde tek tek durdu, fakat kutu bana geri geldiğinde tek bir kişi bile bu hayali fark etmemişti.
O güne kadar, durumu görüşmek üzere, Bay Harker’ın denetiminde her gün odaya kapanıp toplantı yapıyor ve o günün olaylarını gözden geçiriyorduk. O beşinci günde artık dava sonuçlanmak üzereyken biz de olaya tüm ana hatlarıyla egemendik ve tartışmalarımız daha yoğun ve ciddi bir durum almıştı. Aramızda bir papaz – yaşamım boyunca gördüğüm en dangalak adamdı – en açık seçik kanıta bile mantıksız bir biçimde karşı çıkıyor ve onun topluluğundan olan, birlikte geldiği iki kişi de (daha önce beş yüz cinayet davasında yargıcılar kurulunda görev yapmış olmalıydılar) her dediğine sorgusuz sualsiz kafa sallıyorlardı. Gece yarısına doğru herkes yatmaya hazırlanırken, bu üçlü hararetle karşı çıkmalarını sürdürüyorlardı ki tam arkalarında, yüzünde asık bir ifadeyle, öldürülen adamın hayali belirdi. Beni tartışmaya çağırdı ve katıldığım anda yok oldu. Daha sonra benzeri durumlarda hep bana görünüp o gece kapandığımız odadaki çağrıyı yineledi. Ne zaman bir öbek kurul, üyesi baş başa verip durumu tartışsalar onun da kafasını öbeğin arasında fark ediyordum. Tartışmalar onun aleyhine döner gibi olunca bana işaret ediyor, ısrarla ve ciddi olarak tartışmaya müdahale etmemi istiyordu.
Unutulmaması gereken çok önemli bir konu, mahkeme kuruluna kanıt olarak portresinin sunulduğu beşinci güne kadar hayaletin mahkemede hiç görülmeyişidir. Sanığın savunması başladıktan sonra üç değişiklik oldu. İlk ikisini birlikte anlatmam gerekiyor. Artık hayalet mahkemeye sürekli olarak geliyordu ve doğrudan bana değil, konuşanlara yönelik davranışlarda bulunuyordu. Örneğin; öldürülenin boğazı boydan boya kesilmişti. Savunmanın açılış konuşmasında öldürülenin boğazını kendisinin kesmiş olabileceğine dair bir ifade vardı. Tam o anda hayalet boğazı korkunç bir biçimde kesilmiş olarak – ki daha önceleri boğazındaki kesiği gizlemeyi başarmıştı – göründü, konuşan kişinin yanında durarak böyle bir şeyin ne sağ elle, ne de sol elle yapılabileceğini anlatan hareketler yaptı. Başka bir durumda da sanığın dünyanın en kibar ve iyi yürekli insan olduğu konusunda tanıklık yapan bir kadının önünde belirerek yüzüne baktı ve sanığın yüzündeki şeytani anlatıma kadının dikkatini çekmek için eliyle adamın yüzünü işaret etti.
Şu anda eklemem gereken üçüncü değişim beni en derinden ve çarpıcı olarak etkileyenidir. Onun üzerinde fikir yürütmeyeceğim. Olduğu gibi anlatıp bırakacağım. Her ne kadar Hayalet hedef aldığı kişiler tarafından görülmüyor idiyse de, bu kişilere yaklaşması onların gözle görülür bir rahatsızlık ve panik yaşamalarına neden oluyordu. Sanki benim dışında tutulduğum bir takım kurallar gereği onun başkaları tarafından görülmesi yasaklanmıştıı Fakat zihinlerini sessizce ve belirgin bir biçimde etkisi altına alıyordu. Savunmanın başavukatı intihar savını ileri sürdüğünde, öldürülenin hayali hemen yanıbaşımda belirmiş, adamın boğazını bıçakla keser gibi korkunç bir görüntü yaratarak avukatın konuşmasının kekelemeye dönüşmesine neden olmuştu. Avukat, çok zekice hazırlanmış akıcı konuşmasındaki mantıklı akışı toparlayamayarak birkaç dakika kaybetmiş ve mendiliyle alnındaki terleri silerken yüzü bembeyaz kesilmişti. Kişilik konusunda tanıklık eden bayan hayaleti görmediği halde, onun parmağıyla işaret ettiği yöne dönerek tutuklunun yüzüne bakmış ve yüzünde duraksama ve huzursuzluk anlatımı belirmişti. Bu iki tablo durumu açıklamaya yeter sanırım. Duruşmanm sekizinci gününde, birkaç dakikalık dinlenme arasından sonra, – her öğleden sonra olduğu gibi – yargıçlar salona girmeden az önce öbür yargıcılar kurulu üyeleriyle birlikte salona girdim. Çevreyi inceleyip, tam hayaletin orada olmadığını düşünüyordum ki gözlerimi biraz kaldırıp localarda gezdirince derli toplu bir hanımın üzerinden eğilip yargıçların yerine geçip geçmediğine baktığını gördüm. Tam o anda kadın çığlıklar atarak bayıldı ve dışarı çıkarıldı. Aynı durum oturumu yöneten sabırlı, deneyimli ve saygıdeğer yargıcın da başına geldi. Dava sona erdiğinde yargıç dosyasını toparlıyordu ki arkasındaki kapıdan süzülen öldürülenin hayaleti kürsüye doğru ilerledi ve yargıcın omzunun üstünden eğilerek düzenlemekte olduğu kâğıtları ve notları incelemeye başladı. Yargıçtaki değişiklikler bana hiç de yabancı değildi. Elleri durdu. Garip bir titremeyle kekeleyerek: “Beni birkaç dakika bağışlayın beyler. Havadaki ağırlıktan rahatsız oldum” dedi ve bir bardak su içmeden önce kendine gelemedi.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o altı günün tekdüzeliği – aynı mahkeme kurulu ve izleyiciler, kendilerine ayrılan bölmede oturan aynı sanık ve savunma avukattan, mahkeme duvarlarında yankılanarak tavana yükselen aynı tondaki sorular ve yanıtları, aynı yargıcın kaleminden gelen gıcırtılar, aynı mübaşirlerin girip çıkmaları, dışarısı karardığında yakılan aynı lambalar; hava sisli olduğunda pencerelerin dışında asılı duran koyu gri sis perdesi, yağmur yağdığında camlarda ve kaldırımlarda duyulan şıpırtılar ve oluklardan akan suyun sesi, hücrelerin açılıp kapanan kapılarının madeni gürültüsü, kilitlerde dönen anahtarların ve koridorlarda serpilmiş talaşların üzerinde boğulan ayak sesleri – işte bütün bu tekdüze olaylar ve sesler bana sanki bu yargıcılar kurulunun başkanlığını çok uzun bir süredir yapmakta olduğum duygusunu veriyordu ve sanki Piccadilly, eski Babil’in² günümüze yansıması gibiydi. Tüm bu süre içinde öldürülen adamın hayali bana hep mahkemedeki öbür insanlar gibi net bir biçimde görünmüş, fakat anımsadığım kadarıyla hiçbir zaman kendisini öldürmüş olan adama bakmamıştı. Kendi kendime defalarca “Neden ona hiç bakmıyor?” diye sordum, ama hiçbir zaman baktığına tanık olmadım.
Küçük portresinin mahkeme kuruluna kanıt olarak sunulmasından, duruşmanın son dakikalarına kadar geçen sürede hayalet bana da hiç bakmadı. Son gün, duruşma biterken, karar vermek üzere bize ayrılan odaya çekildiğimiz gece saat ona yedi vardı. Papaz ve iki çömezinden oluşan üç kişilik mankafalar topluluğu bize o kadar çok sorun çıkarmışlardı ki, iki kez salondan yargıcın notlarını isteyerek okumak ve tartışmak durumunda kalmıştık. Ne mahkeme kurulunun, ne de yargıcılar kurulunun dokuz üyesinin toplanan kanıtlarla ilgili hiçbir kuşkusu yoktu, fakat mankafa ‘trio’ salt karşı çıkmış olmak için toplu karar vermemizi engelleyecek tartışmalar yaratıyorlardı. En sonunda biz üstün geldik ve yargıcılar kurulu saat on ikiyi on geçe mahkemedeki yerini aldı.
Öldürülmüş olan adamın hayali tam jürinin karşısındaki bölmede durmaktaydı. Yerime oturduğumda bakışlarını üzerimde duyumsadım. Kafasından aşağıya sarkan ve tüm bedenini sarmış gibi duran gri tülün altından yüzündeki hoşnut anlatımı fark ettim. Ben kararımızı bildirip “Suçlu” dediğimde hayalet yok oldu, yeri boş kalmıştı.
İdam kararını bildirmeden önce, yargıç sanığa son olarak söylemek istediği birşeyler olup olmadığını sorduğunda, ertesi günkü gazetelerin yazdığına göre, sanık birkaç yarım yamalak duyulan sözle anlaşılmaz ve anlamsız bulduğu davanın yansız bir biçimde görülmediğinden yakınmış ve yargıcılar kurulu başkanının kendisine karşı önyargılı olduğunu söylemiş. Aslında söylediği sözler tam olarak şöyleydi: “Sayın yargıcım, yargıcılar kurulu başkanı yerini aldığı andan beri sonumun geldiğini biliyordum. Çünkü ben tutuklanmadan önce kendisi ben uyurken bir biçimde odama girmiş, yatağımın yanında durup beni uyandırmış ve boynuma ipi geçirmişti.”
1- 19. yüzyılın tanınmış ‘gerçek’ hayalet öyküleri.
2- Suç ve kötülük merkezi olarak bilinen tarihi kent.
CHARLES DICKENS
Çok güzel harika olmus.